Yine bir 24 Ağustos ve Metin Kurt yaşıyor! 

Metin Kurt, sınıf kavgası ile yaşam kavgasını birlikte ve aynı coşkuyla yaşadı. Ne eğilip büküldü ne de güçlükler karşısında sırra kadem bastı.

İsmail Sarp Aykurt

Vecdi Çıracıoğlu, Metin Kurt ile birlikte  izledikleri bir maç anısını anlattıktan sonra sözlerini şöyle bitirmişti:

“Ona son bir kez daha baktım. Her zamanki gibi kirli sakallı başı hafifçe öne eğikti. Kısık gözlerinin kırışık kenarlarına son görüşmemizden bu yana birkaç çizik daha eklenmişti. Sararmış parmakları arasında hiç sönmeyen sigarasına bir yenisini uç uca ekleyerek yakmaya çalışıyordu. Başlayan her şey gibi bu maç da bitmişti”.

Bir çok maç nihayetine erdi, dönemler değişti ve Metin Kurt 24 Ağustos 2012’de fiziksel olarak aramızdan ayrılmaya karar verdi.

O, futbol ve spor için düşünen bir insandı. Düşünmenin azaldığı, baskılandığı bir çağda sadece düşünmekle kalmadı ve eyleme geçti. Grev, basın açıklaması, sendika ya da sermayenin mülkündeki medya ile boğuşmaca ile geçti Metin Kurt’lu yıllar...

Onunla uğraştılar, hedef tahtasına koydular, yalnızlaştırmaya çalıştılar. Ancak o bildiği yoldan vazgeçmedi ve çalkantılı yaşam kavgasında eşitlikçi bir dünya kurmanın hayaliyle hep diri kalmayı başardı.

Herkes gibi bakmıyordu spora. “Ülkemizde spor hiçbir zaman halkın yararına kullanılmamıştır. Çarpık bir seyir endüstrisinin üstüne monte edilmiş bir yutturmacadır” derken  eğilip bükülmedi; ideallerine sıkı sıkıya bağlı kaldı.

Spora, toplumcu bir bakış açısıyla baktı ve “Yenilgilere ne çok fazla üzülmeli, galibiyetlere de ne çok fazla sevinmeli. Altyapı olmadan, zaman sürecinin futbolumuza yararı düşünülemez” dedi. Çünkü yine ona göre “spor, daha sağlıklı, daha üretken bir toplum yaratmak amacıyla kişilerin bedensel ve ruhsal açılardan geliştirmeyi öngören uğraşların tümüdür. Başka bir deyişle bireyleri ekonomik yaşamaya hazırlayıcı bir araçtı”.

Hep bir adım önde kaldı.

Galatasaray’dan aforoz edildiğinde gittiği Kayseri’de Maden-İş Sendikası’nın patronlar örgütü MESS’e karşı başlattığı direnişe bir futbol emekçisi olarak destek oluşu ve grevdeki işçiler ile çadırlarda gösterdiği dayanışma onun karakteriydi.

Spor nasıl ki onun için kendi ağzından söylediği gibi bir yaşam kavgasıysa, bu kavganın cereyan ettiği bu topraklar, onun kavgasından bize yadigâr kaldı.

 “Sportmence dergisi benim için öylesine büyük bir idealdi ki, bu ideal için her şeye katlanabilirdim” dediği dergisi için durmadan yazılar yazdı. Futboldaki gericiliğe parmak bastı, sporun toplumcu saiklerle nasıl ele alınması gerektiğine dair geleceğe notlar bıraktı. Mücadelesi süreklileşmişti, ama bu herkesin kaldırabileceği bir yaşam modeli olamazdı. 

Metin Kurt, sınıf kavgası ile yaşam kavgasını doruklarına kadar yaşadı ve geri basmadı. Tam aksine onu birleştiren oydu. Birini ötekine tercih etmedi, hem zaten bu bir ve aynı şey değil miydi?

Durmak bilmedi. İşsiz ve parasız kaldığı dönemler onun en iyi okulu oldu. Hem başka çare yoktu, sendika ve dergi spor alanı için olmazsa olmazdı. Bu koca alanı gericilere ve para babalarına bırakmamalıydı. Sermayenin at koşturacağı bir spor alanına tahammül edemiyordu.

“Haksız olan çarpık spor düzenidir” derken borçlanarak dergi kuruldu. İlk nüshaları basılan derginin dağıtımı ve organizasyonunu bizzat Metin Kurt üstleniyordu. Pek parlak bir durum yoktu gerçi ama dergi çıkmaya devam etti. Derginin tek bir amacı vardı. Bu, spor emekçilerinin örgütlü hale geleceği bir sendika kurmak ve örgütlü mücadeleye çağrı yapmaktı.
Onun hayatı inişler ve çıkışlardan oluşuyordu. Ama farklı olan bir şey hep göze çarptı. O, çıkışlarda olduğu kadar inişlerde de hep direksiyonda kaldı.

