Neden ilaç tekelleri aşının patentini saklıyor ve korkunç bir rekabetle aşıyı bir kazanç kapısı görüyor? Yüz binlerin ölümüne rağmen öyle mi alay komutanı?

Ateş ve İhanet: COVİD Kliniği

Çok okuyan bir çocuktum. Mina Urgan’ın “Bir Dinazor’un Anıları”nda sözünü ettiği gibi derya deniz, içinde türlü türlü dillerde bin bir kitabın olduğu kütüphaneler yoktu çevremde ama babacığımın kitaplarına solcu dayımın kitapları eklenince, kitapları karıştırma erişimim de çıkınca çocukluk tatlı bir okuma serüvenine dönüşmüştü benim için. Nereye bağlayacağım, o kitaplar arasında birbirine benzemez birçok kitap bulunurdu. Aşk romanlarından, gerilla günlüklerine, Töb-derli öğretmenlerin anılarından, gülmece serilerine, klasik romanlardan yengemin fotoromanlarına kadar bir dizi kitap. Aralarında “Kanser Koğuşu” adlı yazarını ve içeriğini anımsayamadığım ama bordo bez ciltli, cildin üzerine giydirilmiş bir kuşe kapaklı koruması olan romanı ise hiç mi hiç okumadım. Neredeyse dokunmaya bile çekindim. Mutsuzluk ve kaygı çağrıştıran, çocuk gözümde tam bilemediğim ama kötü çok kötü bir hastalığı ve ölümü düşündüren, kanseri ve hastane ortamını hatırlatan bu kitap, hep beni korkuttu. Gördükçe rengim attı, görmeyeyim diye kitaplığın en görünmez köşelerine sakladım “Kanser Koğuşu”nu…  

Unutmuştum bu kitabı ve çocukluğumun karabasanını, taa ki Ali Ergur’un derlediği alkışlanası bir kolektif çalışma ürünü olan “Ateş ve İhanet”i elime alana dek... Ama bu kez korkmadım. Bu yetişkinlik dönemimde,  korkunun aksine, tam bilinmeyen bu cenabet hastalığın üzerine üzerine gitmek durumunda kalan sağlık emekçilerinin yaşadıklarına tanık olmak yoluyla gönül borcumu belki biraz öderim diye düşünmüş olmalıyım ki kitabı öğrenir öğrenmez alıp okumak gereksinimi duydum. COVİD kliniğinde sağlık çalışanlarının deneyimini bilimsel bir çalışmada sunuyor bize “Ateş ve İhanet” Bu yanıyla bilimsel bir kitap.

“Kısa bir zaman diliminde, ancak tarihin akışının hem belirsizleştiği hem hızlandığı, diğer bir deyişle yoğunlaştığı bir dönemde, COVİD mücadelesini yürüten sağlık emekçilerinin deneyimlerini ve ardından istifa eden, emekli olan hekimlerin çığlığını, bunun ardındaki sistem çarpıklığını yansıtan bir ilk girişim olmayı hedeflemiştir.” biçiminde yer alıyor sonuç bölümünde bu araştırmadaki murat edilenler. Hem bir ilk girişim, hem kapsamlı bir sağlık işkolu değerlendirmesi hem de bir alan araştırması.

Kitap ilk çıktığından beri hop oturup hop kalktığım, yakın takibe aldığım ve ulaşamadığım her gün için ezildiğim bir anlam da taşıyor, benim için. Ne tuhaf, işte çocukluğumdaki tabu roman “Kanser Koğuşu” da zihnimin dehlizlerinden yüreğime oturuyor, mengene gibi sıkıştırma işlevine yeniden yeniden başlıyor. Ama türlü duyguların katmanlaştığı bir akışkan ruh haliyle elime alıyor ve okuyorum kitabı. Okurken kâh gözlerim doluyor, kâh öfkeleniyorum, kâh şefkatle sarılasım geliyor sağlık emekçilerine, kâh özelleştirmelerle talan edilen nitelikli, eşit, kamusal sağlık hakkının yavaş yavaş eriyişine yas ediyorum, kâh piyasa odaklı hâle getirilen sağlık alanının yaşadığımız olağanüstü dönemi deneyimleme fotoğraflarını heyecan, coşku ve buruklukla izliyorum. Ancak her koşulda, alan olarak bana oldukça yabancı ancak COVİD-19 pandemisi nedeniyle hepimizin haşır neşir olduğu pek çok terimi, kavramı ve durumu yeniden yeniden çözmeye ve anlamaya çalışıyorum. 

