Uykudan uyanmaya çalışan ada

Genel anlamıyla Sicilyalı amca hem bir akıl hocası hem de bir koruyucudur, fakat aynı zamanda hem tekin değildir hem de arkadan vurur ve kitabın ilk öyküsü olan “Amerikancı Teyze” kusursuz bir biçimde bu önermeyi destekler. Müttefiklerin 1943’te Sicilya’yı istila etmesiyle başlayan öykü, bir delikanlının ağzından anlatılır.

Kaya Tokmakçıoğlu

Sicilya toplumunun temel özellikleri arasında, en azından 19. yy. ya da erken dönem 20. yy. İtalyan edebiyatında resmedildiği biçimiyle, haset, batıl inanç, tamah, kurnazlık, aralıksız devam eden kuşkuculuk ve sonu gelmeyen kindarlık ilk sıraları paylaşır. Çoğu zaman romantikleştirilen ve inatla sadık kalınan Sicilya ilkelerinden “onore” [şeref, namus], “vendetta” [intikam] ve “omerta” [suskunluk yemini], gerçekte tüm kadınların sahip olunabilen bir mülk, tüm yakınmaların geçici ve tüm yabancıların da güvenilmez olduğu anlamına gelir. Böyle bir toplumun bağrından kopan Leonardo Sciascia 1912’de Racalmuto’da doğar ve 1989’da Palermo’da hayata gözlerini yumar. Esasen memleketinde geçen polisiye romanlar yazmış, mafyayı konu edinmiş ve mafyanın varlığının bile telaffuz edilmesinin çok tehlikeli olduğu zamanlarda bir ilki gerçekleştirmiştir. Romanlarında çözümlediği Sicilyalı kimliğinin ne ifade ettiği, şaşırtıcı bir biçimde yalın ve olağanüstü güçlü bir üsluba sahiptir.

Sicilya, Sciascia için temel bir esin kaynağı ve sürekli bir ilgi odağıdır. Açıkgöz ve soğukkanlı bir biçimde attığı bakış ile Ada’nın tarihsel güçsüzlüğünün ve eşitsiz gelişiminin seyrini ve bugünün siyasal atmosferini ortaya koyar. Bununla birlikte gizli kapaklılık, yolsuzluk ve mafya da Ada’nın sınırlarını aşarak tüm İtalya’yı istila eder ve iyiye ve güzele dair umutlanmak için örgütlenmek gerektiğini ilan eder. Yolsuzluk ve ödün vermekten arapsaçına dönen siyasal ortamda hiçbir şey bağışlanmaz. Bununla birlikte konformizmin ve riyakârlığın ağır paravanı insanların üstüne bir karabasan gibi çökerken, suç ortaklığı ve bencillikten örülen ağ ellerini kollarını bağlar. Bu noktada yazarın görevi olguları ve olayları akıl süzgecinden geçirip, örülen ağın içinden topluma bakmak ve ona tanıklık etmektir.

Ada’ya Dair Dört Hikâye

Sicilyalı Amcalar, yazarlık yaşamının başındaki Sciascia’ya aittir ve doğal olarak yeni-gerçekçilik ile siyasal bağlanmanın açıktan açığa etkisi altındadır. Neyyire Gül Işık tarafından Türkçeye kazandırılan kitapta, yazarın üçü 1958’de, biri 1960’da yazılan dört uzun öyküsü bulunmaktadır. Tümü okurda merak uyandıran bir dile sahip öykülere nükteli bir ton hâkimdir. Istırabın ve hafif bir kasvetin tüm ağırlığını taşırlar. Bunlara ek olarak tüm öyküler, Sicilya’yı hem istisnai bir gerçeklik hem de dünyanın bir metaforu olarak yorumlar.

Genel anlamıyla Sicilyalı amca hem bir akıl hocası hem de bir koruyucudur, fakat aynı zamanda hem tekin değildir hem de arkadan vurur ve kitabın ilk öyküsü olan “Amerikancı Teyze” kusursuz bir biçimde bu önermeyi destekler. Müttefiklerin 1943’te Sicilya’yı istila etmesiyle başlayan öykü, bir delikanlının ağzından anlatılır.

