Türkiye’nin güdük burjuvazisi devriminin başkenti yapmıştı, Türkiye’nin azmanlaşmış burjuvazisi şimdi Ankara’yı tasfiye etmektedir. Sermayenin devleti özü ile şekli arasındaki son sınırları da ortadan kaldırmaktadır.

Ankara vs. İstanbul - Ankara’nın tasfiyesine reddiye II

Zenginlerin ikiyüzlülüğü, gaddarlığı ve her hücresine sinmiş gericiliğiyle kuruldu Konstantiniye, Konstantinopolis, Konstantin’in Kenti. Eski Roma çürüyordu, kuzeyin kabaran öfkesiyle darmadağın olmak üzereydi. Konstantin Yeni Roma’yı eskisinin hastalıklarından uzakta, güvende bir yer olarak tahayyül etmişti. Oysa sorun kentin yerinde değil kendisinde, kurucusundaydı. Kurucusu çözülmekte olan bir siyasi yapının dekadansına has tüm dinamikleri getirdi ve onları yeniden başka bir yerde imar etti. Kurulduğunda çürüyordu, hâlâ çürüyor. Yaklaşık 1700 yıllık tarihi boyunca ona her egemen olan sağlıklı bir damardan beslenmek yerine çürümüş bir dokudan zehirlendi. Ayakta kaldı, hem de Eski Roma barbarların savaş naraları ve yağma açlığı altında çözülürken en şatafatlı dönemlerine erişti. Ancak ayakta kalmayı her zaman daha güçlü olana ödün vererek, güçlü olanın dokusunu kirletmesine izin vererek sağladı. Sonunda doku o kadar bozuldu ki kendi başına kocaman istikrarsızlaştırıcı, fesat yuvası bir ura dönüştü. Bu kent hastalığı yok etmek isteyenlerin her zaman fethetmek zorunda kaldıkları bir kenttir. Ancak fethedeni de kirleten bir dinamiği vardır. Melodrama çalan, sulu gözlü Yeşil Çam filmlerinde elinde eski püskü valiziyle büyük hayallerini gerçekleştirmek için Haydarpaşa’da inen genç kızı kesinlikle “kötü yola düşürür” İstanbul. “Kötü yola düşürmek” başka bir kente yakıştırılmış mıdır, ya da başka bir kente bu kadar yakışmış mıdır, bilmem? Örneğin Giresun’un, Mardin’in, Isparta’nın, veya İzmir’in, ya da Ankara’nın kötü yola düşürdüğünü duydunuz mu?

Osmanlı Sultanlarının onu fethetme isteklerinin altında İslam peygamberine kadar uzanan kutlu bir müjdeden çok bu kötücül niteliği yatmaktadır. Fatih Mehmed’in bir kerelik fethi de yetmedi, ileri atılmak isteyenler birkaç kere daha fethetmek zorunda kaldılar. Örneğin 31 Mart gericiliğini bastırmak için gelen Hareket Ordusu bir kere daha fethetti. Örneğin reformcu III. Selim’i tahttan indiren Kabakçı Mustafa ve yanındaki zevatı bastırmak için Rusçuk Yaranı gelip İstanbul’u işgal etmek zorunda kalmıştı. II. Mahmut ileri atılmak için nerdeyse tüm İstanbul’u yeniçerilerin kanına bulamıştı. Ve Ulusal Kurtuluşçular, onlar hiç unutmadılar İstanbul’u, ona hiç güvenmediler. Nasıl güvensinler ki, onlar kurtuluş için, bağımsızlık için ileri atılacakken, İstanbul Pera’da, Galata’da ve diğer yerlerde sabaha kadar açık barlarda, pavyonlarda işgalci subaylar eğlendirmekteydi. Fiili işgalin başladığı 1918 ile resmen Kurtuluş’un orduları tarafından kurtarıldığı 6 Ekim 1923’e kadar, tarih şahittir, bir kere olsun direnmeye çalışmadı (Karakol Cemiyeti gibi İstanbul’dan Anadolu’ya gizlice silah kaçıran vatansever örgütleri dışarıda tutuyoruz tabii). Saltanat ve Hilafet, İngiliz yanlısı basın (İstanbul basını için bir norm olacaktı, her zaman emperyalizmle uyumlu olmayı görev bilecekti) hep birlikte işgalci Müttefik Ordularıyla didişmeden, itişmeden yaşadılar. Yine dışarıdan zapt edilmesi, fethedilmesi gerekti. 

