'Son birkaç yıldır çok ünlenmiş gençten bir televizyoncu-gazeteci bir kitap yazıp yayımlatmıştı. Kendi programındaki konuklarına armağan ediyor, böylece esaslı bir “tanıtım” da yapmış oluyordu.'

Abartının böylesi

Hayır hayır, reis hazretlerinin geçenlerde bir yandaşının, herhalde artık dayanamadığından olacak, dillendirmeye cesaret edebildiği yakınma karşısındaki tepkisinden söz edecek değilim. Belki, ileride, kullandığı sözcükten yola çıkarak bir zamanlar yazıp söylediğimiz sözcükler yüzünden başımıza gelenlere değiniriz.

Şimdi yazacağım ise birkaç haftadır aklımda. Son birkaç yıldır çok ünlenmiş gençten bir televizyoncu-gazeteci bir kitap yazıp yayımlatmıştı. Kendi programındaki konuklarına armağan ediyor, böylece esaslı bir “tanıtım” da yapmış oluyordu. Olur, neden olmasın. Takıldığım o değil. Kitabın adının Atatürk’ün sözü olduğunu eklemeden geçmiyordu; kaç kez seyrettim. O da olur elbette. Atatürk’ün sözleri, pek çok yerde olduğu kadar, kitap adlarında da yinelenebilir. Bunda bir tuhaflık yok. İyi ama, onlar Atatürk’e ait değildi; daha doğrusu, onun benimseyip yinelediği başka bir kişinin imzasını taşıyan sözlerdi.

Burada Yalçın Küçük üstadımızın cumhuriyetçilerde varlığını saptayıp herhalde  15 yıl önce, belki de biraz daha eski bir tarihte, ilk kez yazıp sık sık yinelediği bir eksikliğin, yanılgının izlerini görmüştüm. Panteonumuz bu kadar yoksul değildir, olmamalıdır, diyordu Yalçın Hoca. Cumhuriyet kurucularının, dolayısıyla yüksek bir yerde tutulmayı hak edenlerin Mustafa Kemal Paşa’dan ibaret olmadığını; bunun “Kemalist tarih yazımı” olarak adlandırdığı yaklaşımın ürünü sayılması ve terk edilmesi gerektiğini ileri sürmüştü. 

Bizim Mehmet’in (Bozkurt) buradaki son yazısında Nutuk ile ilgili olarak yazdıklarını bir de bu açıdan bakarak okudum. Hatırlanacaktır, Mehmet, parlamentoda irad edilmesi altı gün  sürmüş büyük söylevinde, Gazi Paşa’nın, İsmet ve Fevzi paşalar dışında, yerden yere vurduğu “eski yol arkadaşları”nı, Ali Fuat ve Refet paşalardan başlayarak rehabilite ettiğini, “iade-i itibar”ların kendisinin ölümünden sonra da sürdüğünü anlatıyordu. Bence, Nutuk’taki bu yaklaşımın, “Kemalist tarih yazımında” görülebilen panteondaki büyükleri tekleştirme eğilimini besleyen etkenlerden biri olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Mehmet’in yazdıklarını bir de bu açıdan bakarak okudum, derken anlatmak istediğim buydu.

Yaygınlaşmış Atatürk ve cumhuriyet karşıtlığına yönelik tepkiyle bağlantılı olmalı, aynı eğilimin bugünlerde yeniden köpürtüldüğü gözlenebiliyor. Başlangıçta değindiğim gazetecide birkaç gün boyunca izleyip rahatsızlık duyduğum durum da bunun örneklerinden biri. Şu artık adı var kendisi yok cumhuriyetin kuruluşunda bütün güzel sözleri Atatürk’ün söylediği, bütün iyi işleri onun yaptığı izlenimi yaratılıyor sanki. İçtenlikli ya da içtenliksiz olarak adının arkasından getirilen “… ve silah arkadaşları” eklentisi de bu izlenimi ortadan kaldırmaya yetmiyor.

Takıldığım örnekteki kitabın adını oluşturan sözler de Atatürk’ün kendisine değil, hayranı olduğu bir şaire aittir; onun bir şiirinin son dizesinin yarısıdır. Rıfat Okçabol Hocamız da geçen haftaki yazısında değinmiş ve Atatürk’ün, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinin 26 Ağustos 1924 tarihli sayısındaki habere göre, Öğretmenler Kongresinde yaptığı konuşmada “Hiçbir zaman hatırlarınızdan çıkmasın ki, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister” dediğini aktarmıştı.

