İstanbul’un zaptı fetih olarak anlatılıyor. Sözümü geri alıyorum, anlatılmıyor, geçmiş yeniden üretiliyor.

29 Mayıs 1453 Fetih ve “Bizanslı Hanımlar” Meselesi

Abdülhamit denge adamıydı. Attığı her adımın hesabını yapan bir siyasetçi idi. 1909 olmalı, Fetih kutlamaları yapmaya kalkanlara “Rum hemşerilerimizin gururu incinmesin” diye izin vermemiş hesap adamı olma özelliğine zarafet katmayı becermiştir.

Devlet eliyle yapılan ilk fetih kutlamasının tarihi 13 Haziran 1914’tür. Denizcilik Nazırı Cemal Paşa’nın Fatih’in kabri başında attığı nutuk Balkan Savaşı’ndan “hicap”la çıkan ülkenin gençlerine yöneliktir ve Fatih’in sopasını gösterirken pek hoştur:

“Türklük ve Osmanlılık ve İslamiyet alemini temsil eden Osmanlıların, bugün Türklerin en büyük hakanının mübarek kabri önünde kemal-i hicapla toplanan milletin bu hicaptan kurtulması ancak çalışmak ile mümkündür… Ey gençlik size hitap ediyorum, eğer siz de çalışmazsanız Fatih’in ruhu sizi sopa ile dövecektir…”

Sonrası savaşlar dönemidir. Ülkesi boydan boya zapt edilenlerin fetihle uğraşacak mecali kalmayacak, 1920’ye kadar üstelik bazı yıllar tamamen ıska geçilerek gayet sade ve gösterişsiz törenlerle yetinilecektir.

Milli Mücadele sonrası tek parti dönemidir. Artık yürürlükte olan tam boy Türk tarih tezidir. Geriye doğru uzun bir sıçramayla Osmanlı baypas edilmiş Orta Asya bozkırlarında “geçmiş” arayışına girişilmiştir. Böylelikle Fetih, unutulmuş kutlamalar almanağında yerini almıştır.

Yeniden keşfi için 1950 beklenecektir. 1950’de Demokrat Parti (DP) ezici bir çoğunlukla iktidarı Cumhuriyet Halk Partisi’nin elinden aldıktan sonra devlet eliyle ilk fetih kutlaması 1953’te yapılacaktır. Bu ilk kutlamada Milliyetçi-İslami kimlik henüz makul seviyededir. Resmi geçit törenleri yapılmış, fetih temalı tiyatro temsillerinin yanı sıra konferanslar ve sergiler düzenlenmiştir. Bu arada kadife bir örtü üzerinde sergilenen Fatih Mehmet’in sarığı ve kılıcının büyük bir ilgi gördüğünü okuyoruz. Bu törenlere Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’in katılmadığını devletin daha alt düzeyde temsil edildiğini belirtmek gerekir.

Bir değişiklik var. Bir tarih uyduruğu. Ulubatlı Hasan namlı yiğit bu dönmede icat ediliyor. Geçmişe bir tarih uyduruğu olarak sızacak olan Ulubatlı Hasan, fikrime göre müstear isimdir. Gerçek isminin genç kuşağın tanımasına ihtimal vermediğim ama dönemin en ünlü oyuncalarından 1961’de kaybettiğimiz Turan Seyfioğlu olması kuvvetle muhtemeldir.

Tarih deforme edilmekle yetinilmiyor ihtiyaca göre yeniden üretilip zenginleştiriliyor. Ulubatlı Hasan bir icattır.

Fetih törenlerinin İslami dozu 1990 sonrasında, özellikle 1995 ile birlikte had sayfada artmıştır. “Fetih mi, zapt/işgal mi” tartışmalarının da bu yıllardan sonra yoğunlaştığı görülmektedir.

İslami söylem özet olarak şöyledir:

“Zapt etmek; bağlamak, kapatmak, üzerine kapanmak demektir. Onda korku, vahşet, şiddet ve hiddet söz konusudur. Halbuki fethetmek ağartmaktır, aydınlatmaktır. Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’u fethederken yeni bir çağ açmıştır. Fetihte hizmet, himmet, merhamet ve adalet vardır. Atalarımız, yalçın kayaların burcunda yükselen sarp kaleleri, aşılmaz dağları, yenilmez orduları elbette büyük bir askeri deha, tükenmez bir sabır, yılmaz bir azim ve sarsılmaz bir imanla zapt etmişlerdir. Ancak, oralarda yaşayanların da gönüllerini feth etmişlerdir…”

