Tamamlanmamış bir devrim portresi: Metin Kurt

Şimdi, kırmızı atkısıyla o ‘nostaljik ve romantik’ bir öge olmanın çok ötesinde, eskilerden bize elimize tutuşturduğu mücadele bayrağıyla, önümüzde ve kol kola yürümeye devam ediyor.

İsmail Sarp Aykurt

Metin Kurt, büyük bir devrimci portredir. Bitmeyen ve geri düşmeyen bir mücadele kavgasının büyük bir ismi, futbolun gerçek ve emekçi bir önderi olarak, Türkiye’nin futbol tarihine devrimci izler kazımıştır. 

Ancak, henüz tamamlanmamıştır.

O yüzden, 24 Ağustos bir anma günü olmakla birlikte, yeni mücadele döneminin de ilk günü sayılmalıdır.

Metin Kurt herkes gibidir, sadedir ama adanmıştır; tutku doludur. İşte bu özellikler ve örgütlü komünist kimliği onu büyütmüştür. 

John Reed’in bir dönemki eşi Louise Bryant’ın kitabında ifade ettiği, “Büyük olayların ortasında kendi varlığını sürdürecek kadar güçlü olmak bile, büyük olmak demektir” sözü, adeta Metin Kurt içindir.

O bizim gibidir, bizdendir; mücadelesi ve adanmışlığı ise fevkaladedir, örnektir.

Metin Kurt gibi doğmak: Futbolun adanmış devrimcisi

Metin Kurt, mücadele ile dolu o koca yaşamına Kırklareli’nde başlamıştır. Kardeşinin de önemli bir futbolcu ve Galatasaray’da oynuyor oluşu, onu futbol oynamaya daha da yakınlaştıran en önemli nedenlerin başında gelmektedir. Ancak buna sebep olan etkenlerden birisi yalnızca futbol sevgisi de değildir. Yaşam koşulları belirleyici ve baskındır.

Öğretmenlerinin okuması konusundaki ısrarları da yetersiz kalınca Metin Kurt, zaten oldukça yetenekli olduğu bir spor branşında kendisini göstermeye başlar. 

Atatürk Erkek Lisesi futbol takımında başladığı futbol serüveni, İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü’nde, Alibeyköy Adalet’de, Altay’da, PTT’de ve Galatasaray’da devam eder.

Galatasaray günleri onun futbolculuğunun da isyankâr ruhunun da zirvesidir. Galatasaray’da örgütlediği isyanın etkisinin ne kadar büyük olduğu açıktır. Emekleri heba olan insanların Galatasaray’da aradıkları kişi olmuştur Metin Kurt. 

O döneme dek çok dillendirilmeyen, ıskalanan bir alanda öncü olmayı bilir. Şimdilerdeki gibi, para ve mülk peşinde koşanlardan değildir.

Bizimle beraber arsadadır, borsadakiler ise karşısındadır.

Metin Kurt, hayatının her anında ‘komünist’ olmakla suçlanmaktadır. Para babası simsarlardan, kulüp yöneticilerinden ayrı durduğu açıktır; sporcusundan malzemecisine kadar birçok işçinin kendisine karşı oluşturduğu güveni hiç boşa çıkarmaz.

Tam da bu yüzden hedef tahtasındadır.

Evet, komünisttir de; bundan kaçınma gereği de hiç duymamıştır.

Kendisine yönelen ve hakkını, verdiği emeklerini savunmak sanki bir suçmuş gibi ilan edilen ‘Futbola anarşiyi soktunuz’ suçlamalarına yanıtı sert olur. Hatta bunu bir grev ve basın açıklamasına dönüştürür.

Ancak sermaye ile mülkündeki medyası çalışıyordur:

“Metin Kurt sokağa düştü. Fatih Parkı’nda şarapçılarla yatıp kalkıyor”.

Üzerinden çok geçmeden, Metin Kurt’un kendisine has ve sağlam iradeli tutumu onu çok sevdiği, taraftarı ve sporcusu olduğu Galatasaray’dan ayrılmaya zorlamaya başlar.

Sermayenin ele geçirdiği tüm takımlarda bu kural zaten geçerlidir. 

Önce komünist, sonra futbolcu

Metin Kurt onlar için artık bir bariyerdir. O, ‘aforoz’ edilecek isimler listesinin en başındadır.

Artık o, bu verimli toprakların en önemli isyan ateşlerinden birini yakmanın eşiğinde beklediğinin bilincindedir. Sonrasında bu ateş, onu Kayseri’ye kadar sürükleyecektir.

Yine o günlerde, dönemin Fenerbahçe antrenörü Didi’nin açıklaması ise pek de şaşırtıcı değildir:

Metin Kurt, Galatasaray takımının yarısıdır. Böyle bir futbolcu dünyada çok az bulunur. Öyle bir futbolcuyu dışarıda bırakmak ihanettir. İstemiyorlarsa, bize versinler”.