Ali Ergur’un yazdığı giriş bölümü son derece kapsamlı, doyurucu, ilham verici. Sosyolojinin ne işe yaradığını hatırlatırken yeni yollara, yeni sorulara ve kadim mücadele biçimlerine işaret etmesi anlamında uyarıcı, yapıcı ve çağırıcı bir nitelik taşıyor. Doğrusu altını çize çize okudum, okurken notlar aldım, keşke alandaki ve aslında memleketteki herkes bu çalışmayı okusa…

Hepimizin farklı şekillerde dillendirdiğimiz ancak aynı olguyu anlatmaya çabaladığımız içinde bulunduğumuz tarihsel ânı şöyle tarif ediyor Ergur: “Küresel kapitalizm, bu akıl-dışı tüketim ve şiddet döngüsünü teşvik ederek, doğayı kendine tâbi kalabileceğine iman etmiş bir insan tipi şekillendirmiştir. İşte tam bu sarhoşluk hâli sırasında, COVİD-19 pandemisi yüzümüze esaslı bir tokat olarak patladı.” Yüzüme akşedilen bu esaslı tokada karşı diğer yanağımızı da çevirmeyeceksek eğer insan sormadan edemiyor, acaba bu tokattan sonra uyanacak mı büyük insanlık? 

Kitabın adı Nazım’ın “Kuvayi Millîye Destanı”na gönderme… Nasıl da yakışmış bu imge. Şöyle diyor ekip ve Ali Ergur:  

“Ateşi ve ihaneti gördük. Kitabımıza bu başlığı uygun görmemizin birkaç nedeni var. Birincisi, ateş ve ihanet, büyük şairin mütareke, teslimiyet, işgal ve direniş süreçlerine hâkim olan derin çelişkiyi mükemmel bir şekilde özetlediği gibi, mücadele ve ihanetin ayrılmaz bir ikili olmasıdır. Her zor dönemde, toplu mücadele vermek gereken her süreçte, normların askıya alındığı olağanüstü durumlarda, Durkheim’ın “özgeci ahlak” olarak niteleyeceği sorumluluğu hisseden bireyler daima var olduğu gibi, aynı belirsizlik ve karmaşa hâlini, olası görevden kaçınma fırsatı olarak algılayanlar da vardır. O nedenle sahici ya da mecazi anlamıyla “cepheye” gönüllü koşan ya da görevlendirmeyle giden, ancak üzerine düşeni layıkıyla yapan bireyler olduğu gibi, krizin konusunun kendisini ilgilendirmediği ileri sürmek için uygun savları arayıp bulacak kadar zekî (belki kurnaz, ama akıllı değil) olanlar da kuşkusuz vardır. Mücadeleden eğitimsizlik ve bilinçsizlik nedeniyle kaçanları değerlendirme dışı bırakıyoruz. Görevin çağrısından kendini âzâde addedenler, kaçınma manevralarını iyi beceren, üstelik bu taktikleri genel anlamda hayat stratejilerinden türeten, böylece eylemlerine ideolojik meşruiyet kılıfları da hazırlayabilenlerdir. Herhangi bir toplum, herhangi bir zamanda, herhangi bir olağanüstü durumda, münhasıran bu iki eğilimden yalnızca birini barındıran saflıkta tezahür etmez. Diğer bir deyişle saf ahlaklı, saf ahlaksız toplumlar yoktur.” 

Ve ekliyorlar: “Bu kitapta odak noktamız COVİD-19 ile mücadele içinde bulunan sağlık çalışanlarının dayanışma deneyimleri ve duygu dünyalarını anlamaktır; ancak bu fotoğrafı çekerken, ister istemez, görevden uzak duranlar da kareye girmiştir. Amacımız, gereksiz itham olmadığı gibi, adaletin gereği olan emeği, öyle olmayanlardan ayırt etmektir.” 

