Bu tür yakınmalarla karşılaştıkça, “Toplumcu Anayasa için Taslak” başlığını taşıyan belgedeki iki maddeyi hatırlıyorum.

Anayasa değişikliği mi?

Yoksa yeni anayasa mı?     

Şubat ayının ilk günü, hükümet mi, bakanlar kurulu mu, kabine mi, hangisinin uygun düştüğü belirsiz, aslında hiçbirinin uygun olduğu söylenemeyecek görevliler topluluğunun gerçekleştirdiği toplantıdan sonra konuşan Erdoğan, beklentilere karşılık vermektense, sürpriz bir başlık ortaya attı. Küresel salgın gerekçe gösterilerek uygulanan yasakların hangilerinin gevşetileceği, hangi yeni kısıtlamaların getirileceği, aşılamanın durumu ve geleceği, kendi geleneksel tabanı sayılagelmiş esnafları “rahatlatacak” birkaç önlemin duyurulup duyurulmayacağı, ayrıca okulların nasıl açılacağı ve benzeri konularda açıklamalar beklenirken, onlara ya hiç değinmeden geçti ya da bilinenleri üç beş sözle geçiştirdi. 

Buna karşılık, bir anayasa değişikliği gereğini ortaya attı ve ortaklarıyla uzlaşmaları durumunda konuyu “önümüzdeki dönemde” geliştirip sonuçlandırabileceklerini söyledi. Hem cümlenin başındaki “belki” sözcüğü, hem o dönemin uzunluğu konusunda ve genel olarak belirsizlik taşıyan anlatım, söylenenler üzerinde uzun boylu durmak için erken olduğu izlenimi yaratıyordu. Ama, sadece saatler sonra, küçük ortaktan  “ne kadar uygun buyurdunuz” açıklaması geldi. Ayrıca, kendi adamlarından bazıları, itaatkârca emir tekrarı yaptılar; başkalarının da katılmaları beklenir. Bu arada, meclis başkanı, bize eski anayasa hocalarımızın “siyasi partiler ve seçim yasalarının daha önemli olduğu” uyarılarını hatırlatacak biçimde siyasi partiler kanununun değiştirilmesi gerektiğinden söz etti.

Uzatmamak koşuluyla, birkaç değinme yararsız sayılmaz.

***

İlkin, en başta yanıtsız bıraktığımız soru: Anayasa değişikliği mi yeni bir anayasa mı? Aradaki farkı belirtmeye bile gerek yok. İkincisinin, en azından, küçük de olsa bir olasılık ve hayali cihan değer bir umut olarak akıllarda bulundurulduğu düşünülebilir. Bir yandan, 2007 ile 2017 arasındaki on yılda zaten  üç kez anayasa değişikliği yapıldığı için, öte yandan, az önce değindiğimiz konuşmada şu sözler yer aldığı için: “Ne kadar değiştirirsek değiştirelim Anayasa'nın ruhuna dercedilen darbe ve vesayet izini silmek mümkün olmuyor. Daha önce yeni bir anayasa girişiminde bulunmuştuk. (…) Belki de şimdi Türkiye'nin tekrar yeni bir anayasayı tartışmasının vakti gelmiştir.”

Böyle bir durumda, sözgelimi, cumhuriyetin niteliklerinin değiştirilmesinin değil, başta laiklik olmak üzere onları anlatan kavramların, değiştirilmeleri teklif dahi edilemez hükmü bulunduğuna göre, başka maddelerde tanımlanarak bir tür arkadan dolanma yoluyla ortadan kaldırılması tasarlanıyor olabilir. Ancak, bunun hâlâ hayal bile edilemez ya da aşırı iddialı bir hedef olduğunu söylemek gerekir.

Buna karşılık, daha alçak gönüllü hedefler söz konusu olabilir pekâlâ. Artık neredeyse her şeyin üstündeki güncel hedef konumuna yükselmiş olan mutlaka iktidarda kalmanın araçları geliştirilebilir. Örneğin, cumhurbaşkanlığı için iki kezden fazla aday olunamaz kuralı esnetilebilir. Seçimlerde ilk tur için yüzde elli oy sınırı aşağıya çekilebilir. Seçim yasasındaki değişikliklerin izleyen bir yıl sonuna kadar yürürlüğe girmemesi kuralı bir anayasa maddesi ile kaldırılabilir. Ayrıca, izin almadan toplantı ve gösteri yapılabilmesi hükmü, bugün yaygınlaştırılmış bulunan yönetsel kararlarla önleme ve yasaklama uygulamalarını kurallaştıran biçimde değiştirilebilir. Can sıkan ya da can sıkma potansiyeli taşıyan kurumlar anayasal kurum olmaktan çıkarılabilir. Nihayet, belki de en önemsizlerinden biri olarak, cumhurbaşkanı yemin metni ya tarafsızlık ve benzeri sözcükler silinerek değiştirilebilir ya da tümüyle anayasa metninin dışında bırakılabilir.

***

Bütün bunlar ve bunlara benzer niyetler ya da planlar yeterince tehlikeli olmakla birlikte, bana bu yazıyı asıl yazdıranın son günlerde değişik yerlerde birkaç kez tanıklık ettiğim bir yakınma olduğunu söylemeliyim. Özetle, “Bıktık artık yıllarca ve on yıllarca sahnede olan profesyonel politikacılardan!” yakınmasıydı bu.