Metin Kurt’un zihninde ise başka şeyler dolaşır. O, sporun ve spor emekçilerinin kurtuluşunun sermaye düzeninden çıkmakla, onu alt etmekle geleceğini görebilenlerdendir. 

Bu yolda futbolu bırakmak, kadro dışında bırakılmak ya da amatör takımla çalışmalara katılmak mücadelesinin uzuvlarından yalnızca bir tanesidir.

Metin Kurt, bir tarafıyla masumca ve olanca sevgisi, bağlılığı ile maç izlemeye gelen taraftar ile futbolun kötücül yüzü arasında kalır. Baskı, hissedilmeyecek gibi değildir. Kayseri’de verilen futbolu bırakma ve ‘modern dilencilik’ olarak adlandırdığı jübile yapmama kararı onu örgütlü mücadeleye itmeye başlar. 

Emekçilerin gladyatörü, sermayenin bir gladyatörüne dönüşemezdi. O, halkına en yakın çizgide, hep halkı ile saf tutmayı yeğler. 

Kayseri’de bulunduğu dönemde Maden-İş Sendikası’nın patronlar örgütü MESS’e karşı başlattığı direnişe bir futbol emekçisi olarak destek oluşu ve grevdeki işçiler ile çadırlarda gösterdiği dayanışma, Metin Kurt’u yeniden öne itmekte gecikmez.

Yerel gazetelerde, Metin Kurt’un halktan maden işçileri için para topladığı, hatta o iş kolunda sendikanın gerilememesi için bir metal fabrikasında çalıştığı yazılır.

Mücadele katmerlenirken...

Metin Kurt, mücadelesini yazılarında da anlatmaya başlamış, spor emekçilerinin bir arada ve örgütlü mücadele etmeleri için siyasi çağrılar yapmaya başlamıştır. 

1979 senesinde Politika dergisinde yapmış olduğu “Tüm sporcular derneği kurulmalıdır” çağrısı karşılık bulmaya başlamıştı bile. Sporun burjuva siyaset ve sermaye ile doğrudan ilişkili olduğunu vurgulayan ve buna yönelik çalışmalar yapan Metin Kurt, “Ne sağcıyız ne solcu, futbolcuyuz futbolcu” tekerlemesine “Gerçekte siyaset, sporun baba evidir” cevabını veriyordu.

Sportmence günleri hararetli bir şekilde başlamıştı. Örgütlenme çağrıları, amatör sporcu çalışmaları, sporcular ile kurulan yepyeni temaslar... Sportmence mücadeleye hızlı bir giriş yapmış ve dikkat çekmiştir.

Özellikle, konu olarak işlediği ‘Faşist ve dinci sporcular gerçeği’ yazıları ya da güncel spor sorunlarına ilişkin yürüttüğü çalışmalar,  şimdileri dahi anlatır. Metin Kurt, gerici oyuncuların spor alanına ev sahipliği yapmasına bariyer olacak tüm çalışmaları Sportmence üzerinden örgütlemeye kararlıdır.

Ancak hızlı girilen gündemler ve verimli geçen Sportmence günleri, ekonomik nedenlerle kesintiye uğradı ve dergi kapatılmak zorunda kalır. Metin Kurt, bu hakkını daha sonra yeniden kullanmak üzere, antrenörlük ve iş dünyasına zorunlu bir giriş yapar. Sportmence ile birlikte yürüttüğü Yedikule futbol takımının eğitmenliği ise kendisini yorgun ve yıpranmış hissettirmiştir. 

Geçen zaman Metin Kurt’u birçok kulvara sürükledi. Eyüpspor ve Kayserispor’da tüketilen kısa antrenörlük maceraları, geçici süre yürüttüğü pazarlama yöneticiliği, Sivasspor dönemi, Ajans Sportmen, Özgür Ülke ve Evrensel gazeteleri...

Tüm bu süreç, Metin Kurt için mücadelenin katmerlendiği, yoğunlaştığı momentler içeriyordu.

Futbolculuğunda ilginç ve güzel anılar da biriktirmişti. Futbol gittiği her yerde peşinden gitti ama özne hep mücadelesi oldu. Yoksa futboluna, ona olan sevgisine diyecek bir şey olamazdı.

Ama öncelikleri hiç değişmedi.

Bizzat aktarıyordu. Zamanında Galatasaray’da görev yapan teknik direktör Brian Birch’ün Türkiye’ye son gelişinde bir açıklaması var. Havaalanında kendisine gazete veriyorlar, okumaya sondan başlıyor. Gazeteciler “Hocam, futbol sayfaları sonda bizde?” diye uyarınca, “Yok, Metin Kurt’u arıyorum. Daha başbakan olmadı mı?” diye soruyor.