Şimdi Türkiye sermayesinin çöplüğü durumundadır. Türkiye kapitalizminin her türden yapısal eşitsizliğinin, her türden yapısal bozukluğunun en ayan ve beyan görülebileceği yerdir. Sermaye üretken olmayan tüm işlevlerini buraya yığmıştır (ticaret, para, finans). Sektörler içinde emek sömürüsünün en yoğun olduğu, emek gücünün en korunaksız haliyle bulunduğu hizmetler ve inşaat gibi sektörlerin yuvasıdır. Bilgi olsun, 2018 yılında İstanbul’da üretilen hasılanın % 70’i hizmet sektörü tarafından üretilmektedir. Hizmet sektörü ise garsonların, ofis çalışanlarının, turizm çalışanlarının ve diğerlerinin ölesiye sömürüldükleri sektördür. İstanbul sömürünün ayyuka çıktığı cadı kazanıdır. Sorsanız Türkiye milli gelirinin üçte birini üretmektedir, oysa kendi üretmez. Malum bizim sermaye grupları palazlanınca genel merkezlerini İstanbul’a taşırlar. Sermayenin has vatanı uzunca bir süredir orasıdır. Hal böyle iken vergi kayıtlarına göre şirketlerin merkezi İstanbul’da göründüğü için İstanbul, şu müflis kent gerçekten üretir gibi görünmektedir. Oysa Marmara havzasının geri kalan sanayi merkezlerinin (Çorlu, Tekirdağ, Kırklareli, Kocaeli, Gebze, Bursa) üstüne çöreklenmiş bir parazittir. Proletarya oralarda üretir, sermaye İstanbul’da keyifle yer. Yerken de Boğaz’a nazır yalılarda mesken tutar, emekçiler salgınla cebelleşirken Boğaz kenarında fitness bisikletiyle ter atar. 

Amerikalı Marksistler Paul Baran ve Paul Sweezy bir ara tartışmaya açmışlardı; kapitalizmde hangi ekonomik aktivite gerçekten üretkendir, hangisi israftır sorusunu sormuşlardı. Cevaplarken kullandıkları kriter çok basit ve açıktı, eğer Sosyalizm kurulduğunda söz konusu ekonomik aktiviteye hâlâ ihtiyaç duyuluyorsa o üretken ve gerekli bir aktiviteydi. Sosyalizm geldiğinde hükmünü yitiren ve ihtiyaç konusu olmaktan çıkan aktiviteler ise üretken olmayan ve kaynak israfı anlamına gelen aktivitelerdi. Örneğin kapitalist toplumlarda mülkiyeti ve mülk sahiplerini koruyan hukuk sistemi Sosyalizmde ortadan kalkacaktır. Keza reklamcılık kapitalist rekabet ile birlikte yok olacaktır. Daha böyle pek çok ekonomik aktivite ve sektör bulunabilir, listesi çıkarıldığında görülecektir ki ekserisi bugün Hizmet Sektörleri başlığı altında topladığımız sektörlerdir. Dolayısıyla Sosyalist Türkiye’de İstanbul ıskartaya çıkacaktır, hayırlı da olacaktır.

Geldiği noktada bir azgelişmiş bağımlı kapitalizmin, diğer türdeşlerine pek benzeyen üçüncü dünya metropolüdür. Şimdi sermaye egemendir, sermaye onu daha önceki fatihlerinden daha hızlı ve derinlikli bir şekilde bozmuştur. Şimdi bu kent için Ankara tasfiye edilmektedir. Tasfiyeye temel olsun diye ortalara attıkları “İstanbul’u finans merkezi yapma” hedefiyle başlayalım. Öncelikle akıllarında New York (Wall Street), Londra (City), Frankfurt veya Tokyo gibi para sermayenin kutsal mekanları var herhalde. Ancak İstanbul onlardan biri olamaz. Olmaz çünkü azgelişmiş kapitalizme ait bir keşmekeştir. Olamaz, çünkü olabilmesi için akışkan finansal sermayeye iki şeyi vaat etmesi gerekir; güvenlik/güvenilirlik (ki yok, olsaydı Türkiye’nin karşılığında yüksek bedel teklif ettiği swapları bile reddetmezlerdi) ve yüksek kâr (bu da olmaz; finansal sermaye için getiri, bizim için kayıp anlamına gelecekti. Ancak sorun şu ki bir şeyi kaybetmeniz için önce ona sahip olmalısınız. Bizde pek bir şey kalmadı). Dolayısıyla olmayacak bir duaya amin demeye çalışmaktalar. 