Amerikalılar geliyor dedikleri gün haber kasabada esrarlı bir biçimde yayılıverdi, oysa gerçekte yoldan geçen iki Almandı. Babam ile amcam faşist kimliklerini, Mussolini portrelerini, Akdeniz ve imparatorluk konulu broşürleri yakmaya koyuldu; rozetlerle üniformaların madenî pırpırlarını karşıki evin damına fırlattılar. Ama ertesi gün yine aynı esrarlı biçimde Almanların bu kez sahiden, Gela ile Licata arasında Amerikalıları denize dökmekte oldukları haberi yayıldı.”

Genç adam askerlerle (ilk başta Alman ya da Sicilyalı, daha sonra Amerikalı) sigara ticareti yaparak geçinmektedir. Onlardan aldıklarını kendi ailesi dahil olmak üzere baskı altında tutulan sivil halka büyük kârlar karşılığında satmaktadır. Bunu izleyen babası ve amcası, onun alışılmadık bir iş yaptığını düşünmektedirler. Bununla birlikte Amerikalıların gelişi, faşizme destek veren ve fazlasıyla milliyetçi olan bir toplum için gururun bir an yok sayılması demektir. Fakat olan biten, hararetli bir anda gerçekleşir ve onların dönek bir ulusun temsilcileri olarak algılanmasını sağlar. Genç anlatıcı için Amerika muazzam bir şeyi simgelemektedir ve özellikle amcasını bu zoraki toplumsal devrim adına kışkırtmaktan hoşlanırken onun önceki bağlılıkları adına deliye döndüğünü düşünür. Öte yandan Amerikalıların Ada’daki varlıkları daha belirgin hâle gelmeye başladıkça, halkının bu duruma gönüllü teslim olması genç adamı fazlasıyla rahatsız eder, içini kaygıyla doldurur ve evi için korkmaya başlar.

Siyasetsiz Olmaz

Sciascia’nın hikâyelerinin diğer bir özelliği ise siyasal veya toplumsal ayrışmalardır ve kitaptaki ikinci öykü olan “Stalin’in Ölümü” Soğuk Savaş’ın yoğun olarak hissedildiği bir ortamda Moskova’nın etkisi altında bulunan komünist hareketin zorluklarını, açmazlarını, umutlarını ve ideallerini dile getirir. Küresel ölçekte komünizmin nihai zafere ulaşacağına dair inancı sarsılmaz olan anlatıcı, rüyasında hem kendi hem de Sicilya komünist hareketinin amcası olarak Stalin’i görür. Anlatılan dokunaklı hikâye hem anlatıcının inancının umutsuzca doğrulanmasına hem de ıstıraplı bir hayal kırıklığına dönüşecektir.

“Transformismo” [saf değiştirirken aynı kalmak] Sicilya’da hem bir kural hem de tarihsel bir alışkanlıktır; arada sırada olan basit bir çıkış yolu değildir. Sciascia’ya göre Ada’nın toprağına ve ruhuna sinmiştir. Ona benzer bir bakış açısı, Giuseppe di Lampedusa’nın aynı dönem yayımlanan romanı Leopar’da, muhafazakârlığın felsefesi ve işleyiş biçimi özelinde mükemmel bir şekilde tarif edilmiştir. Leopar, toprak sahibi aristokrasinin “her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmeliyiz” yasası sayesinde nasıl ayakta kalabildiğinin akıcı bir biçimde dile getirilişidir. Sciascia’nın üçüncü öyküsü “Kargaşalı Kırk Sekiz” de 19. yy.’ın ortalarındaki devrim döneminde geçer ve Leopar ile çarpıcı koşutluklar sergiler.

Ve sonunda, 1849 yılının 25 Nisan’ında eski düzenin geri döndüğü havadisi geldi; havadisi ulakla ilk alan piskopos oldu, baronu çağırtıp ona Encümen’de yapması gerekeni belletti; baron Encümen üyesi dostlarını topladı, şehir kulübünden belediyeye doğru yürüdü, peşi sıra mutlulukları ya da en azından ferahlamış oldukları yüzlerinden okunan birtakım kimseler, rahipler, soylular ve varlıklı kişiler. Liberaller ise kulüpten ayrılıp evlerine çekildi, ama içlerinden üçü, korkudan beti benzi atmış halde baronu izledi.”

