Bu ülkenin, hangi renkten olursa olsun, sağcıları Ankara’ya bir türlü ısınamadılar. İslamcılar için güdük de olsa burjuva devriminin modernist ve seküler damarının temaşaya çıkmış hali olduğu için makbul değildi; Osmanlıcılıktan dolayı İstanbul’u özledirler her daim.

Ankara vs. İstanbul - Ankara’nın Tasfiyesine Reddiye I

Eğer Adana tarafından geliyorsanız Pozantı’ya kadar Torosların derin yeşilliği ve muhteşem doğası içinde yolculuk edersiniz. Otobüs sanki Karacaoğlan’ın gizli diyarına doğru yolculuk eder gibi gelir. Pozantı’dan sonra ise manzara-i umumiye kökten değişir. Oradan Ankara’ya kadar sanki Terra üstünde değil de Merkür’de seyahat ediyorsunuz izlenimi doğuran boz ile kahverengi karışımı bir ıssızlık içinde ilerlersiniz. Manzara hep aynıdır, bir kaç kasaba ve kent merkezi dışında. Aslında kasabalar ve kentler bile manzaradan ayırt edilemez durumdadırlar. Onlar da inadına gridir. Tuz Gölü kenarına geldiğinizde görüntü artık iyice fütürüstük bir yalnızlık duygusu yaratır. Eğer Bursa tarafından geliyorsanız Bozüyük’e kadar muazzam bir yeşillik içinde bir tür Anadolu safarisi yaşarsınız, ancak Bozüyük’den sonra sanki bir doğal afet alanına girmiş gibi olursunuz. Yeşillik biter,  bu defa karaya çalan bir kahverengi-boz karşımı bir arka plana katlanmak zorunda kalırsınız. Giderek güzelleşen Eskişehir bile bozamaz tekdüzeliği. Eğer Kuzeyden ya da Kuzeydoğudan yanaşıyorsanız Ankara’ya doğa aynı görünümü sunacaktır. Örneğin Ankara ile Sivas arası sanki nükleer felakete kurban gitmiş bir coğrafya izlenimi uyandırır. Issızlık, ıssızlık, yine ıssızlık. Afyon tarafından Ankara’ya yapılacak bir seyahat de aynı hissi uyandıracaktır açıkçası. Grilik, boza çalan kahverengi, sürekli aynı görüntü; sanki post-apokaliptik bir dünyadan geçmektesiniz hissi. Siyaseten ve tarihsel olarak önemli bir yere gittiğinize dair pek bir emare yoktur.  

Yakup Kadri’nin Ankara’sı çok büyük bir romandır. Romanın kahramanı İstanbullu Selma Ankara’ya Milli Mücadele zamanında gelir, gelmek zorunda kalır. Çünkü Ulusal Kurtuluşçular akın akın Ankara’ya gelmektedirler. Kocası gelince o da gelir Ancak geldiğine hiç memnun olmaz. Bugüne kadar hiç bir İstanbullu ya da İzmirlinin Ankara’ya ısınabildiğini görmedim; anlaşılan o vakit de öyleymiş. Bir yerde Selma Ankara’ya bakarak düşünür:

Selma Hanım, bunları düşünürken, gözleri, oturduğu yerden, Ankara’nın keskin ve yalçın profiline ilişti ve tatlı bir tahayyül esnasında birdenbire acı, katı bir realite ile karşılaşan bir kimse gibi yüreği burkuldu. Bir çölün ortasında bir kaya parçasından hiçbir farkı olmayan bu şehrin manzarasında acayip bir tesir, insanı kendine çeken sert bir cazibe vardı.” 1

Vardı; bu acayip tesir ve sert cazibe, tüm budamalara ve tüm iğdiş etmelere rağmen hala vardır. Garip bir şehirdir Ankara, sert ceviz gibidir. Kırmak gerekir içine nüfuz edebilmek için. Bu satırların yazarının doğduğu değil ama doyduğu yerdir. Dolayısıyla memleketidir. Ankara’yı çepeçevre sarmalayan ve bir nebze içine de sızan çorak grilik ve kahverengilik elbette ki ürkütür onu da herkes gibi. Ancak hiçbir şey onu bu garip, yalçın kaya gibi duran ve bir devrimin kalbi olan kentten soğutamaz. 