Bu anlatımın fethedenleri gönendirici, fethedilenleri de aydınlığa çıkaran ağartıcı bir yanı olduğu açıktır. Çok güzel ama bir de Dukas var. Dukas Bizanslı bir tarihçi. İstanbul’un zaptı sırasında burada bulunmuş ve gözlemleri var. Gözlemlerini Hammer’in “Büyük Osmanlı Tarihi”nden öğreniyoruz. İstanbul’un zaptı, yazılanlara göre o güne kadar tarihin gördüğü en kanlı savaşlardan birinin sonunda gerçekleşiyor. 53 gün süren kanlı boğuşmanın ardından kente girildiğinde Fatih Mehmet’in ilk işi, usuldür, şehrin en büyük kilisesini, Ayasofya’yı, camiye çevirmek oluyor. Dukas şunları yazıyor ve İslamik söyleme zıt düşmektedir:

“İmparatorluğu hiçbir mucize kurtaracak değildi; Muzafferiyet sarhoşu olan asker için hiçbir dizgin yoktu. Esirler cins ve sınıf farkı gösterilmeksizin ikişer ikişer iplerle birbirine bağlanarak, kadınlar kuşaklarıyla yahut peçeleriyle bağlandılar. Azizlerin tasvirleri duvarlardan çıkarılarak parça parça edildi; mukaddes vazolar kaldırıldı yahut kırıldı; kilise elbisesi hayvan çuluna tahvil olundu; haç bir yeniçeri külahıyla dolaştırıldı. Mihrapların kutsiyeti ihlal olundu, yahut hayvanları için yemlik yapıtılar…”

Hammer Kral Kostantin’in kahramanca savaştığını ve savaş alanında öldürüldüğünü yazıyor. Kesilen başı Fatih Mehmet’in buyruğu ile vaktiyle şehrin meydanına dikilmiş yüksek bir sütunun tepesinde at üzerinde tasvir edilmiş Justinien heykelinin ayaklarının dibine konuluyor. Hammer’in Dukas’tan aktardığına göre bu “kanlı armağan daha sonra Anadolu beldelerinde dolaştırılıyor.”

Fatih Mehmet incelikli ve merhametli bir sultan olmalı, Kostantin’in başsız bedeninin dini esaslara göre gömülmesine izin veriyor. Bir ceset daha var Fatih Mehmet’in ayaklarının dibine bırakılan. Bu baş Şehzade Orhan… Bizans sarayında rehin tutulan ve Fatih Mehmet’e karşı zaman zaman tehdit olarak kullanılan Orhan. Fatih Mehmet ondan da kurtulmuş oluyor.

İstanbul’un zaptı fetih olarak anlatılıyor. Sözümü geri alıyorum, anlatılmıyor, geçmiş yeniden üretiliyor. Kullandığımız dil; kahramanlık, cengâverlik ve mertliğin yanı sıra, düşmana gösterdiğimiz alicenaplık, dini inancına saygı ve merhamet üzerinden yeniden şekilleniyor. Bu tamam da, uzun bir süredir bunlara bir de dayanılmaz cazibemiz ekleniyor ki ben bu yanımızın ikirciksiz kabulünden yana olduğumu belirtmek durumundayım:

“Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i karşılarken başımızda Kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz demişlerdir.” (Recep Tayyip Erdoğan,6 Aralık 2012,Radikal)

İnanırım ve sevinç duyarım. Kesinlikle demişlerdir…

Tarihçiler her ne kadar yukarıya aldığım ferahlatıcı cümlenin başını ıskalayıp hemen ardından gelenlerle başlıyorlarsa da doğrusu Tayyip Bey’in buyurduğu gibi olmalı. Aksi halde yeniçerilerin bu kadar iştahla vuruşmalarının nedenini açıklamakta güçlük çekeriz gibi geliyor bana. Benim anladığım Bizanslı hanımların az önce açıkladığım nedenle yeniçerilere doğru meyleden gönüllerini bir türlü zapt edemedikleridir. Bizans’a savaşı kaybettiren de budur. Bizans halkının Kardinal külahı yerine Osmanlı sarığını tercih ettiği ise düpedüz uydurmadır ve tam olarak şöyledir:

“Büyük Amiral bir gün Kostantiniyye’de Kardinal şapkası görmektense Türk sarığını görmeyi tercih edeceğini söylemeye kadar varmıştı. Fakat halk Amiral’den daha az mutaassıp olduğundan iki tarafın birini seçmek lazım olduğu takdirde Hıristiyan dininin düşmanı olan Türklerin boyunduruğuna, İsa ve Meryem’e itikat etmiş bulundukları için Latinlerin boyunduruğunu tercih edeceklerini söylüyorlardı…”

Bizanslı hanımlara gelince. Tayyip Bey’in iddiasıdır. Aslı yoktur ama kulağa hoş geldiğini belirtmek durumundayım. Zapt, işgal fetih ne derseniz deyin fikrim budur!