Metin Kurt, ne kimliğini gizliyor ne de mücadelesini aksatıyordu.

Onu bilmeyen yoktu, mücadelesini evrensel kılmıştı.

Çalkantılı bir yaşam kavgasında yeni uğraklar

1970-1973 yılları arasında üst üste üç kez şampiyon olan Galatasaray’ın en önemli parçalarından birisiydi. Şimdilerdeki milli futbol takımından daha farklı günlerde, 70’lerde, 6 yıl aralıksız bir biçimde 26’sı A, 9’U Ümit ve 2’si de A Genç Milli takım olmak üzere toplam 37 kez milli takımın formasını terleten bir futbol emekçisiydi.

Galatasaray-Bayern Münih Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası maçında, Batı Almanya forması da giyen Paul Breitner ile karşılaşmıştı bir keresinde. Breitner, sol görüşlü bir futbolcuydu. Metin Kurt’u duymuştu. Yakınlaşmalarının sebebi ‘eşitlikçi bir dünya kurma’ hayali oldu.

Breitner’in futbol zekâsından, pozisyon bilgisinden etkilendiğini söyledi Metin Kurt: 

“Dünyanın en iyi defans adamıydı o zamanlar. Klası şüphe götürmezdi ve bu, futbol zekâsından ileri geliyordu. Demek ki benden daha solcuymuş!”

Metin Kurt, işsiz ve parasız olmanın acı tadını her emekçi gibi tatmış idi, ancak mücadelesinde bunların da olabileceğini hesaba katan birisiydi de... Buna boyun eğecek bir karakter kendisinde zaten yoktu. “Metin Kurt Halk Sofrası” ismi ile kurduğu çorbacı da ‘dostsuz’ kalıyor, pek bir kısa süre içerisinde kapanıyordu.

Ancak o sıralarda akıllarda Sportmence ve sendika fikri egemendi.

Bunu sıklıkla dillendiriyordu:

 Sportmence dergisi benim için öylesine büyük bir idealdi ki, bu ideal için her şeye katlanabilirdim”.

Başka çare yoktu, sendika ve dergi spor alanı için olmazsa olmazdı. Yeniden toparlanmalı, alanı gericilere ve para babalarına bırakmamalıydı. Sermayenin at koşturacağı bir spor alanına tahammül edemiyordu.

Yaşam kendi yolunda hızlıca akıyordu ve bu akışa yine kısa süreli deneyimler karıştı. 2006 senesinde eski takımlarından Yeniçarşı ile buluştu. Buluşma kısa sürdü. Yine olmadı, “Haksız olan, çarpık spor düzeni” dedi, üstüne basarak.

Fakat yine durmadı, duramazdı. Sonuçta emekçi halkına hizmet etmek onun asli mesleği oldu. 

Onun için daha iyi bir meslek mi vardı?

Borçlanarak dergi kuruldu. İlk nüshaları basılan derginin dağıtımı ve organizasyonunu bizzat Metin Kurt üstleniyordu. Pek parlak bir durum yoktu gerçi ama dergi çıkmaya devam etti. Derginin tek bir amacı vardı. Bu, spor emekçilerinin örgütlü hale geleceği bir sendika kurmak ve örgütlü mücadeleye çağrı yapmaktı.

2009’un Aralık ayında sendika, Spor-Sen, kuruldu. Dolmabahçe protestosu ise o dönemin nabzını ölçüyor, işçi sınıfına ihanet eden sendika üyeleri Metin Kurt için ve hiç utanmadan kınama cezası öneriyorlardı.

Metin Kurt için Spor-Sen’in ömrü çabuk tükendi. Aklındaki tek gerçek amaç, işçi sınıfının gerçek sendikasını kurabilmekti. İlk sporcu grevinde, ilk sporcu sendikası girişiminde onun adı vardı hep. ‘Futbol oyun olarak güzel, borsada çirkin ve kirli’ derken emekçilerin yanından bir an olsun uzaklaşmayı düşünmedi. 

Aforoz edilmesi de mücadeleden düşürmedi onu. Sahada da en yakın yerde durmasını da bilirdi halkına…

Ve yine devam etti.

Metin Kurt, Dolmabahçe eyleminin bir dönüm noktası olduğunu düşünüyordu. Artık bu duruma seyirci kalmak, işçi sınıfına başka türden bir ihanetti onun için.

Maç yeniden başladı.

“Bugün bizler ilan ediyoruz ki, bundan böyle hiçbir top emekçilerin kalesine girmeyecek. Bugün bu maç, AKP ile emekçi halkımız arasındadır. Sinmeyeceğiz, susmayacağız, seyirci kalmayacağız, bu maçı alacağız”!