Özellikle AKP'li belediye döneminde iyice budanmış ve iğdiş edilmiştir. Hatta bu çözülme ve erime Özallı yıllara kadar bile geri götürülebilir. Güdük de olsa burjuva modernizasyon sürecinin bir ürünü olan Ankara’dan geriye pek de bir şey kalmış sayılmaz bugünlerde. Hani Hasan Hüseyin’in mısralarına konu olan şu ünlü Güvenpark’taki yamru yumru ve kara taştan anıt var ya, işte o hala var ancak artık Güvenpark yok.  Güvenpark şimdilerde dolmuş duraklarından ibaret bir garip alandır. Kızılay mı? O ise artık fast foodcular, simitçiler, sürücü kursları ve diğer garabetler tarafından ele geçirilmiş anlamsız bir mekandır. Ulus, yani Burjuva Cumhuriyet’in asli doğum yeri artık işportacıların cumhuriyetidir. Ancak tüm bu bozulmaya karşın bu garip kent Selma Hanım’ı etkisi altına alan acayip tesire ve sert cazibeye hala sahiptir. 

Bu ülkenin, hangi renkten olursa olsun, sağcıları Ankara’ya bir türlü ısınamadılar. İslamcılar için güdük de olsa burjuva devriminin modernist ve seküler damarının temaşaya çıkmış hali olduğu için makbul değildi; Osmanlıcılıktan dolayı İstanbul’u özledirler her daim. Liboşlar için ise devletin ceberut suretinin ve mutlak gücünün Akropolis’iydi, sermayenin fink attığı ve dokusunu sürekli bozarak yaşanmaz hale getirdiği İstanbul’u tercih ettiler her zaman. Parayı bulanlar, ünü yakalayanlar, medyatik olanlar, biraz tecrübelenenler, ekserisi İstanbul’a kaçtılar. Ankara’yı sevmediler, sevemediler. Kafayı dış görünüşüne, griliğine ve soğukluğuna taktılar. 

Belki Ankara’yı sevmemelerinin, sevememelerinin başka sebepleri de vardı. Örneğin Osmanlıcılıklarını artık hiç gizlemeyen, üstelik tarihi deforme ederek garip mitler yaratan İslamcılar Ankara Savaşı’na kızmış olabilir mi acaba? Öyle ya, 1402’de Ankara yakınında Timuriler Yıldırım Bayezid’in ordularını yendiler. Yıldırım olan Bayezid mi? İngilizcede “underrated” diye bir kavram varır, küçümsemek anlamına gelir. İşte Yıldırım olan Bayezid sağcı Türk-İslamcı tarihçiler için hep “underrated” bir durumdadır. Neden mi? Çünkü yenilmiş bir padişahtır. Oysa aynı Bayezid Ankara Savaşı’ndan sadece 6 yıl önce bazı Batılı tarihçilerin deyimiyle mini bir dünya savaşını kazanmıştı, Niğbolu’da neredeyse tüm Avrupalı milletlerden oluşan bir orduyu müthiş bir askeri taktikle hem de çok kısa bir sürede yerle yeksan etmişti. Bayezid saltanat ömründe İstanbul’u tam dört kere kuşattı, ısrarla almak istedi. Neden istedi? Osmanlı için Doğu Roma’nın son bakiyesi İstanbul sürekli olarak kışkırtıcı ve istikrarsızlaştırıcı oldu. Sağlıklı bir bünyenin tam ortasına yerleştirilmiş malin tümör gibiydi. Sıkıştıkça hazinesindeki son kuruşuna kadar Avrupa’dan paralı asker toplayan, nefesi kesildikçe diğer beylikleri kışkırtan, küçüldükçe Osmanlı saray politikasına karışan anakronistik, tarih dışı bir yapıya dönüştü. Bu İstanbul’un laneti olacaktı. Fatih olan Mehmed hangisine karşı daha çok mücadele verdi acaba?  Doğu Roma’nın bitik askeri gücüne karşı mı? Bizansın Osmanlı Sarayında maaşa bağladığı müttefiklerine karşı mı?  Genelde Çandarlı sülalesi, özelde ise Mehmed’i bir kez tahttan feragat ettiren ve babasını tahta yeniden çıkartan Çandarlı Kara Halil Bizans yanlısı siyasetin bendesi durumundaydı. Nitekim Fatih olan Mehmed içerideki uru kesip atmak için İstanbul’u fethetmek zorunda kaldı, fethetti, uzun beklemedi Çandarlıyı ve ailesini katletti. İçerideki düşmanı tepelemek için İstanbul kaynaklı fesadı bitirmek zorunda kaldı. İstanbul bu toprakların ilericilerinin gericiliği yok etmek için zapt etmek zorunda kalacakları bir yer oldu her vakit. Fatih olan Mehmed’in dedesinin babası Yıldırım Bayezid Timur’un Sivas’ı aldığını duyunca apar topar orduyu topladı, Ankara yakınlarına Çubuk Ovası’na geldi. Önce Türkmen beyleri ihanet etti, adamlarıyla karşı tarafa iltihak ettiler. Sonra Osmanlı Sarayının işbitirici taifesi artık iş bitti, bari hanedanı kurtaralım diye şehzadeleri kaçırdılar savaş meydanından. Oğulları bile Bayezid’i terk ettiler. Geriye kalan az sayıdaki erat ve zevatla savaştı, hem de çok iyi savaştı. Ancak olmadı, esir düştü.  Timur onu zincirledi ve bir yıl sonra ölene kadar yanında gezdirdi. Onun esareti Osmanlının mağlubiyetini simgeliyordu. Akşehir’de öldü, kronikler kahırdan öldüğünü söylerler, bilinmez. Belki de Timur sıkıldı, katletti. İstanbul’u almak isterken Ankara’da esir düştü. 

