Edebiyatın ve sanatın hayatlarımızdan amansızca sökülüp alınmasının yarattığı kuraklık, gün geçtikçe daha da susuz, aç, rüzgârsız ve ışıksız.
Oysa bu günleri yere çalmanın tek coşkusu orada gizli.

Balık tutan şaşı kedi…

Bunaldım ve galiba yalnız değilim. Ne tarafa bakınsam aynı sesler çoğalıyor. İyiye gitmiyor, hiçbir şey iyiye gitmiyor. Zaten tersinin düşü var yalnızca o da bu zalimlikten kurtulmadıkça olası bile değil.

Bu alçak gidişi ancak, en geniş emek ortaklığının haysiyetli bir haykırışı paklar, yoksa daha da çeresizleşip yok olacağız.

Edebiyatın ve sanatın hayatlarımızdan amansızca sökülüp alınmasının yarattığı kuraklık, gün geçtikçe daha da susuz, aç, rüzgârsız ve ışıksız.

Oysa bu günleri yere çalmanın tek coşkusu orada gizli.

Güneşin hayata ilk merhaba dediği saatlerde bir ılgın ormanın içinde oldunuz mu hiç?

Gece boyu ağlamış olmanın sahipsizliği gibidir ağaçların her biri.

Öyle üç beş ağaç değil yüzlercesi koyun koyuna. Üç yüz yaşında olanları da var üç yaşında olanları da, üç aylık olanları da.

Deniz kokar iğne yaprakları, kökleri tuzdan beslenir, gövdesi kumdan, sudan ve güneşten.

Bilmezsiniz neden ağladıklarını, kırılgan dallarının arasında sakladıkları güneşle olan aşklarını, rüzgârla olan kavgalarını çözemezsiniz.

Ne işe yarar demeyin, ayrılıkları gizlerler gölgelerindeki kum tanecikleri ve yalnızlıkları ve umutsuzlukları. Ne kadar sevinç gizlerler henüz bilinemedi.

Çaresizlerin ev sahibidirler.

Kökleriyle dalgaların seviştiği en yaşlı olanının altına oturur dayardım sırtımı sırtına. Sabahın ilk güneşi kırmızı bir gül gibi dolanırdı üstümde.

Cevat Şakir Kabağaçlı’yı ilk okuduğumda Side’de 13 yaşında bir çocuktum.

Kendisinin de arada bir geldiğinin söylendiği bir akraba evindeki, küçük ceviz masanın çevresinde tavanına kadar kitapla dolu kütüphaneden edindim ilk iki kitabı.

Aganta Burina Burinata ve Deniz Gurbetçileri.

İkisi de bilmediğim dünyalara aşk ile boynumu bükmeme neden oldular. Masmavi bir hayatın türkülerine, kuş seslerine, sevinçlerine, kekikten çiçekli dağlarına, deryalarında oynaşan allı pullu balıklarına, emek ile didinen insanlığına aşk.

Bu iki kitap ile tekrar, Ankara’da Zafer Çarşısı’nın alt katındaki Toplum Kitapevi’nde kesişti yolum.

Remzi İnanç, hani şu Hasan Hüseyin Korkmazgil’in adına şiir yazdığı aklı, yüreği türkü yüklü, her dostun dostu olan ağabey.

Üçüncü kesişme ise, bir düşün gerçeğe kiraz ağacı gibi gülmesiydi.

Deniz Gurbetçileri, romandaki gibi başlayıp biten, 11 bölümlük bir televizyon dizisi olarak çekildi ve içinde oldum.

Dizi filmi çeken Ayhan Önal bir Halikarnas Balıkçısı vurgunuydu. Anlatılan dönemi yeniden yaratmak için resimlere değil, o masal gibi hayatı yaşayan insanlarla yola çıktı. Filmde Cevat Şakir’in anlattığı insanlardan ikisi oyuncu olarak yer aldılar.

