'Sanki dostluğun artık bitmeye yüz tuttuğu, az bulunduğu, görüldüğü yerde de küçümsenir olduğu bir devirde değil de; birkaç yüzyıl eskide yaşıyor gibiydiler.'

002: Sabahattin ile Adil

İçiyorlardı...

Hava kararmadan oturuyor, sabahın ilk saatlerine kadar içiyorlardı... 

Ertesi gün olanı biteni hatırlayamayacak kadar çok içiyorlardı...

Yine iyice demlerini aldıkları bir gece Tarlabaşı’ndan taksiye binmişlerdi. İki kafadarın masada yaptıkları plana göre Sabahattin önce Bağcılar’da oturan Adil’i eve bırakacak, sonra yola devam ederek Hasköy’e evine dönecekti. O yüzden önde oturuyordu. Yolun orta yerinde, Aksaray’a dönecekken Pertevniyal Lisesi önünde Sabahattin’in içindeki Mr. Hyde ortaya çıkmış; tüm hafıza gitmiş, karakter değişmişti. Taksiciye dönerek:

- “Ayıp değil mi birader? Hem bana taksimetre açıyorsun, hem de başka müşteri alıyorsun!!!”

Taksici önce şaka sanmış, tuhaf tuhaf bakmış, anlam verememişti. Sabahattin aynı şeyi bu kez daha yüksek sesle tekrarlamış, devamında gürlemişti:

- “Hemen indir onu, yoksa olacaklardan mesul değilim”

İtiraz edememişti Taksici, “Siz arkadaş değil misiniz?” diyememişti. Sabahattin izbandut gibi, maazallah vurdu mu fukara sümüğü gibi yapıştırır adamı yere. Arkadaki Adil’in sesi de pek bir cılız geliyordu zaten. Naçar, indirmişti arka koltuktaki ufak tefek adamı lisenin önünde, saat sabahın üçünde. Cebinde zırnık bulunmayan Adil hava aydınlanana kadar taban tepmişti, o kafayla eve kadar. 

Ertesi akşamüzeri Demir Kafe’de her zaman olduğu üzere buluşmuşlardı. Adil surat asıyor, Dr. Jekyll haline dönmüş Sabahattin ise anlamsızca suratına bakıyordu. Derken etraflarına toplanan kalabalığın içinde yüzleşmişler, Adil olanı biteni anlatmıştı. İşin tuhafı Sabahattin olayı hatırlıyor, ama arkada oturanın bir yabancı olduğu şeklinde hatırlıyordu: 

- “Yahu, o adam sen miydin?”

Bu ve benzeri hiçbir şey iki kafadar arasındaki dostluğu bozmayacaktı haliyle. Birkaç saat sonra yine oturacaklardı aynı masaya karşılıklı.    

***

İlk kez Demir Kafe’de görmüştüm onları. Burası Mis Sokak’ın entel takımının buluştuğu kapı önü masalarda tombul şişeden biraların, ince belli bardaklarda çayların içildiği, yanında da küçük acı biber turşusuyla servis edilen karışık tostun servis edildiği iki katlı bir mekandı. İçeride ise tavlasından Okey’ine, 51’inden King’ine iddialı oyunların oynandığı, kalan masalarında da hararetli eski solcu muhabbetlerinin döndüğü müdavimler kulübü gibiydi. Şairinden tiyatrocusuna, sinemacısından müzisyenine herkes birbirini tanır, ama bu faunanın en kalabalık çeşidini eski solcular oluştururdu. Sabahattin ile Adil de bu kalabalığa dahil olmakla birlikte hep ayrıksı görünürlerdi. 

Sadece aralarındaki ilişki açısından değil, şeklen de Laurel Hardy’nin İtalyan versiyonu olan (Franco Franchi ile Ciccio Ingrassia’nın oynadığı, ülkemizde Yavru ile Kâtip adıyla tanınan iki ahbap çavuş) sonradan 002 adını almış karakterleri andırıyorlardı.

Adil kamyon şoförüydü, 1,40 boyunda küçücük bir adam ama 10 tonluk kamyonları oyuncak gibi kullanıyordu.

Sabahattin ise makine mühendisi. Aralarında dört yaş vardı, Sabahattin büyük. Çocukluk arkadaşıydı onlar; yetmişli yıllardan Küçükmustafapaşa semtinden. 

Sabahattin henüz 12 yaşındayken semtteki solcu abileriyle yazıya çıkmış, ilk nezaretini erken yaşta görmüştü. 1980 yılında da askeri darbeden birkaç ay evvel içeri girmiş, sekiz yıla yakın yatarak 1987 sonunda çıkmıştı. Biraz da bundan son derece asabiydi. Adil ise boy ve kilolarındaki tezatlık gibi, tersine kendi halinde sessiz bir adamdı. 

Adil de seksenli yıllarda Sabahattin ile aynı siyasetten içeri girmiş, cezaevinden çıkınca bir kız sevmişti. Kızın ailesi muhafazakâr olduğundan solcu diye kızı vermemişti. Olaydan sonra ruhen bir türlü toparlanamamıştı. Kamyon şoförüydü ama ince ruhluydu, şiir yazıyordu. Hiç evlenmemiş, anne ve babasıyla yaşıyor, hayatının geri kalan kısmına ağır depresyon ilaçları eşlik ediyordu. 

***

İlişkilerini paraya pula, mevkie makama, kariyere bariyere yaslayan insanların çok uzağında oturuyorlardı. Etraflarını saran kalabalıkla aralarındaki sınırı kibarca çizmişlerdi. 

Sanki dostluğun artık bitmeye yüz tuttuğu, az bulunduğu, görüldüğü yerde de küçümsenir olduğu bir devirde değil de; birkaç yüzyıl eskide yaşıyor gibiydiler. Aslında yaşadıkları çağın farkındalardı ama farkında olmamak tercihleriydi. İnsanı küçülten paraya karşı yücelten dostluğu seçmişlerdi. Kendilerinden birkaç kuşak büyük insanlara has bir dostluğu genç denebilecek yaşta yakalamışlar; birbirlerine karşı hem seven hem de sevilen olma tahtına birlikte oturmuşlardı. Sevmekten ziyade sevilmeyi öne çıkaran zamane insanlarına has “dostluk” çeşidinden muaflardı. 

Sadece iyi ve ruhen birbirine benzeyen insanların dost olabileceklerini kanıtlar gibi bir halleri vardı. Dengesizliklerini dengelemeyi, birbirlerinin hatalarını sevimli görmeyi ya da telafi etmeyi, hatta en olmadık işlerde her şeyi sineye çekmeyi yaşından erken öğrenmişlerdi.  

Siyasi geçmişleriyle pekişmiş bu dostluk haddinden fazla faziletle yüklenmiş, tanrıların kutsal içkisiyle (ya da Türk solcusunun milli serumu olan rakıyla) kutsanmıştı.  

Her akşamüzeri Demir Kafe’den çıkıyor, birkaç yüz metre yürüyorlar, Makine Mühendisleri Odası’nda içiyorlardı. 
Paramparça edilmiş bir gelecek hülyasını ayakta tutmak için, ayakta duramayacak kadar içiyorlardı. 

Murat Beşer ([email protected])