Türkiye Avrupa'da küme düştü

Avrupa sıralamasında Türkiye’nin hemen altında yer alan İskoçya, Celtic ve Rangers takımlarıyla Avrupa Kupaları’nda boy gösterecek. Eğer, Başakşehir ve Sivas mucizeler yaratamazsa gelecek sene Avrupa Kupaları bizim için bir yabancıya dönüşebilir. Son yıllarda ilk kez bu kadar kötü bir eşiğe gerileyen Türkiye futbolu, bu kez ekonomik değil; sportif bir darboğazın pençesinde kıvranıyor.

İsmail Sarp Aykurt

Türkiye’nin bir futbol ülkesi olmadığını ancak futbolun sadece bir rant ve kavga aracı haline dönüştüğünü uzun zamandır gözlemliyoruz. Bunun en büyük kanıtı ise 24 yıl sonra ilk kez futbolda ‘Dört Büyükler’ olarak adlandırılan takımların tamamının Avrupa dışında kalması oldu. Kavgalarla ne ilgisi var dememek lazım. Türk futbolunun özünde rant ve çıkar ilişkileri egemen rol oynuyor. Bu da, futbolun bileşenlerinin en büyük kısıtlarından birisi. Tam 24 yıldır, UEFA organizasyonlarında aynı anda grup aşamasına kalamayan Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor en son 1995-1996 futbol sezonunda aynı anda grup aşamalarına kalmıştı. O günden bu güne elbette çok şey değişti, ancak ilerlemelerin, ilerlediği son noktada kalması, Türk futbolunun gittikçe daralan hedeflerle, popülist söylemlere yaslanarak vizyonsuzlaşması bu günlerin geleceğini müjdelemiş oldu.

Malum, ilerleyemediğinizde geriye düşmek zaruridir. Türk futbolunun mayasında hep bu var.

Durum, ‘Üç Büyükler’ adı altında İstanbul’a daraltıldığında manzara daha da kararıyor. İstanbul’un güzide takımları, 39 sene sonra ön eleme turlarının ötesine geçemiyor, Mart ayına kalma hedefleri henüz Eylül sonu Ekim başlarında yok oluyor.

Ancak asıl tehlike bir finansal çıkış kapısı olarak da görülen Şampiyonlar Ligi’ne direkt katılım hakkının da tehlikeye girmesi gibi görünüyor. Bunun tehlikeye dönüşmesinin sebebi, ön eleme oynayacak olan şampiyon kulübün, Şampiyonlar Ligi’ne katılımının gerçekleşmesine olan genel inancın da zayıflaması. Bu inanç zayıflığı ise, Türk futbolunun hem genel karakter hem de oyun kimliği açısından zayıflaması ile ilişkili.

Önemli bir istatistik daha bulunuyor. Avrupa Kupası’nda sadece iki takım ile temsil edilme istatistiğinin en son görüldüğü sene 1981-1982 sezonu. O zamanlar, Trabzonspor ve Ankaragücü’nün ülkeyi temsile soyunduğu ligde, ‘Üç Büyükler’in çıtı çıkmıyor, Avrupa defteri erkenden kapanıyor. 2020’deki vaziyet ise, yine iki takım ile katılınan ligde, Türkiye futbolunun geleceğinin bu iki takıma zimmetlenmiş olması. Neden mi? Çünkü Türkiye, hemen altımızda yer alan ve Türkiye’ye çok az bir puan farkı ile yanaşan İskoçya’ya sırasını bırakmak üzere. Rangers ve Celtic gibi iki önemli takımın Avrupa’da toplayacağı puanların, Sivasspor ve Başakşehir’den fazla olması bu sonucu doğurmuş olacak.

Buraya kadar nasıl geldik sorusu uzunca tartışılabilir. Ancak “Banane başkasından, benim kendi takımım şampiyon olsun yeter” bencilliği, Avrupa Kupaları’na katılmayı önemsizleştirirken, finansal çöküşe sportif başarısızlıklar da ilave oluyor.

Dibe vuruş, önümüzdeki dönemde İskoçya’nın Türkiye’yi geride bırakmasıyla nihayetine ererse, elde bir şey kalmış olmayacak ve ana akım spor medyasına kardeş ülke takımlarının küçük başarıları ile övünmek kalacak. Gelecek günler, başta Başakşehir olmak üzere Sivasspor üzerinde de bir ‘şahlanış egzersizi’ yaratmaya, milliyetçi mit ve sloganların boy göstermeye, ‘ya tamam ya devam’ gazına, ‘mutlak favoriyiz’ böbürlenmesine ile haksızlık edebiyatına varacak. 

Ancak bu varılan yerde, futbolumuzun anca tozlu enkazı kalmış olacak.

