21 Eylül 1922’de Damat Ferit yanına karısı Mediha ve Mediha’nın ilk kocasından olan üvey oğlu olduğu halde Avrupa’ya firar etti. Sonra 17 Kasım 1922 Vahdettin. 

17 Kasım 1922 Kaçış Vahdettin

İlkin damat kaçtı.

21 Eylül 1922’de Damat Ferit yanına karısı Mediha ve Mediha’nın ilk kocasından olan üvey oğlu olduğu halde Avrupa’ya firar etti. 

Sonra 17 Kasım 1922 Vahdettin. 

Kaçışına geçmeden önce onu biraz daha yakından tanımanın ne sakıncası olabilir diye düşündüm ve başlıyorum: 

Önce şu; Vahdettin’in babası Abdülmecid’in on iki karısı ve sayısı meçhul olacak çoklukta cariyesinin olması, söylemesi ayıp bende onun biraz kadın düşkünü olduğu zehabını uyandırmıştır. Çocuk sayısının çokluğunun da bu yönde işaretler verdiğini eklemem gerekiyor. 

Pek çekirdek sayılmaz. Vahdettinler kırk üç kardeştir!

Ahmet (ö. 1617), veraset sistemini değiştirmeseydi Vahdettin dahil 43 kardeşten erkek taifesine giren 18’i boğularak bu dünyadan göçertilecekti. Bu biliniyor. Fatih Mehmed’in icadıdır. 

Ahmet  pek de kısa süren saltanatı sırasında “ekber -  erşed” sistemini getirerek  birçok  tarihçinin ve Osmanlıcı zevatın koşullar bunu gerektiriyordu gerekçesiyle gayet normal karşıladığı kardeş katli uygulamasına son vermiştir. İyi ve pek güzel. Ancak bu yeni sistemin “ekber” ayağı yani hanedanın yaşça büyük üyesinin başa geçeceği kaidesini uygulamak kolay olmuştur da olgun anlamına gelen “erşed” ayağını ne yapmalı? İşte bu zaman zaman sorun yaratmıştır.

Örnek olsun Vahdettin yaşça “ekber” olan kuzeni Yusuf İzzeddin Efendi’nin veliaht olarak ilan edilmesine itiraz ederken ileri sürdüğü gerekçe onun “erşed” olmadığı yönündedir. Yani Yusuf İzzeddin, Vahdettin’e göre, bırak devlet yönetmeyi, bedenini oraya buraya çarpmadan taşıyacak akla bile sahip değildir. Vahdettin ayrıca Yusuf’un babası ve kendisinin amcası olan Abdülaziz’i de hanedanın deliler sınıfına dahil ettiğini belirtmek durumundayım.

Fikrimdir; tuhaf gelecek ama Vahdettin’in, zaman zaman dürüst, hatta sevimli olmayı beceren nadir padişahlardan biridir. Hanedanın genetik kodlarına işaret ederken sarf ettiği sözlerdeki samimiyete bakar mısınız: 

“Bizim hanedanımıza her türlüsü gelmiştir. Sarhoşu, delisi, aptalı vardır ama dinsizi gelmemiştir.”  Devamında  Abdülaziz’in din konusunda biraz “ gevşek” olduğunu ancak onun da ölmeye az kala Kuran okumaya başladığını söyleyerek, amcasının pek de öyle imansız gitmediğinin altını çizmek gereğini duymuştur. 

Veliaht Yusuf İzzeddin Efendi’nin intihar ederek aradan çekilmesi, bu arada kendisinden altı ay kadar büyük abisi Süleyman’ın aniden ölmesi Vahdettin’e hiç ummadığı bir anda taht yolunu açmıştır.

1917‘de Mustafa Kemal’in eşliğinde kısa bir Avrupa seyahati olduğunu da biliyoruz. Ancak benim tahminim, emin değilim, Vahdettin’in bu seyahatinde kayda değer bir şey görmediği yönündedir. Zira çok sayıda kaynaktan doğrulayabilirim ki göz kapakları adeta panjur gibi kapalıdır… 

Sonra 3 Temmuz 1918.

Padişah V. Mehmet ölünce Vahdettin ekber ve eşder olarak tahta oturur. 

Ne ki; kendisine padişah olduğunu bildirenlerle birlikte Çengelköy’den ayrıldığında, yolda, bastonunu isteyip de köşkte unutulduğunu anlayınca bunun bir “felaket” olduğu tespitini yapması ve  müneccimlerden yorum istemesi, bazı mahfillerde kendisinin de “eşder”liğinin sorgulandığı dedikodusunun yayılmasına yol açmıştır!