2009’un Aralık ayında sendika, Spor-Sen, kuruldu. Dolmabahçe protestosu ise o dönemin nabzını ölçüyor, işçi sınıfına ihanet eden sendika üyeleri Metin Kurt için ve hiç utanmadan kınama cezası öneriyorlardı.

Metin Kurt için Spor-Sen’in ömrü çabuk tükendi. Aklındaki tek gerçek amaç, işçi sınıfının gerçek sendikasını kurabilmekti. İlk sporcu grevinde, ilk sporcu sendikası girişiminde onun adı vardı hep. ‘Futbol oyun olarak güzel, borsada çirkin ve kirli’ derken emekçilerin yanından bir an olsun uzaklaşmayı düşünmedi.

Futbolda “borsa-arsa dikotomisi” yarattı ve sporun güzellik ve toplumsallığını muğlak olmaktan çıkardı. 

Sadeleştirdi ve önümüze kuru bir nostalji değil,  sosyalist geleceğe referans veren bir hedef olarak bıraktı...

“Başlayan her şey gibi bu maç da bitmişti” demiştik ya, o maç yeniden başladı. Kesintiler, güç biriktirme dönemleri oldu ve aynı heyecanla hep daha ileriyi ve iyiyi aradı.

“Bugün bizler ilan ediyoruz ki, bundan böyle hiçbir top emekçilerin kalesine girmeyecek. Bugün bu maç, AKP ile emekçi halkımız arasındadır. Sinmeyeceğiz, susmayacağız, seyirci kalmayacağız, bu maçı alacağız”!

Dolmabahçe eyleminden sonra, Devrimci Spor Emekçileri Sendikası kuruldu. Sportmence ise sendikanın teorik yayın organıydı. ”Siyasette tek kale maç olmaz     diyen Metin Kurt, 2011 senesinde ise “Beş yüz bin boyun eğmeyen” arayan Türkiye Komünist Partisi’nin milletvekili adayı idi artık...

Bana yakışan Türkiye Komünist Partisi’dir, boyun eğmeyenlerin partisidir” diyen Metin Kurt örgütlüydü.

Erken ayrıldı aramızdan Ağustos’un 24’ünde...

Yarım bıraktıkları vardı, isyanları, belki yanlışları, yaşanmışlıkları, özlemleri ya da eksik bıraktıkları. Ancak madem “sporda da sözümüz var” diyebiliyoruz artık, onun sözü ile açmıştık, açılmaz sandığımız kapıları...

Metin abi örgütlüydü...

Yine yazmadan edemeyeceğim.

Metin abinin mücadelesi tamamlanmadı. Eski günlerinde nasılsa, şimdi de yine bir 24 Ağustos’ta hâlâ en çalışkanımız, hâlâ halkın içerisinde, mücadelenin en önünde, hâlâ ellerinde davulla tribünde, hâlâ insanların dimağlarında, hâlâ çay içiyor, sohbet ediyor bizimle ve hâlâ partili, boyun eğmeyen bir TKP’li…

O, mücadelesinde en haysiyetli yolu seçmişti, yani sosyalizmi…” diyor onun için Vecdi Çıracıoğlu. 

Seçmekle kalmadı, örgütlendi ve mücadele etti Metin abi.

O bahsi geçen anısını yine yazacağım.

“Yıldız yokuşunda belediye otobüsleri ile yarışıyordum, Beşiktaş’tan Etiler sapağına kadar... Otobüs duraklarda durup yolcu indirip bindirdiklerinde duruyor, nefes alıp vererek kültürfizik hareketleri yapıyordum. 

Hareket ettiğinde yine yarış başlıyordu, gelecek durağa kadar. Etiler sapağına dek süren bu yarış, o noktadan sonra aşağıya Beşiktaş’a doğru devam ediyordu. Artık otobüs şoförleri bile tanıyordu beni. Seneler sonra Galatasaray’da oynadığım zamanlarda da bu yöntemi yine aynı güzergâhta kullandım. 

Bir gece durakta duran otobüsün camından başını çıkartan bir şoför beni tanıyıp 'Yine eski günlerdeki gibi, değil mi Metin?' diye sordu”.

Yine o eski günlerdeki heyecanla ve yeniyi kurmanın arifesinde verdiği güçle, Metin abi bize yolu tarif etmekten vazgeçmiyor.

Ve biliyoruz, Metin Kurt, yaşıyor!