Öğretmenlere yol gösterici olması istenen o sözler, aydınlanma mücadelemizin büyük adlarından, cumhuriyetin kurucu kuşağını, özellikle onun önderini derinden etkilemiş Tevfik Fikret’in çok genç yaşta ölümünden altı yıl önce, 1909’da yazdığı bir dörtlüğün son dizesidir. Türk Dil Kurumu’nun yayımladığı Bütün Şiirleri’nden, oradaki imlaya uygun olarak aktarıyorum:

Kimseden ümmid-i feyz etmem, dilenmem perr ü bâl
Kendi cevvim, kendi eflâkimde kendim tâ’irim,
İnhinâ tavk-i esaretten girândır boynuma; 
Fikri hür, irfânı hür, vicdânı hür bir şâ’irim

Buradaki eski sözcüklerin sözlük anlamlarını vermektense, 1967’de yayımlanmış bir kitapta Tevfik Fikret’i kendi deyişiyle “yenileştiren”, bana sorulursa yeniden yazan, “40 kuşağı” şairlerimizden A. Kadir’e başvuralım:

Ne bir bağış beklerim kimseden,
Ne kol dilenirim, ne kanat,
Kendi göklerimde kendi kendime uçar giderim.
Bana eğilmek boyunduruktan bile ağır.
İşte böyle bir şairim ben.
Tepeden tırnağa özgür.

Neden Fikret’i “yeniden yazan” dediğim anlaşılmış olmalıdır. Kötü mü? Hayır. Ama Atatürk’ün cumhuriyet öğretmenlerine öğüdü olan sözler yok olmuş. Tam bir yeniden yazım, ama güzel. Can Yücel’in olağanüstü Shakespeare çevirilerini akla getiriyor desem, çok mu yanlış olur?

Bunları karıştırırken, önemli şairlerimizden birinin Fikret için yazdığı satırlara rastladım. Bilmeyenler için bazılarını buraya alıyorum: 

“Tevfik Fikret, siyasal eylemi dolayısıyla yaşadığı günlerde büyük bir etkinlik ve başarı sağlamıştır. Ancak dikkat edilirse daha çok siyasal bir başarıdır bu. Çünkü aynı başarısını şiirsel planda geliştirmemiştir, pekiştirmemiştir. Onun şiirinde şiir zincirinden çok, bir fikir zincirinin gelişmekte ve dönmekte olduğuna tanık oluyoruz. Siyasal fikrin ayrıntılarını bulmuş, ama şiirsel ayrıntıyı yakalayamamıştır. Fikir ayrıntılarıdır ondaki ayrıntılar. Hayattan değil, fikirden yapmıştır çıkışını. Hayat saydamlaşıp kalır şiirde, fikir ise şiirsel olanın içinde erimedikçe, pörsür, kurur bir süre sonra. Bu gerçeği fark edememişti o. Zaman aşımına uğraması bundandır. (…) Bir şair değil, bir aktüalite, bir ihtifal olarak kaldı. Bugün bir malzeme bile değil. Bir ibret belki. Tabii şairler ve şiirin soluğunu canında duymak isteyenler için.”

Cemal Süreya’nın bu satırları 1976’da yayımlanmış Şapkam Dolu Çiçekle adlı kitabından. Fikret’in “zaman aşımına uğraması”nın nedeni üzerinde kalem oynatırken, onun ve çağdaşları ile önceleyenlerinin kullandıkları, kullanmayı bir veri olarak miras aldıkları da denebilir, dilden söz etmeyişi şaşırtıcı. Ayrıca, “Bir şair değil, bir aktüalite, bir ihtifal olarak kaldı.” yargısını, buradaki “ihtifal”in sözlük anlamının anma töreni olduğunu ekleyerek, ölçüsüz bir abartı saymak durumundayız.  Bununla birlikte, Cemal Süreya da kuşkusuz “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür bir şairdir”; dolayısıyla, bunları yazmakta özgürdür. Şiir dışında birçok yazı da yazmıştır. Ama, başka yazdıklarının tersine, şu yazdıklarında ne kadar inandırıcı olmuştur, bilinmez.

Fikret’le ilgili, ama kuşkusuz onun katkısı olmayan bir hayal kırıklığımı anlatarak bitireyim.

Bir komşumuzun Fikret adında dört beş yaşlarında bir oğlu vardı; ortalıkta koşuşturup duran, pek sevimli, yerden bitme bir yumurcak. Babası benim oğlumla aynı yaşlarda, ODTÜ mezunu bir mühendis. Bu zamanda Fikret adı pek fazla konmuyordur herhalde, diye düşünürdüm kendi kendime. Üstelik baba da ODTÜ’lü, başka ne olabilir canım, kesin bizim şairimizden geliyordur ufaklığın adı. Böyle düşüne düşüne, bir punduna getirip sormayı, oradan da ahbaplığı koyultmayı tasarladım. Bir gün, türlü şirinliklerin ardından, sormak cesaretini gösterebildim. Biraz şaşırmış, boş gözlerle bir an baktıktan sonra yanıtlamıştı. Meğer, bizim komşu koyu Beşiktaşlı imiş ve çocuğun adı doğduğu yıl kulüp başkanlığı koltuğundaki, şimdi soyadını unuttuğum zat-ı muhteremden geliyormuş!