Bir tarafı ‘demokrasinin’ merkezi ve diğer tarafı doğunun tipik kaderi olarak yorumlama alışkanlığını bir kenara atmanın zamanı geldi.

Avrupa'da yaşayan muhalif gazeteci ve bilim insanları tehdit altında: Hazırlanan ölüm listeleri ne anlama geliyor?

Prof. Dr. Burak Çopur ve Memet Kılıç artı Tv’de yayınlanan ‘Odak’ programında AKP’nin Avrupa’daki eylemlerine dair çarpıcı açıklamalarda bulundular. Akademisyen Burak Çopur, AKP’nin Avrupa’daki muhalifleri sindirme çabasının açık örneklerinden biri gibi görünüyor. Burak Çopur’un yaşlı anne ve babası MİT’in sözde Kuzey Ren-Vestfalya eyaleti sorumlusu tarafından aranıyor. Konuşmanın içeriğinde sosyal medya paylaşımlarından, MİT’teki dosyalara kadar her şey bir tehdit unsuru olarak aileye karşı kullanılıyor. Türkiye’deki iktidar yapısının vahametini bu olay üzerinden rahatlıkla görebiliyoruz. Böylesi bir eylemin akılla açıklanabilecek bir boyutu yok. AKP iktidarının yaşadığı yönetememe krizinin boyutu arttıkça hem içeriye hem de dışarıya karşı baskıyı daha da arttırarak bu krizi aşmaya çalışacak. Bu tür olayların ciddiye alınmaması gerektiğini söyleyenleri ciddiye almamak gerekir.

‘Avrupa merkezci’ bakış açısına sahip kişiler, yukarıdaki gerçeklerle yüzleştikçe derin bir hayal kırıklığı yaşamaya devam edecekler. Zira pazarlanabilecek bir hayal artık kalmadı. Aslında çoktan yıkılması gereken bir olgudan bahsediyorum. Batı Almanya, tarihinin hiçbir safhasında insan haklarının ve demokrasinin temsilcisi olmamıştır. “Savaş sonrasının Batı Almanya’sı politik ve kültürel bakımdan artık Avrupa’nın en gerici büyük kapitalist ülkesiydi” (Gökdemir, 2017:157)1. Türkiye ile yapılan silah anlaşmalarının demokrasiyi geliştirebilmek kaygısıyla yapıldığını iddia etmek en hafif tabirle deliliktir. AB demokrasisi diye pazarlanan şey dev bir ideolojik ve kültürel saldırının vücut bulmuş halidir. Hepsinin temel motivasyonu ‘Komünizmle’ savaştır. Programdaki bir diğer katılımcı Avukat Mehmet Kılıç, Türkiye’nin yurtdışındaki faaliyetlerine dönük olarak ciddi rakamlar verdi. Almanya’da MİT’e istihbarat sağlayan toplamda 8 bin kişinin olduğunu söyledi.2 Yine akıllı telefonlar üzerinden insanların gönüllü birer ajana dönüştürüldüğünü belirtti. EGM adlı programı telefonunuza yüklüyorsunuz ve görüşlerine kin duyduğunuz insanları fotoğraflayarak teknolojinin de yardımıyla ispiyonluyorsunuz.

Avrupa'nın bugünkü çekiciliği salt ekonomik gücünden kaynaklanıyor. Ve bu çekicilik emperyalist işgaller yüzünden acı çekmiş insanların son seçeneği biçiminde karşımıza çıkıyor. İnsani Avrupa bu göçmenler arasında ayrım yapmaya ve yüzlerce mülteciyi sınırlarının dışında tutmaya çalışıyor. Yunanistan’daki Moria Kampı bunun açık örneklerinden birini teşkil ediyor. Trajedi ve soykırım hız kesmeden devam ediyor. Avrupalıların teknik elemanlara karşı duyduğu ilgiyi, politik geçmişi olan insanlara karşı duymadığını biliyoruz. Korkut Boratav, ‘Emperyalizm Göçmenleri’ isimli bir yazı kaleme aldı. Bu yazıda yapılan değerlendirmenin emperyalizmin insanlığa karşı işlediği suçları görebilmemiz bakımından önemli olduğunu düşünüyorum.3