Gerçekten, neredeyse bir üflemeyle yıkılacak kadar çürümüş kapitalizm, emekçilere herhangi bir çözüm, yenilik, iyilik vaat edemezken, aynı kısırlık seçtiği politikacılarda da sürüyor. Köhnemişlik ve çaresizlik politikacıların yıllanmışlığına yol açıyor. Sonuç olarak, neredeyse  ömür boyu süren ve birçok ülkede, bizim halkımızın güzel sözüyle, bal tutanın parmağını yaladığı bir meslek ortaya çıkmış oluyor. 

Bu tür yakınmalarla karşılaştıkça, “Toplumcu Anayasa için Taslak” başlığını taşıyan belgedeki iki maddeyi hatırlıyorum. Türkiye Komünist Partisi tarafından ilk kez 2007’de hazırlanıp yayımlanan, 2017 yılında ise açıklayıcı ve güncelleştirici bir sunuşla birlikte yeniden emekçi halkımızın bilgisine sunulan o metnin 18. Maddesinde şunlar yazılıydı:

“Türkiye Cumhuriyeti’nde, Yüksek Meclis’e ve öteki yerel meclislere seçilen temsilciler, üretim ve karar mekanizmaları arasındaki bağların dolayımsız duruma getirilmesi gereğinden dolayı seçilmeden önceki iş, görev ya da öğrenimlerine devam ederler. Yüksek Meclis ve diğer meclislere görevlerinden dolayı herhangi bir ek maaş ödenmez.”

Buradaki terimlere takılmaya gerek yok. Örneğin, “yasama, hükümet oluşturma ve yürütmeyi denetleme konularında en yüksek organ” olarak tanımlanan “yüksek meclis” yerine başka bir ad bulunabilir. Adı üstünde bir taslak bu. Önemli olan işin özü: Belli makamlara, organlara seçilmiş kişiler için oralardaki görevlerin, bu anlamda, siyasetin ömür boyu ya da çok uzun süreler boyunca yürütülecek bir meslek, bir geçim kapısı olarak anlaşılmaması.

Hemen ardından gelen madde 19’da ise uygulamada gözetilecek temel yaklaşım açıklanıyor:

“Yönetim mekanizmalarının ve buradaki görevlilerin emekçi halktan kopmaları ve toplumun çıkarlarını göz ardı etmeleri engellenir. Devlet örgütlenmesinde yöneticilik sorumluluğu olan kişilerin bütün toplumsal örgütlenmelerin gereksinim ve sorunlarından düzenli biçimde haberdar olmalarını sağlayacak, toplumsal olarak denetlenen iletişim mekanizmaları kurulur. Yöneticilerin görevlerini yerine getirmeleri için onlara sağlanacak olanaklar, toplumsal olarak izlenebilir ve denetlenebilir saydamlıkta, kişisellikten uzak, yöneticilerin kolektif çalışma bilinçlerini her zaman diri tutacak nitelikte olacaktır.” 

Bu satırları okudukça, hep şöyle bir görüntü geliyor gözlerimin önüne: Yurttaşların bilinçli olarak seçip görev sürelerini belirledikleri, her kesimden, her alandan, her meslekten temsilciler, kuralları, yasaları, düzenlemeleri oluşturmak, uygulamaları gözden geçirip denetlemek üzere ulusal ve yerel meclislerde toplanıyorlar. Görevlerini gereğince yerine getiremezlerse seçmenleri tarafından geri çağrılacaklarını bilerek gelmişler. Çalışmalarını tamamladıkça toplumsal işbölümünde üzerlerine düşen asıl görevlerini sürdürmek üzere işyerlerine dönecekler. Bir de, benim pek kişisel bir fantezim midir nedir, üzerlerinde  alanlarını, mesleklerini simgeleyen, ülkenin yetenekli sanatçıları tarafından stilize edilmiş ve kendilerinin beğenip seçtikleri giysiler var. Toplumun iyiliği için emek verme bilincinin, yaptığı işe inancın, dostluğun ve inceliğin bir araya geldiği bir görüntü… 

Boş hayal mi? Hiç sanmıyorum. Ama çok değil biraz zaman, daha çok da mücadele ve inat gerekiyor.

Kısa bir anma notu: Dört gün önce gerekli açıklamalarla birlikte burada yer verdi arkadaşlar. Rusya’da Boris Yeltsin, 1 Şubat olan 90. doğum gününde yetiştirmeleri tarafından törenler ve övgülerle anılmış. Kulakları çınlasın bizim Yalçın Hoca, onun için “sarhoş faşist” derdi. Kimse yakışıksız bulmamalıdır. Şunu unutmadan: Sarhoş olmayan faşisti, faşist olmayan sarhoşu, pıtrak gibi bitiveren oligarkı, parti ve devlet yönetimi içindeki iki dinlisi, hepsi ve daha fazlası, emekçi insanlığın şimdiye kadarki en büyük devriminin gerçekleştirildiği o topraklarda ortaya çıkmıştır. Bu kötücül türlerin filizlenip yaygınlaşması kesin olarak engellenmedikçe kurtuluşun güvence altına alınamayacağı ise binlerce nasihate bedel bir musibet olarak durmaktadır.