Biliyoruz, Türkiye’de anayasayla birlikte askıda olan başka bir şey daha var artık: Ekmek.

Askıdaki anayasa, askıdaki ekmek

Abdülhamid’den Hitler’e, tek adam olma heveslilerinin anayasalarla aralarının pek de iyi olmadığını ve anayasaları ilk fırsatta askıya almaya ya da kaldırmaya, o da olmazsa fiilen hükümsüz kılmaya çalıştıklarını biliyoruz. 

Abdülhamid kendisini iktidara taşıyan Jön Türkler’e anayasa ilanı sözü vererek tahta oturmuş ve sahiden de önce meşrutiyeti ilan etmiş, ancak yakaladığı ilk fırsatta anayasayı askıya almış, meclisi de tatile yollamıştı. 1878’den 1908’e kadar, yani tam 30 sene boyunca ülkeyi bu şekilde yönetti ve ancak İttihatçılar Makedonya’da isyan edip dağa çıktıklarında meşrutiyeti yeniden ilan etmek zorunda kaldı. 

Hitler ise yeni bir rejim inşa etmekle birlikte o rejimin bir anayasası olup olmamasını umursamadı bile. İktidara gelmesinin üzerinden çok geçmemişti ki, mevcut anayasanın 48. maddesindeki “olağanüstü hal” uygulamasına başvurdu ve anayasayı askıya aldı, parlamenter sisteme son verdi.  Hitler rejimi, Hitler’in iki dudağı arasından çıkanın hukuk sayıldığı ve anayasası olmayan bir olağanüstü hal rejimi olarak 12 yıl yaşadı.

Türkiye’de 2015’te başkanlık sistemine geçiş tartışmaları yapılır ve 7 Haziran seçimlerine gidilirken, Erdoğan gayet açık sözlü bir şekilde “parlamenter rejimi askıya almış bulunuyoruz” demişti. 

Ortada henüz bir anayasa değişikliği girişimi yokken ve yapılacak değişikliğin referandumda kabul edilip edilmeyeceği belli değilken rejimin askıya alındığını söylemek ise açıkça bir “ara rejim” itirafıydı.

Sahiden de başkanlık referandumu ve seçimleri öncesi Türkiye’de sadece darbe dönemlerinde gerçekleşebilecek bir şey oldu ve anayasal düzen askıya alındı, sivil yönetim adı konulmamış bir “ara rejim” ilan etti. 

O zamandan bu zamana başkanlık sistemi bir anayasal statüye kavuşturulmuş olsa da, aslında hala fiilen anayasasız bir rejimde, süreklileşmiş bir ara rejimde ve resmen ilan edilmemiş bir olağanüstü hal rejiminde yaşadığımızı söyleyebiliriz.

Anayasanın fiilen hükümsüz olduğu ya da istenildiği gibi eğilip büküldüğü, anayasa hukukçularının yaşanan süreci “anayasasızlaştırma” olarak tarif ettiği bir yerde, fiilen anayasal yargıdan da söz etmek mümkün değildir. Tam da bu nedenle, alt mahkeme, anayasaya rağmen, Enis Berberoğlu hakkındaki Anayasa Mahkemesi kararını tanımadığını ilan edebilmiş ve bu kararında direnebilmiştir.

O halde Anayasa Mahkemesi’ne yönelik son zamanlarda yoğunlaşan saldırılar, bu fiili durumun yasal bir statüye kavuşturulması arzusunun bir yansıması olarak görülmelidir. Herhangi bir kontrole ve denge-fren mekanizmasına tabi olmak istemeyen rejimin devlet mimarisinde, Anayasa Mahkemesi gibi bir kuruma, rejimin istediğinin aksi yönündeki kararları nadiren alıyor olsa bile, yer yoktur.

Öte yandan üye bileşimi itibariyle bakıldığında, bir önceki cumhurbaşkanı döneminde atanmış üyelerin varlığı, yarın güç dengelerinin değişmesi durumunda mahkemenin daha fazla “bağımsız” karar alması gibi bir durum yaratabilir ki, iktidarın şimdiden “önleyici saldırı”ya geçmiş olmasının esas nedeni budur.

Yani kavga, bugüne dair olduğu kadar yarına da dairdir ve bu nedenle Anayasa Mahkemesi kapatılmasa bile, üye bileşiminde yapılacak kimi değişiklikler yoluyla kesin olarak kontrol alına alınabilmesi için gereken adımlar rejim tarafından önümüzdeki günlerde mutlaka atılacaktır.

Ekmek bulamıyorsanız…

Biliyoruz, Türkiye’de anayasayla birlikte askıda olan başka bir şey daha var artık: Ekmek.

“Askı” uygulaması elbette ki incelikli bir dayanışma türüdür, alan el ve veren el birbirlerini görmez, sadaka kültürünün uzağındadır, kişisel bir minnet ilişkisi yaratmaz, görgüsüzce değildir, göze batmaz, hengâmenin uzağında, sessiz ve sakince işler.  