Türkiye’de göçle ilgili kaleme alınan yazılarda siyasi göçün üzerinde çok durulmuyor. Yani siyasi gerekçelerle sürgüne gitmek zorunda olanlara pek değinilmiyor. Bu anlamda göç meselesine ve AB emperyalizminin eylemlerine dair yukarıdaki bilgiler ışığında önemli bir katkı sunmak isterim. Öyleyse okur, Korkut Boratav’ın yazısıyla bu yazıyı yan yana okumalıdır. 
Türkiye’den siyasi nedenlerle özellikle Almanya’ya göç edenlerin sayısı ciddi oranda yükselmiş durumda. AKP iktidarda kalabilmek için bir dış düşmana ihtiyaç duyuyor. Bu dış düşman siyasi nedenlerle yurtdışına göç etmek zorunda olan kişiler olabilir. Bu sayede AKP gölgelerle savaşmaktan kendisini kurtarabilir. AKP’nin anti-emperyalizm hamaseti bu sayede kendisine yeni bir şekil verebilir. 

Almanya’daki sağcı Türklerin yine Almanya’daki muadilleriyle birlikte hareket ettiği söyleniyor. Özetle dünyada aşırı sağ diye nitelenen ki bence liberal ideolojinin çarpık bir tanımlamasıdır; esasında faşist ve gerici güçler olarak nitelendirilmelidir. Bu güçler, bir yönetme kriziyle karşı karşıya olan burjuvaziyi koruyabilmek için evrensel olarak birlikte hareket etmeye başlamış gibi görünüyorlar. Bunun tamamen bugüne ait bir olgu olduğunu söylersek Avrupa merkezci çarpık bakış açısının tuzağına düşeriz. Nedir o bakış açısı? ‘Avrupa, tüm siyasi sığınmacılar için güvenli bir limandır. İnsan haklarının ve demokrasinin tek temsilcisidir’. Değildir…

Almanya’da uyuşturucu ve kadın ticaretiyle ciddi paralar kazanmış bir örgütün Türkiye’deki en üst makamlar tarafından desteklenmesi ve bunun bir süre Alman devleti tarafından görmezden gelinmesi korkunç ayrıntılardan sadece bir tanesi. ‘Osmanen Germania’ yani Almanyalı Osmanlılar, hazırlanan ölüm listelerinin uygulayıcıları gibi görünüyorlar. Türkiye’de yazarlara ve gazetecilere düzenlenen suikastlara baktığımızda, suikastçıların bu tarz örgütlenmelerin içerisinden çıktığını görüyoruz. Avukat Memet Kılıç’ın anlattığına göre Hamburg’da yakalanan Mehmet Fatih Es adındaki bir kişi Türkiye’deki anti terör timinin talimatıyla Almanya’daki muhalifleri öldürmekle görevlendirilmiş. Bu kişi mahkemede tüm bunları itiraf etmiş ve tutuklanmış. Memet Kılıç’ın anlattıkları ideolojik rüyaların yıkılması anlamında önemli bilgiler barındırıyor. Yurtdışına siyasi nedenlerle göç eden ve anadili Türkçe olan insanların pek çoğu açıkçası kendini güvende hissetmiyor. Basit bir biçimde ele alırsak kendi deneyimlerimden de gözlemlediğim, insanların siyasi konuları ‘Türkçe’ konuşan kişilerle konuşmaktan kaçındığı yönünde. 

Gelelim esasında görmeyi hiç istemediğimiz hep kaçındığımız noktaya. Bir aydının bence en tipik özelliği genelin göremediği gerçekleri yakalaması ve bunu topluma duyurma çabasıdır. Batı Almanya’nın Türkiye’deki siyasi gelişmelere doğrudan etkisi yakın tarihimize uzanıyor. Almanya’nın gericilikle ve faşizmle olan bağını bu anlamda daha da somutlaştırmamız gerekiyor. 12 Eylül faşist cuntası Alman devletinin gözetimi ve desteği olmadan yapılamazdı. Özellikle bu konuda derinlemesine bilgi edinmek isteyen okurun Osman Çutsay’ın ‘12 Eylül Bir Alman Pastası’ adlı kitabını mutlaka okumasını öneriyorum.