Tahta oturduktan dört ay sonra 13.11.1918 tarihinde İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal ediyor. Henüz işgalin üzerinden bir ay  geçmemişken, hele biraz dur mur demeye kalmadan Vahdettin, İşgal Ordu Genel Karargahı’na başvurarak Britanya  Hükümetinden Türkiye’nin idaresini ele almalarını istirham ediyor. Britanya  ağırdan alıyor. Ne ki Vahdettin’in acelesi var. İngiliz gazetecisine röportaj veriyor. Yaltaklanıyor. Utanç vericidir: 

“Sevgili babam Sultan Abdülmecit İngiltere’nin büyük dostu ve bu memleket ile Fransa’nın müttefiki idi. Ben daima İngiltere’ye hayranlık besledim ve daima İngiltere’ye dost bir siyasetin destekleyicisi oldum. Biz İngiliz milleti ile hükümetinin insaf ve insanlık duyguları ile adaleti temin için bize yardım edeceklerini ümit etmekteyiz…”

Kurtuluş Savaşı ile ilgili İngiliz belgelerinin yayınlanması ne kadar güzel oldu. Tarih Kurumu’nun bunları basarak kitaba dönüştürmesi ayrı bir güzellik. Bunları söz konusu kitaptan aktarmış bulunuyor ve devam ediyorum:

“…Sultanlık idaresi şimdi bayağı ve boş bir tavır takınmış bulunmaktadır; hükümdar ise zayıf karakterli olup pek cesur olmamasına rağmen yüksek prensip ve emellere sahip görünmektedir. (Sultan) Yıldız’da titreye titreye oturmaktadır…”

Adamcağızı korkudan öldürecekler. Bütün yakarışlarına rağmen bir türlü yönetimi ele almıyorlar. Eh, yeter artık bu kadarı fazla nihayet Mart 1920’de İngiliz General, Fatih Mehmet’e nispet yaparcasına beyaz atın sırtında, ardında bir bölük asker olduğu halde Galata’dan Pera’ya çıkıyor. Simgedir. Peşinden İstanbul tam anlamıyla işgal ediliyor. Küçük çaplı karakol direnişleri oluyorsa da kulağıma… Bir aya kalmadan meclis kapatılıyor. İttihatçı milletvekilleri Malta’ya sürgün edilirken Yıldız’da her zaman  yaptığı gibi göz kapakları inik, uyur gibi koltuğunda oturan Vahdettin, “parlamento belasından ve bütün yaşamı boyunca ifrit olduğu İttihatçılardan  kurtulmuş oluyor. Telgrafçılar olup biteni gizliden Ankara’ya iletirken,  Ankara’da ihtilalciler Meclis’in açılış hazırlığını yapmaktadır. Saraydan fetva o günlerde verilir. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının idam fermanlarını boyunlarına asılır.

Sonra iç savaş…

Ankara’ya karşı Adapazarı, Düzce, Bolu, Yozgat ayaklanmaları…

Kuvayı Milliye’ye karşı Kuvayı İnzibatiye…  

Sonrası biliniyor. 1922 ve zafer…

Sonra kaçış…

Ankara Hükümetinin temsilcisi olarak bir süredir İstanbul’da bulunan Refet Paşa, 17 Kasım 1922 tarihinde her zaman olduğu gibi Yıldız’a, Vahdettin’i kontrol için çıktığında onu bulamaz. Aynı gün Ankara’ya telgraf çekerek Vahdettin’in “gaybubet” eylediğini bildirir.    

Bir gün sonra İcra Heyeti Başkanı Rauf Orbay elinde Refet Paşa’nın telgrafı olduğu halde meclis kürsüne çıkar ve Vahdettin’in kaçtığı  haberini duyurur. Ardından  cebinden Refet Bey’in ikinci telgrafını ve ekindeki mektup suretini çıkarır. Mektup İstanbul İşgal Orduları Başkomutanı Harington’a aittir:

“Resmen beyan olunur ki ; Zatı şahane, vaziyeti hazıra neticesinde hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünden bütün İslamların halifesi sıfatı ile İngiliz himayesini ve aynı zamanda İstanbul’dan başka bir yere naklini talep etmiştir… ”Mektubun devamı var ve devamında Vahdettin’in yanına aldığı kişilerin meslekleri ve adları da sıralanmış. Buna göre  dokuz kişilik  heyette bir adet seccadeci, bir adet esvapçı , bir adet de berber var. Bunları giderayak iki arada bir derede heyete alması size tuhaf gelebilir. Ama yine de, misal, koskoca sultanın seccadesini kendisinin sermesini beklemek bana göre çok daha  tuhaftır!  Benim anlayamadığım bunlar değil. Yanına iki de “musahib” almasıdır, sohbet arkadaşı!

Kaçıyor.

Kaçmadı, kaçırıldı diyenler var. Abdurahman Dilipak Vahdettin’in kaçırıldığına inanlardandır. Ona göre İngilizleri Refet Bele’nin bilgisi dahilinde bu işi gerçekleştirmişler, bu olağanüstü dürüst kişiyi kaçırmışladır.

Tamam okudum ve ikna oldum.  

Vahdettin’in yanı sıra kimi hizmet erbabının kaçırılmasını saçtır, sakaldır; dondur, gömlektir, seccadedir; anladım ve bunu da gayet makul buldum.

Tamam, İngilizler zarif insanlardır ama, kaçırdıkları adamın yanına iki de musahib katmaları neyin nesidir anlayamadım. Sanki zarafet sınırı aşırı zorlanmış gibi geliyor bana. Vesselam!

Yararlanılan  kaynaklar:

Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları,Oğlak Y., İst.1999

Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, çev., Cemal Köprülü,Tarih Kurumu Y., ank., 1991

Abdurrahman Dilipak, Cumhutiyete Doğru, Beyan Y., İst., 1991