Hakikaten olağanüstü günlerden geçiyoruz. Bazen ucuz bir bilim kurgu filminin ortasındaymışım gibi hissediyorum ya da distopik bir filmin henüz başındaymışız gibi. Sırıtan kötücül bir ses en kötüsünü henüz yaşamadınız, diyor sanki. Karanlık kuyuya düşme sürecimiz bir türlü bitmiyor gibi bir boşluğa düştüğümü de hissediyorum kimi zaman. Tutunmak istiyorum; dayanışmaya, yan yana gelmeye, güzel insanlara ve ilham veren çabalara gereksinimiz var. Onun için “Ateş ve İhanet”e emek veren Göksel Altınışık Ergur, Cansu Çobanoğlu, Şadiye Nuhoğlu, Nurdila Eryıldız, Merve Şengül, Nazlı Çetin, Pınar Bostan ve Ali Ergur’e teşekkür etmek istiyorum. Ancak kitap üzerine o kadar çok notum var ki yazının sınırları beni zorluyor. 

Örneğin COVİD-19 pandemisinin başından beri, ezilerek dillendirdiğim ve elimin ermediği için vicdanen suçluluk duyduğum “savaşta mücadele eden kahramanlar” metaforunun kitapta da geçtiğini görüyor ve bu algının ideolojik karşılığını okuyorum utangaçça. 

“COVİD-19 pandemisi boyunca sağlık çalışanlarına hükümet, toplum ve medya tarafından atfedilen “kahraman” bakış açısı ve bu bağlamda kullanılan dil oldukça önem arz etmektedir. Cox (2020) Sağlık çalışanları hakkında medyadaki “kahraman” söylemlerinin onlar üzerinde olumlu bir etkisi olmasından ziyade bir baskı unsuru oluşturduğunun altını çizer. Bu olumsuz etkinin temelde iki nedeni vardır. (1) Sağlık çalışanlarının tedavi etme görevi sınırsız değildir; (2) İlişkilerde karşılıklılık temel alınmalıdır. Karşılıklılık, kurumların ve çalışanların taraflarını oluşturduğu sosyal sözleşmenin bir ilkesidir. Bireysel kahramanlığa odaklanan kamuya açık bir söylem, çalışanlarına yönelik olarak sağlık kurumlarının karşılaması gereken yükümlülüklerin göz ardı edilmesine neden olur ve çalışanlara ait korku ve çelişki gibi duyguların toplumda kabulünü engeller.” 

Evet, tabii, elbette…

 “Ateş ve İhanet” iki ana bölümden oluşuyor. Birinci bölümde COVİD mücadelesi deneyimleri ortaya konulmaya çalışılmış, ikinci ana bölümde ise çalışma koşullarının yıpratıcılığına, ama özellikle adaletsizliğe dayanamayan hekimlerin deneyimlerine odaklanıyor. Hakikaten bu günleri anlamaya gayret ederken şu açıkça ortaya çıkıyor: Sağlık sisteminde piyasalaşmaya yol verildikçe sağlık çalışanlarının, toplumun diğer kesimleri gibi, bireyselci ve maddi-çıkar odaklı bir ideolojiyle toplumsallaştığı ve bu durumun kriz durumlarında adeta felce neden olarak örgütlenme ve dayanışma yeteneğini neredeyse yok ettiği…

Uzun ve upuzun bir yazı oldu. Sınırları zorladım, evet. Ancak kitabın değindiği pek çok şey üzerine konuşulacak o kadar başlık var ki… Son bir soruyla bitireyim, sadeleşmek her zaman iyidir. Neden ilaç tekelleri aşının patentini saklıyor ve korkunç bir rekabetle aşıyı bir kazanç kapısı görüyor? Yüz binlerin ölümüne rağmen öyle mi alay komutanı? 

Ali Ergur, (2021) Ateş ve İhanet: COVİD Kliniğinde Sağlık Çalışanlarının Deneyimi, Raskolnikov Kitap, Denizli.