Ancak, “askıda ekmek” diye bir siyasi kampanya yaparsanız, ekmekleri parti standından, parti ambleminin ve parti genel başkanının posterinin altında dağıtmaya kalkarsanız, orada işler değişir. Ortada incelikten ve askı uygulamasının mantığından eser kalmadığı gibi, işin içine reklam, propaganda, siyasi faaliyet girmeye başlar. Bu da en hafifinden insanların haysiyetleriyle oynamak demektir ve çok ayıptır.

Üstelik bunu bir de iktidar ortağı olarak yapıyorsanız, işler bütünüyle değişir. Bir yandan ekonominin uçtuğunu, ülkenin zenginleştiğini, dünya gücü haline geldiğini, eski Türkiye olmadığını iddia ederken, öte yandan insanların bir ekmeğe muhtaçlığını gösterecek şekilde kampanyalar düzenliyorsanız, yalan söylüyorsunuz demektir, yalancısınız demektir, halkı kandırıyorsunuz demektir. 

Panikle yaptıkları “askıda ekmek uygulaması ülkenin krizde olduğunu göstermez, bu bir milli histir, milli dayanışma hissidir” minvalindeki açıklamalar da düzenleyenlerin kampanyayı ellerine yüzlerine bulaştırdığını göstermektedir. Öyle ki tıpkı geçen seneki sebze meyve kuyruklarına “bolluk kuyruğu” denmesi gibi, şimdi de “Osmanlı’nın şaşaalı günlerinde de böyle yapılırdı, refah döneminde adettir” diye milliyetçi saçmalıklarla bezeli açıklamalar yapılmaktadır.  

Hani eski ekonomi bakanı, bugünlere gelinmesinde hiç dahli yokmuş gibi şimdilerde “Türkiye’yi krizden kurtaracak kişi” rolüne hazırlanıyor ve “milliyetçilik askıya ekmek koymak demek değildir” diyor ya, aksine, bir ideoloji olarak milliyetçilik, tam olarak öyle bir şeydir.

Milliyetçilik, açlığın, yoksulluğun, sefaletin üzerine örtülen hamaset örtüsüdür. Evine ekmek götüremeyenlerin, çoluğunun çocuğunun karnını doyuramayanların, ay sonunu getiremeyenlerin, “vatan millet Sakarya” edebiyatıyla uyutulması, uyuşturulmasıdır. 

Tam da bu nedenle, açlık, işsizlik, yoksulluk yükseldikçe hamasetin yükselmesi,  topluma daha çok milliyetçilik pompalanması, iktidarın resmi ideolojisi diyebileceğimiz Türk-İslam sentezinde milliyetçiliğin dozajının giderek artması bir tesadüf değildir. 

Türkiye’de düzen, yaşadığı krizin üstesinden gelemedikçe, halkın bugününü ve geleceğini çaldıkça, milyonlarca gence bir yarın vaat edemedikçe, dinselleşme gibi milliyetçiliği de yükseltmeye mecburdur.  

Ekmek yoksa yenecek olan şey din ve milliyetçiliktir; yani Ayasofya’dır, yani Doğu Akdeniz’dir, yani Dağlık Karabağ’dır, yani “yerli milli silah sanayi” masallarıdır, yeni-Osmanlı palavralarıdır, elde bir tek bunlar kalmıştır. 

Hayaller ve gerçekler 

Askıdaki anayasayla askıdaki ekmek arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır şüphesiz. Türkiye toplumu yoksullaştıkça, düzen topluma umut ve gelecek sunamaz hale geldikçe, toplumsal rızanın tesisinde zorlanıldıkça, dincilik ve milliyetçilikle birlikte halka daha çok sopa gösterilecek ve “anayasasızlaşma”, “hukuksuzlaşma” süreci daha da derinleşecektir. 

Bunun bir yanında kavramın gerçek anlamıyla “serbest seçimler”in imkânsız hale gelerek yerini bir tür “sopalı seçim”e bırakma ihtimalinin yükselmesi varsa, öbür tarafında da İslamcılığı ve milliyetçiliği tahkim edecek ve savaşa kadar uzanabilecek, yani anayasayı resmi olarak da askıya almayla sonuçlanabilecek bir dış politika vardır. 

Tüm bunlar ortadayken, düzen muhalefetinin bütün siyasal stratejisini ülkede serbest seçimlerin yapılacağı, iktidarın bu seçimleri kaybedeceği ve sonra da gitmeyi kabul edeceği varsayımı üzerine kurması da, “milli çıkarlar” diyerek dış politikada atılan her adımın arkasına takılması ve bunun iç politikayı dizayn için kullanılmasına izin vermesi de, yakın gelecekte yaşanacaklara dair önemli ipuçları vermektedir.

Durum buyken ve manzara ortadayken, ya hayallerle avunulmaya devam edilecek, ya da gerçekçi bir çıkış yolu aranacaktır. Ya halk kendi kaderini kendisi ele alacak, siyasete oyunu değiştirecek bir şekilde müdahale edecek ya da bu devran böyle dönmeye devam edecektir.