Müjde gecikmedi ve Devrimci Spor Emekçileri Sendikası kuruldu. Sportmence ise sendikanın teorik yayın organıydı. Bu sıra dışı bir çıkış, bir meydan okumaydı. Sendika eylemlerine başlamış, özellikle İstanbul’da örgütlenen taraftar eylemi sermaye sınıfını ve gerici siyasal iktidarı rahatsız etmeyi başarmıştı.

Spor emekçileri, sporseverler ve de sendikaları bir aradaydı…

Eski günlerdeki gibi…

Metin Kurt çalışmayı ve nesnelliği zorlamayı hiç terk etmedi;
mücadelesindeki inatçılığını ve çelikten iradesini futboldaki emeği ile bir araya getirdi.

Halktan kopuk değildi, bilinir ve sevilirdi. 

Ama öyle, içi boş sevgi sözcükleri ile değildi bu; içtendi.

“Yıldız yokuşunda belediye otobüsleri ile yarışıyordum, Beşiktaş’tan Etiler sapağına kadar... Otobüs duraklarda durup yolcu indirip bindirdiklerinde duruyor, nefes alıp vererek kültürfizik hareketleri yapıyordum. Hareket ettiğinde yine yarış başlıyordu, gelecek durağa kadar. Etiler sapağına dek süren bu yarış, o noktadan sonra aşağıya Beşiktaş’a doğru devam ediyordu. Artık otobüs şoförleri bile tanıyordu beni. Seneler sonra Galatasaray’da oynadığım zamanlarda da bu yöntemi yine aynı güzergâhta kullandım. Bir gece durakta duran otobüsün camından başını çıkartan bir şoför beni tanıyıp 'Yine eski günlerdeki gibi, değil mi Metin?' diye sordu."

2011 ise, Metin Kurt için özel bir dönemin açıldığı yıldı. Beş yüz bin boyun eğmeyen arayan Türkiye Komünist Partisi’nin milletvekili adayı idi Metin Kurt.

“Siyasette tek kale maç olmaz” demişti. Artık sınıfın partisinde, sporun batakhanesini kurutmak için vardı. Sendika hiç durmadı. UEFA protestosu, 1 Mayıs eylemleri, yoğun ve hararetli toplantılar…

Taraftar grupları, sporseverler, spor emekçileri renklerde, ‘başarı’ vaat eden kokuşmuş, sermayedar yöneticilerde ya da tezahüratlarda değil; zaten ait olduğu ‘sınıfında’ buluşmalıydı.

2012 senesi ise Metin Kurt’un fiziksel yaşamının sınırına ulaştığı yıl oldu. Ancak bu durum, başka bir görev yüklüyordu, mücadelesini devrettiği emekçilere.

Metin Kurt, 24 Ağustos 2012’de aramızdan ayrıldı. Belki bazı şeyleri yarım bıraktı, ama mücadelesini asla. 

Metin Kurt, bu toprakların isyan ateşi olmayı, “Sporda da sözümüz var” demeyi hâlâ sürdürüyor ve siyasi ve sportif yelpazenin tüm kesimlerinden ona referanslar verilmeye devam ediliyor. 

Ama o, sosyalist ilkelere ve eşitlikçi bir düzene hasret karakteri, fiziksel olarak aramızda olmasa dahi “Bana yakışan Türkiye Komünist Partisi’dir, boyun eğmeyenlerin partisidir” dediği günden bu yana rengini belli ediyor.

Eski günlerinde nasılsa, şimdi de öyle Metin Kurt. Hala en çalışkanımız, hala halkın içerisinde, mücadelenin en önünde, hala ellerinde davulla tribünde, hala insanların dimağlarında, hala çay içiyor, sohbet ediyor bizimle ve hala partili, boyun eğmeyen bir TKP’li…

Ve korkuyorlar ondan hala. Korkuyorlar, çünkü Vecdi Çıracıoğlu’nun deyişi ile;

“O, mücadelesinde en haysiyetli yolu seçmişti, yani sosyalizmi…” 

Yani; yalnızlığı değil; çoğalmayı.

Şimdi, kırmızı atkısıyla o ‘nostaljik ve romantik’ bir öğe olmanın çok ötesinde, eskilerden bize elimize tutuşturduğu mücadele bayrağıyla, önümüzde ve kol kola yürümeye devam ediyor.

Metin Kurt’un olduğu yer, emek, alınteri, eşitlik, özgürlük ve boş arsalarda koşan çocukların mis gibi ter kokuları, toprak kokan çorapları ile bezeniyor.

Eski günlerdeki gibi ve yeniyi kurmanın arifesinde…

Ve Gelenek’i bizlere devrettiğinin bilinciyle…