Üç mevsimin birbirlerine karışıp ve bir sabah ansızın yamaçların yaza evrildiği altı aylık bir masal.

O zamanlar dokundum yarım adanın rüzgârlarına.

Çocukluğumu çoğaltan bir öykünün içinde gezindim günlerce.

Kayalara çarparak ışıldayan dalgaların şarkılar söylediği sahipsiz kıyılarda şiirler okudum uçan kuşlara, kelebeklere, kumdan taşların kovuklarında açan inatçı mor çiçeklere.

Beyaz patiskadan yelkenli teknelerinde, ekmeği için lacivert derinliklerle boğuşan, kocaman elleri, çakır gözleri ve bitmeyen umutlarıyla balıkçılar tanıdım.

O toprakların bir büyüsü olsa gerek; Cevat Şakir’den beri her adımında çiçek, her adımında okaliptüs her adımında ılgın, nar, mandalina, limon, turunç, hanımeli, melissa her adımında begonvil.

Bu güneş denizinin ortasında bir an olsun sussa insan, buram buram renklere boyanacak nefesi.

Seferden dönen balıkçı kayıklarının motor sesleri içinde Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı’ndaki sarman düşüyor aklıma. Şimdi tüm kedilerden önce o koşturuyordur limana. Çitlerden zıplayarak, sahil boyu gezinen esrik insanların ayak diplerinden seyirterek.

Yaz kış kendine kiliseyi barınak yapan İbiş de öte yandan koşturuyordur. Daha ağır aksak, daha düşünceli ve daha deli.

Tekneler dubalara bağlanır bağlanmaz bir şenliktir başlıyor. Kedi yavruları, köpek yavruları, insan yavruları. Hepsinin umudu denizden.

Halikarnas Balıkçısı’nın anlattığı dünün Deniz Gurbetçileri bu balıkçılar.

Vurgun yemiş sünger avcıları her biri, kopamamışlar mavi sulardan, dip sarhoşluğundan, köpüren beyazlıktan, oynaşan balıktan, dalgaların üstlerine kırmızı bir düş gibi çoğalmasından.

Orada kamışlardan çardağın altındaki köy kahvesinde, incir lokumu gibi bakışırlar birbirlerinin yüzlerine. 

Yetmiş beş metre derinlikte orfoz olmaktır umut.

Paylaşırlar deryanın diplerinden taşıdıkları sevinci. Kedilerin hakkı, köpeklerin hakkı ve insanların hakkı diye.

Şurada sahilde, yüreğine çiçekler doldurulmuş tekne artığının içinde bin sevinç, bin umut gizliyse bu yüzdendir.

Uzaktaki yalnızlıklar düşüyor aklıma.

Nedendir bilemedim, şarkılar bile ritmini yitiriyor. 

Ne keman, ne viyola, ne piyano, ne davul, ne çello ne şu ağlaşan saksafon anlatamıyor bir başınalığı.

Yeni bir senfoni gerek bu hayata.

Ilgın ormanlarının içinden taşıp; Halikarnas Balıkçısı’nın diktiği okaliptüs ağaçlarına sarılan, oradan rengahenk begonvillere dokunup, portakal bahçelerinin içinde satsuma olan ve Balık Tutan Şaşı Kedi Sokağı’ndan seyirterek limandaki deniz diyarına ulaşan sevinçler gibi.

Gökyüzünün ta orta yerine sevdalı bir bulut çizer, güneşin elinden tutar gibi.

Böyle olursa durduramazlar şenliğini hayatın.

Ne gökyüzünün sarhoşluğunu, ne ılgın ormanının hasretliğini ne denizin dibinde oynaşan kardeşliğin bayramını.

Umut orman olmakta.

Ilgın ağaçlarından, akasyalardan, portakal, mandalina, limon, ıhlamur ve okaliptüs ağaçlarından oluşan büyük bir orman.
Begonvil sevincinde.

[email protected]