Türkiye’de aşılamaz ön yargıların liberal ideoloji tarafından inşa edildiğini biliyoruz. Bu yargıları aşabilmek için aydınların ve çeşitli kırılma dönemlerini not alan insanların eserlerini dikkatle incelemeliyiz. Bir tarafı ‘demokrasinin’ merkezi ve diğer tarafı doğunun tipik kaderi olarak yorumlama alışkanlığını bir kenara atmanın zamanı geldi. Sözde küresel siyaset açısından Suriye’de yıllardır bir savaş suçu işleniyor. Herhalde buradaki tek doğru, suç işlendiğine dair yapılan tespit. Evet, ortada bir suç var ve doğal olarak emperyalist sistemde tek bir suçlu yok. Elbette birileri kendilerini demokrasinin merkezi olarak propaganda etmeye ve bunu da kitlelere yutturmakta başarılı olduğu sürece bir günah keçisi rahatlıkla bulunacaktır. Bu günah keçisinin AKP kadrolarından çıkartılma ihtimali çok yüksek. Burada küçük bir not düşmek isterim, AKP iktidarı emperyalizmle birlikte pek çok suça büyük bir hevesle ortak olmuştur. Bu durumu küçük emperyalistin büyük ağabeylerden rol kapma çabası olarak basitleştirebiliriz. AKP yönetimi bu yüzden Avrupa’da giderek daha fazla hırçınlaşıyor. Tıpkı emperyalistler gibi onlar da yönetme kabiliyetini yitiriyor. Avrupa’nın, geçmişte cuntanın işkencelerini eleştirip, diğer taraftan cuntayla iş tutuğunu göz önünde bulundurursak, bugün de AKP iktidarıyla iş tutmasını yadırgayamayız. Emperyalizm ve işbirlikçileri çeşitli siyasi ve etnik ayrımları kendi kanlı düzenlerini devam ettirmek uğruna manipüle etmeye devam ediyorlar. Hepimiz HDP’li siyasetçilere dönük operasyonlara odaklanmış bunları konuşuyoruz; Doğaldır…

Doğal olmayan ise yıllardır ülkede bitmeyen bir operasyonu göremiyor oluşumuzdur. Siyasi nedenlerle sıkıntı çeken pek çok genç insan tanıdım; sadece Kürt hareketine selam verdiği için bile onlarca yılla yargılanan insanlar var. İktidarın zor gücü belirli insanları hedeflediğinde sadece onları konuşuyoruz. İşçi sınıfına mensup insanların çocukları zaten bu siyasal ortamdan dolayı açık açık bedel ödemeye devam ediyor. Mesele vekillere gelince konuşulmaya başlanıyorsa hâlâ ciddi problemlerle yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçeğini kabul etmeliyiz. Yoksul Kürt ya da Türk çocukları siyasi tercihlerinden ötürü yıllardır bu ülkede siyasi bedel ödüyor. Sürgün ediliyorlar ya da yıllarca zindanlara kapatılıyorlar. Artık hata kabul etmeyen bir dönemin eşiğine gelmiş durumdayız. Kürt yoksulunun da Türk yoksulunun da bu düzende asla daha iyi bir yaşama kavuşamayacağını biliyoruz. Tüm o çözüm süreci tiyatrosu ve hükümetin AB ile olan flörtünden geriye ne kaldı? Binlerce yoksulun ölümü ve trajedisi kaldı. Elimizdeki gerçeklerle yüzleşmek ve sınıfı merkeze alan bir mücadele hattını örmek zorundayız. Anadilde eğitim hakkının ve Kürt halkının diğer tüm haklarının bu düzende herhangi bir karşılığı yok. Avrupa’nın sözde koruyucu kollarına ya da çeşitli demokrasi propagandalarına kandığımız sürece bir yüzyıl daha aynı acıları çekmeye devam edeceğiz. Öte yandan bizim bir yüz yıl daha bu düzende aynı acıları çekmeye tahammülümüz kalmadı…