Hikâyede değişimler ve devrimlerin arasından sağ salim geçen ve hem egosunu hem de refahını büyüterek yoluna devam eden Baron Garziano’nun görkemli bir portresi sunulur. Performansının doruk noktası ise Garibaldi’yi kabul ettiği andır. Devrimin başı olan kızıl şeytanı bahçesindeki ağaçların altında kabul ettiği âna benzer bir biçimde, kralın subayları, piskoposun temsilcileri ve liberallerin diplomatları da devrimci dönemlerin kimi aşamalarında baronun konuğu olup onun pragmatizmini teşhir ederler.

Efsunlu Bir Uyku Olarak Ada

Kitabın son hikâyesi olan “Antimon”, üçüncü öyküyü akla getirebilecek bir biçimde İspanya İç Savaşı’nda komünistlere karşı savaşan Sicilyalı faşist gönüllüleri konu edinir. Sülfür madeninde çalışan bir ailenin üyesi olan anlatıcı için, yarı-metal antimon onu her gün öldüren katilidir. Anlatıcı yeraltında her gün burun buruna geldiği ölüm yüzünden, adını gönüllüler listesine korkusuzca yazdırmaktan bir an bile tereddüt etmez. Antimonun ikinci anlamı [birbiriyle çelişen iki yasanın birlikteliği], anlatıcının savaşmak adına gönüllü olduğu ve aslında kendi evinde olsa destekleyeceği sıradan işçilerde cisimleşir. Mussolini’nin faşist hükümetinin içerdeki sözüm ona eşitlikçi uygulamaları ile dışarıya yansıttığı militarist söylem, anlatıcının idealizminin ortadan kalktığı âna denk gelir.

“… sonra da yaşamış olduğum en vahşice olayları aktarıyordum, faşizmin üstüne tükürtecek şeylerdi; olanca çıplaklığıyla anlatıyordum hepsini, hiçbir öfke titreşimi katmaksızın. O dinledikçe heyecanı artıyordu. ‘Eh, öyledir’ diyordu ‘kırsaldan gelenler (köylüler demek istiyordu) kötü bir soydur, iyi davranacak olursan elini ısırırlar… Kükürt işçileri de öyle, senin gibiler de vardır, ama çocuğunun karşısında sopayı elden bırakmamak gerekir… İspanya’yı ele geçirmeyi istiyorlardı, ha?.. Ama Duce nöbette, komünizm bizim denizimize yaklaşmamalı…”

İspanya çoğu zaman Sicilya’nın amcası olarak resmedilirken, İtalya’daki refahın artışı fakat eşitsiz bölüşümü, anlatıcının sinizmini doğuran bir etkide bulunur ve kitabın kapanış cümlesinde Sicilya’ya bir daha dönmeyeceğinin yalın bir biçimde açıklanmasıyla son bulur.

Sciascia, duyguların derinden akışına biçim veren, yalın ve doğal bir düzyazıyla yazar. Ülkesini, tıpkı kusurlu bir aile üyesini ailenin geri kalanının sevdiği gibi sevmektedir. Ada’nın kusurlarını bağrına basarken, hiçbir biçimde onları görmezden gelmez. Bu etkilenmeyi sürekli hale getiren karakterlerin ona esin kaynağı olması ve karakterden hareketle toplumsal dokunun ve tarihsel dönemin yorumuna doğru giden yol, Sciascia’nın yapıtının temelini oluşturur. Erken dönem anlatılarındaki bu inandırıcılık, karakterlerin, toplumsal dokunun ve tarihsel anların karşılıklı ilişkiye geçmesinden ve yer yer birleşmesinden kaynaklanır. Sicilya, eğitimsiz bırakılmış bir halk ve egemenler tarafından hor görülenler için yürekten kopan bir çığlıktır. Leonardo Sciascia gibi tartışmaya yol açan bir siyasal düşünür, denemeci ve usta bir anı yazarı için Sicilya, insanlık durumunun, tarihin ve yaşamların içinde saklı çelişkilerin ta kendisidir. Tarih onun için de sınıf mücadelelerinin tarihidir ve Sicilya, uyanmaya çalışan efsunlu bir uykuya benzer.