Geçmişte olan kimi durumlarla benzerlikler var ancak durumun daha vahim sonuçlara gebe olduğu da görünüyor. Seneler sonra ülkeyi yine iki takımın, Sivasspor ve Başakşehir’in temsil edeceği düşünüldüğünde, hem bir benzerlik yaşanıyor hem de Türk futbolunun dalgalanma grafiği okunabiliyor. Önemli bir iktisat yaklaşımı olan Kondratieff dalgaları gibi düşünüldüğünde, kendini sürekli tekrar eden dalgalar, her dalgada mevcut sistemi sürekli sıkıştırıyor ve futbolda da kendisini tekrar eden, genişleme ve bunalım dönemleri birbirini izliyor. Türk futbolunun makus talihinde ise ister ekonomik, ister sportif olsun her yükseliş döneminden sonra sıkışma periyotları geliyor ve futbolumuz açmaza giriyor. Türk futbolu yaklaşık 30-40 yılda bir yine kendini tekrara düşüyor.

Bu tekrarın yeni bir aşamasında bekleyen Türkiye futbolu, kirli siyasetin futbolu bir aparata çevirmesi ile birlikte, sıkışmışlığını sponsorluklar, çıkar ve medya kavgaları ile aşmaya çalışıyor veya başarısızlıklarını anlamsız ‘transfer başarıları’ ile kapamaya çalışıyor. Ancak bu çabalar, son tahlilde bir yamadan öteye geçemiyor. Türkiye futbolu vizyonsuz hale geldiği bu günlerde, bir girdap içerisinde ve çıkış yolunu arıyor. Şampiyonlar Ligi’ne gidip katılım parasını almayı, futbolu geliştirmekten ve başarı kazanmaktan önceleyen kulüpler, bu ülkede egemenliğini sürdürüyor. 

Hatırlanacaktır, Batı Alman teknik direktör Derwall’a “Türk futbolunun seyrini değiştiren adam” denirdi. Öyledir ya da değildir ama mutlak bir gerçekliği vardır dediklerinin. Jupp Derwall’in Türkiye’ye ilk gelişinde söylediği şey, aşağı yukarı şudur: “Türk futbolcular antrenman metotlarına pek hâkim değil, eksik. Berbat sahalarda oynuyorlar ve çim saha bile yok”. Bizde makus talihi değiştirmek bile Avrupa’ya bakarken, Türk futbolunun daha da içe dönmesinin bir izahı bulunmuyor. Derwall, bu sözleri 1984-1988 yılları arasında dillendirmişti ve yaptıklarına devrim gözü ile bakılmıştı.

Devrim, kendini çoklu bir karşı-devrime bıraktı.

Galatasaray’ın 80’lerin sonlarında o dönemki adı ile Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası olan, Şampiyonlar Ligi’nde başardıkları, 2000’lerde alınan iki Avrupa Kupası, zamanında Şampiyonlar Ligi’ne en çok katılan takımlardan biri oluşu, Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’ndeki çeyrek final ve UEFA’da başardığı yarı-final derecesi, Beşiktaş’ın Şampiyonlar Ligi grubundan namağlup çıkışı ya da UEFA’da gösterdiği büyük yükseliş, Trabzonspor’un Avni Aker’i Avrupa kulüpleri adına bir ‘korku tüneli’ haline çevirmesi ve birçoğu, romantik bir nostaljiye dönüşmüş durumda.

O dönemler, Denizlispor, Gençlerbirliği vb. birçok takımın Avrupa’da birkaç tur atlaması bile mümkün iken, şimdi Avrupa’ya bilet bile alamıyor duruma gelmenin birçok değişken ile ilgisi var. Ancak bunun en önemli göstergesi, Türk futbolunun gittikçe modern, kolektif ve hedefli anlayıştan uzaklaşması ve kısır tartışmalarla dar bir kulüpçülüğe sıkıştırılması olsa gerek. 

Artık UEFA kupalarının çoğu merkez liglerin kulüplerine gidiyor ve gittikçe de bu hegemonya keskinleşiyor. Futbol kapitalizminin de buna etkisi oldukça büyük ve piyasalaşma da seçenekleri kısıtlayıp, yelpazeyi darlaştırıyor. Hatta Şampiyonlar Ligi, artık elit kulüplerin ligi hâline dönüşürken, biz ve bizim gibilere pek de bir yer kalmıyor. UEFA’nın son dönemde yeni bir fikir olarak ortaya koyduğu yeni Avrupa Konferans Ligi tam da buraya oturuyor. 

Türk futbolunun zaten yeterli olmayan ufku kaybolup, planlama yoksunluğu, adam kayırmacılık, kulüp işgalleri ve para merkezcilik ile tahrip olurken, Türkiye futbol tarihimizde bilinen bir tepki olan ‘aman vurdurmayalım’ zamanlarını bile mumla aramaya doğru ilerliyor.

İçerisinde olduğumuz moment, gelecek senelerdeki Kasım ve Aralık aylarının, kulüplerimiz için Avrupa defterinin kapanabileceği zamanlar olabileceğini şimdiden gösteriyor.

Türk futbolu içine dönmeye başladıkça, kendi sıkışmışlığında, kısır tartışmalarında ve bitmeyen kabızlığında için için çürümenin yan etkileriyle de uğraşıyor olacak.