Bugün yeniden yazmam gerekse, o “anti-hayat” yerine daha güzel bir söz bulmaktan başka bir değişiklik yapmazdım. Bir de, belki, şöyle bir ek: Sömürücü sınıfların doymak bilmeyen azgınlıkları dayanılmaz boyutlara ulaşmışken ve siyasal kadrolarının zorbalıkları tarihsel örneklerini geride bırakırken, sosyalizm hâlâ masalımsı bir kurtuluş hayalinin ötesine geçip yakın ve somut hedef olmuyorsa, emekçilere ya ölümü beklemek ya topluca intihar etmekten başka seçenek sunulmuyor demektir.    

Akıl bozan

Ara sıra anılarla şunlarla bunlarla karıştırarak yazdığım oluyor; karıştırmak yerine harmanlamak da deniyor kimi zaman. Yazdıklarımın kuruluğunu gideriyor biraz, sanki bir parça canlılık katıyor. Niyetim bu kez de öyle yapmak. Ayrıca, bir bakıma da geçen haftadan devam olacak. Ancak, kişiselliğin dozu kaçabilir, şimdiden özür dilemem gerekiyor. 

Toplumsal Kurtuluş dergisinin Ocak 1988 tarihli 7. sayısının imzasız arka kapak yazısından bir alıntı ile başlıyorum.

“Dünya sosyalizmi, 1930 yıllarının ‘popular front’ arayışları ile büyük bir demokratizm ve 1940 yıllarının antifaşist rezistanslarıyla da büyük bir populizm hastalığına yakalanmıştır; tarihsel gereklilikleri tartışma dışında bırakılan insanlığın bu iki büyük serüveni, dünya sosyalizmine demokratizm-populizm hastalığını bırakarak dönemini kapamış oluyor. Bunlara ek olarak, Türkiye’nin yakın geçmişindeki iki askeri darbe de, Türkiye’de, Mesut Odman arkadaşımızın bir toplantımızda kullandığı yerinde bir niteleme ile aklını demokrasi ile bozmuş bir tür eski sosyalistlerin ortaya çıkmasına yol açıyor.”

İmzasız yayımlanmakla birlikte Yalçın Küçük tarafından kaleme alındığını bildiğim bu yazının üzerinden 32 yıldan daha uzun bir süre geçmiş. Oradaki yakıştırmayı  dillendirmeden önce birkaç yıl kadar kafamda dolaştırdığım da hesaba katılırsa, en az 35 yıl öncesine ulaşırız. “En az” diyorum; çünkü, bu demokrasi ile aklını bozma konusunun hiç aklımdan çıkmaz oluşunun geçmişi daha da eskilere uzanır. 

O eski günlerde televizyonlarda sık sık gösterilen bir reklam filmi vardı. Hekim kılığındaki birisi, bir başkasına art arda farklı nesneler göstererek “bu ne” diye soruyor ve her defasında aynı yanıtı alıyordu. Adamın yanıtı hep aynıydı; kendisine gösterilen birçok farklı nesnenin her biri için reklamı yapılan ürünün marka adını söylüyordu. Sonunda, hekim patlıyor ve kızgınlıkla söyleniyordu: “Bırak artık onu kardeşim.” Çaresizlik içinde boynunu büken adamın yanıtı şuydu: “Hiç aklımdan çıkmıyor ki!”

Diyeceğim, ona buna aklını demokrasi ile bozmuş suçlaması ya da eleştirisi yöneltirken, kendim de tersinden aynı bozuklukla mı sakatlanıyorum acaba kaygısına kapıldığım bile oluyor neredeyse.

Şu son satırlar, bir günah çıkarmanın ya da, zaman zaman aynı ritüelin bizim saflarımızdaki yansımasına dönüşebilen, özeleştirinin işareti sanılmasın. Hristiyan falan değilim şansıma ve aklıma şükür. Daha önemlisi, bu konuda kendimi eleştirmemi gerektirecek bir yanlış içinde olduğumu hiç düşünmedim. Sosyalist İktidar Partisi’nin Haziran 1997 tarihli “Sosyalizm ve Aydınlar” konulu panelde anlatmak için hazırladığı ve hemen sonra da yayımladığı şu notları yayımlamış, üstelik hiçbir zaman bunları çelen tek söz etmemiş biri için başka türlüsü de mümkün  olmazdı zaten:

“Sosyalizm dünyaya bir kez daha gelecek ve geri dönüşsüz bir biçimde egemen olacaksa eğer, bunun belki de birinci koşulu, ‘demokrasi’nin bütün anlam ve anlatımları ile eski dünyanın egemenlerine ve savunucularına terk edilmesi olacaktır. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik, ortaklaşma, paylaşma, katılma… Yeni dünyayı anlatmak için uygun sözcükler bunlardır.(…) ‘Bu kadar çok söz pek uzun, konuşma ve yazmada güçlük yaratır’ denilecek olursa da, tümünü birden anlatan bir sözcüğü bulmak gerekecektir.”

***

En baştaki alıntıya dönersem, aklını bozmak dediğim iki anlamdadır. Biri, aklı fikri, işi gücü, yapıp ettiği demokrasiyle bağlantılı, onunla dolu, ona adanmış anlamında; dolayısıyla öbürü,  bu işgalin sonucu olarak aklının işleyişi sakatlanmış, kendisi için iyi, güzel, doğru olanı ayırt edemez duruma gelmiş anlamında. Bunu bireyler düzeyinde değil de topluluklar, örgütler düzeyinde ele alırsanız, geçen yüzyılda sık sık başımıza gelenin, daha yakın zamanlarda da hiç kurtulamaz duruma gelişimizin nasıl bir kötülük olduğunu anlamanız kolaylaşır.