Erdoğan zamanının çoğunu İstanbul’da geçirmektedir, Ankara’ya gelişi artık sıra dışı bir olay gibi algılanmaktadır. Damatları Berat Albayrak da güya ekonomiyi İstanbul’dan yönetmekte, nadiren başkente gelmektedir. Başkanlık sistemi Türkiye’de kapitalist devletin yapısının bozulmasındaki son adımdır, devletimiz artık tarihsel olarak standart bir burjuva devlet mekanizmasının bile çok uzağındadır (ki aslında bu küresel bir trenddir). Artık arkaik, anakronistik bir kabile devletini andırıyoruz. Yürütme kişiselleşmiştir, ve kişiselleşmiş yürütme Ankara’yı değil İstanbul’u tercih etmektedir. O ve damadı İstanbul’un saraylarındaki çalışma ofislerini Ankara bürokrasisinin boğucu ağız kokusuna yeğlemektedirler. Bürokrasiye ihtiyaçları olunca yüksek bürokrasi İstanbul’a gitmektedir. Ancak bu yetmiyor gibidir. Şimdi özellikle ekonominin yönetiminde önemli bazı kurumları İstanbul’a taşıyorlar. Örneğin Merkez Bankası İstanbul’a gidiyor. Keza Hazine de İstanbul’a taşınıyor. Çok manidardır. Merkez Bankası finansallaşma, Hazine ise borçlanmayı ima etmektedir. Bu iki kurum Türkiye kapitalizminin sermaye yanlısı programının eli ayağı konumundadır. Finansallaşma ve borçlanma ise Janus’un iki yüzü gibidir. Birisi sermayenin doymayan açlığını, diğeri fukaranın bitmeyen açlığını simgelemektedir. Sermayenin en okkalı araçları şimdi sermayenin bozuk ve dejenere anavatanına gitmektedirler. Türkiye’nin güdük burjuvazisi devriminin başkenti yapmıştı, Türkiye’nin azmanlaşmış burjuvazisi şimdi Ankara’yı tasfiye etmektedir. Sermayenin devleti özü ile şekli arasındaki son sınırları da ortadan kaldırmaktadır. 

Peki devletin geri kalanı? Ne işe yarıyorlar ki? Misal, Başkanlık denilen sistemde TBMM’nin ne işe yaradığını bilen var mı? Ya da hâlâ bir işe yaradığına inanan var mı? Neredeyse her daim kapalı, yetkisiz bir kurum (son vekil ihracında görüldüğü gibi açık olmasına da gerek yok). Ancak Türkiye istisna değil, tüm kapitalist dünya artık sermayeyi sıkmaya başlayan temsili burjuva demokrasisinin son kalıntılarının yok edilmesine şahitlik etmektedir. Devletin denetim ve kontrol mekanizmaları mı? Geçenlerde Sol Portal’da çıktı, Sayıştay’ın yetkileri AKP döneminde kuşa döndürüldü, artık anlamsız bir kurumdur. Diğer Bakanlıklar mı? Başkanlık sisteminde yetilerinin önemli bir bölümünü Cumhurbaşkanlığı’nın alt birimlerine ve ona bağlı ofislere bıraktılar. Artık bir güçleri ya da önemleri var mı? Olsaydı Corona sürecinde Sağlık Bakanlığı ve Bilim Kurulu’nun bir hükmü olurdu değil mi? Tam tersine Bakan ve Bilim Kurulu’nun pek de cesur olmayan üyeleri sürekli sokağa çıkma yasağını tarif ettiler (gerçi açıktan telaffuz edemediler ama), ancak Erdoğan’ın dediği oldu. Velhasıl kelam Ankara işlevsiz bir kamu bürokrasisi ve işlevsiz kamu kurumlarının egemen olduğu işlevsiz bir başkent olmaya doğru gitmektedir. Tasfiye edilmektedir. Sermaye onunla işini bitirmiştir, peki bizim işimiz bitti mi?  Bitmedi, Yakup Kadri’nin Ankara’sında Selma Hanım’ın muhayyilesini ele geçiren acayip tesir ve sert cazibe hâlâ bizi çekmektedir kendine. Ankara bir mevzidir. 

Şimdi bazı yoldaşlar bize ne yahu kapitalist devletin geçirdiği evrimden diye sorabilirler. Sormasınlar, birkaç nedenden dolayı. Öncelikle politika yapmak isteyen sosyalistler için politika çoğunlukla kuramdan farklı olarak ikili bir almaşık sistemi içinde seçim yapma zorunluluğudur, İngilizcesiyle “binary” bir süreçtir. Yani ikisinden birini seçmek durumundasınızdır; Ankara vs. İstanbul. Ankara tüm deformasyonu ve yapısal bozukluğuna rağmen güdük burjuva devriminin son noktası, Burjuva Cumhuriyeti’nden bakiye olarak ne kaldıysa onun mekanıdır. İstanbul ise tarihsel, ekonomik ve sosyolojik olarak gericiliktir. Seçim sizin.

İkincisi bir fizik kuralıyla ilgilidir. Gelecekte olabildiğince ileri sıçramak istiyorsanız ilk yapmanız gereken şey bugün bulunduğunuz mevziden geriye doğru sürüklenmeyi engellemektir. Geriye itilmeyi engelleyemezseniz ileride sıçradığınızda beklediğinizden geriye düşersiniz. Bugün Ankara’dayız. 

Üçüncüsü ikincisiyle bağıntılıdır. Sosyalizm insanlığın gördüğü ileriye doğru en uzun sıçrayıştır. Bu topraklarda sosyalist sıçrayışın menzili şu anda bulunduğumuz yere de bağlı olacaktır. Şu anda Ankara’dayız. Sırf bu nedenlerle Ankara’nın tasfiye edilmesini reddetmek zorundayız. 

Bitirirken sözü ve yorumu büyük ozanımız Ruhi Su’ya bırakalım (Ankara’nın Taşına Bak):