İstanbul, Konstantiniye ise neredeyse yoktan var edildi.  Roma İmparatorluğu tarihinin gördüğü en hunhar ve en fırsatçı imparatorlardan I. Konstantin, ya da Hristiyanların adlandırmasıyla Büyük Konstantin aslında İstanbul’un bir bölümünde mesken Yunan sitesi Byzantium’a el attı ve onu Roma kent mimarisine uygun bir tarzda yeninde imar etti. 324 aslında İstanbul’un kuruluş tarihi olarak kabul edilmelidir. Bu hesapla Ankara İstanbul’dan daha yaşlıdır. Konstantin belirtildiği gibi Roma tarihinin en ikiyüzlü ve en vahşi otokratlarındandır. Oğlu Krispus’u zehirlemiş, karısı Fausta’yı kaynar suda haşlamıştır. O Sezar olduğunda Roma tetrarşi (dörtlü yönetim) çağındadır; İmparator Diocletian artık yönetilmesi zor imparatorluğu ikiye bölmüş ve Batı ve Doğu’nun birer Augustus ve birer Sezar tarafından yönetilmesi ilkesini getirmişti.  Bunun giderek dağılan imparatorluğu bir arada tutacak reçete olduğuna inandı herhalde, olmadı, tam tersine yol açtı. Dört mini imparator birbirini yemeye başladı. Her biri kendini Roma’nın tek imparatoru, diğerlerini ise hain ilan etti. Son çatışma başladığında Konstantin İngiltere’de, York’da Sezar idi. Askerleri onu imparator ilan ettiler. Dört rakiptiler, Doğuda Licinius ve Maximinius Daia, İtalya’da Maxentius ve York’da Konstantin. Maxentius görünüşte en güçlüleriydi, Licinius en zenginleri (malum Küçük Asya, Suriye ve Mısır Roma İmparatorluğunun asli gelir kaynaklarıydı) ve Konstantin de en zeki ve en kindarları. Önce Licinius ile ittifak oldu ve Maxentius’un üstüne yürüdü (Maximinius Daia’yı alt eden Licinius ile sonra hesaplaşacaktı). Roma’nın hemen dışında Tiber Nehri üstünde Milvian Köprüsü’nde oldu savaş. Daha güçlü olmasına rağmen kötü bir taktiğe kurban giden Maxentius yenildi. Askerleriyle birlikte son hamleyi yaparken Tiber’de boğuldu. Kindardı, Maxentius’un cesedini nehirden çıkarttırdı ve kafasını kesti. Maxentius’un kesik başı uzunca bir süre Roma’da halka açık bir yerde sergilendi. Daha sonra onu azizleştiren Eusebius türünden yalaka Hristiyan yazarlardan bazıları savaşın hemen öncesindeki gece uykusunda tanrısal bir işaret aldığını ve ertesi gün askerlerinin kalkanına İsa’yı simgeleyecek bir işaret çizdirdiğini aktarmaktadırlar. Büyük bir ihtimalle kurmacadır, yalandır. Henüz küçük bir grubun inandığı Hristiyanlığı resmi devlet dini haline getirdi. Önce ezilmişlerin, kölelerin ve dışlanmışların diniydi. Konsatantin onu zenginlerin ve egemenlerin dini haline getirdi. Sonra bu lanetle kurdu İstanbul’u. Bir daha dönmedi Roma’ya, şimdi büyük heykelinden geriye kalan pek soğuk ve gaddar bakışlı kafası Capitoline Müzesinin duvarının dibinde sergilenmektedir. İstanbul zenginlerin yeni dininin merkezi olarak kuruldu. Öldükten sonra Katolik Kilisesi onu aziz ilan etti, halbuki Hristiyan olup olmadığı bile bilinmiyordu (büyük olasılıkla değildi). Kilise’nin Aziz listesinde Hristiyan olmayan tek aziz olarak tarihe geçti. Tarihsel bir ikiyüzlülük idi. Kurduğu şehir ondan devraldığı ikiyüzlülüğü, gaddarlığı ve sinik bir gericiliği çağlar boyu aktardı, bugüne kadar. 
  
[Devamı Haftaya]

  • 1. Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1987), Ankara, İletişim, s. 44.