İyi de demokrasiye bunca bağlanmak, onu üstün tutmak, onun ardından koşmak neden insanın ve/veya insanların, örgütlerin, partilerin aklını bozsun? Bu akıl sakatlayıcılık kurulu düzenle çıkarları ortak ya da onunla bir alıp veremediği bulunmayan herkes için geçerli olmakla birlikte, burada sadece kendisine devrimci, sosyalist, komünist diyenleri düşünerek yanıtlamaya çalışalım. Daha doğrusu, dört başı bayındır bir yanıt vermek bu tür bir yazının sınırlarını aşacağı için, öyle bir yanıtın bazı öğelerini belirtelim.

Bir kez, demokrasinin, onun gelişmesinin, ilerlemesinin peşinden koşuldukça,  hangi sınıftan olursa olsun herkesi kurtarıp mutluluğa ulaştıracak ya da bunu sağlamanın ortamını sunacak bir toplumsal düzen sanrısına yol açılıyor.

İkincisi, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizm, eline geçirdiği bütün dinler kadar işine yarar bir dine dönüştürdüğü demokrasiyi de ezilenleri acıları yatıştırıcı afyon özelliği bile kalmamış bir uyutma ve baskılama aracına dönüştürebiliyor.

Öte yandan, geçen yüzyılın başlarında, burjuva demokratik devrimin eksik bıraktıklarını işçi sınıfının sosyalist devriminin tamamlayacağı söylenmişti. O söylenenlerin en gelişkini olarak, Ekim Devrimi’nin dördüncü yıldönümünde devrimin önderinin yazdıkları hatırlanabilir; meraklılar ve güç inananlar için belirtilirse, İngilizce basılmış Toplu Eserler’in 33. cildindeki 54. sayfadan aktarılıyor:

“Biz burjuva demokratik devrimin sorunlarını, geçerken, asıl ve gerçekten proleter devrimci, sosyalist eylemlerimizin bir ‘yan ürünü’ olarak çözdük. Her zaman, reformların, devrimci sınıf mücadelesinin bir yan ürünü olduğunu söyledik. Yine söyledik ve kanıtladık ki, burjuva demokratik reformlar, proleter, aynı anlama gelmek üzere,  sosyalist devrimin bir yan ürünüdür.”

Daha fazla açıklığa gerek var mı? Yine de şunu ekleyebiliriz: Demokratik devrimin eksik bıraktıklarının işçi sınıfı ve onun devrimi tarafından, geçerken, asıl mücadelenin bir yan ürünü olarak  tamamlanması, Ekim’den önceydi. Ondan sonra, “demokratikleşme” olarak şaşılası bir anlayışla taçlandırılan süreç, geçen haftaki yazıda vurgulandığı üzere, “bir adım ileri iki adım geri” biçiminde gerçekleşmiştir ve tarihsel olarak demokratik devrimin  yapması gerekenlerden eksik kalanlar git gide çoğalmıştır. Dolayısıyla, artık eksik kalanların değil, tümünün, onun içinden da hâlâ ihtiyaç duyulanlar varsa onların, sosyalist devrim tarafından gerçekleştirilmesi gündeme gelebilir ancak.

Emekçiler demokrasi için değil toplumsal hak ve özgürlükler için mücadele ederler. Bunu yaparken de o hak ve özgürlüklerin eksiksiz ve geri döndürülemez biçimde gerçekleşmesinin ancak kendi iktidarlarında mümkün olacağını bilirler. Bunun bilincinde olmayan bir emekçi sınıflar mücadelesi, her türlü saptırmaya karşı savunmasız oluşunun yanı sıra, ne iktidarı alabilir ne de hatta en elverişli koşullarda bile öyle bir denemeye girişebilir.

***

Eskilere giderek başlamıştık, yine öyle yaparak bitirebiliriz. Bundan 23 yıl önce Hepileri dergisinin üçüncü sayısında şunları yazmışım:    

“Kapitalizmin yarattığı, insanlığı yeni bir ortaçağa taşıyan uygarlık ortadadır. Ondan, onun doğurduğu bin bir türlü kirlenmeden, sömürüden, baskıdan hoşnut olmayan; bunların tümünün ürünü olan çözümsüzlük ve umutsuzluktan silkinmeye başlayacak olan insanlığın gündemi sosyalizmdir. İnsanlık sosyalizmi nasıl kurduğunu, neler yaptığını, yapamadıklarının neler olduğunu, ondan neden ve nasıl uzaklaştığını yeniden düşünecek, tartışacak ve daha gelişmiş bir sosyalizme ulaşacaktır. Hem kafalarda, hem ülkelerde ve bölgelerde… Bunun imkânsızlığını ileri sürmek, yaşamaktan vazgeçmek demektir; gereksizliğini ileri sürmekse bir ‘anti-hayat’ı savunmak.” 

Bugün yeniden yazmam gerekse, o “anti-hayat” yerine daha güzel bir söz bulmaktan başka bir değişiklik yapmazdım. Bir de, belki, şöyle bir ek: Sömürücü sınıfların doymak bilmeyen azgınlıkları dayanılmaz boyutlara ulaşmışken ve siyasal kadrolarının zorbalıkları tarihsel örneklerini geride bırakırken, sosyalizm hâlâ masalımsı bir kurtuluş hayalinin ötesine geçip yakın ve somut hedef olmuyorsa, emekçilere ya ölümü beklemek ya topluca intihar etmekten başka seçenek sunulmuyor demektir.