SÖYLEŞİ | Türkiye’de ormanların durumu ve ormancılık

Hiçbir ekolojik değer gözetilmeksizin verilen izinler nedeniyle madencilik projeleri, rüzgâr enerjisi santralleri, jeotermal enerji projeleri orman varlığı üzerinde önemli ölçüde tahribat oluşturuyor. Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırmaları Derneği üyesi, orman mühendisi Salih Usta'yla Türkiye’de ormanların ve ormancılığın geldiği noktayı konuştuk.

Haber Merkezi

Gün geçmiyor ki AKP’nin sermayeye peşkeş çektiği yeni bir orman alalının haberini almayalım. Hiçbir ekolojik değer gözetilmeksizin verilen izinler nedeniyle madencilik projeleri, rüzgâr enerjisi santralleri, jeotermal enerji projeleri orman varlığı üzerinde önemli ölçüde tahribat oluşturuyor. Bugün Türkiye’de ormanların ve ormancılığın geldiği noktayı, Kırsal Çevre ve Ormancılık Sorunları Araştırmaları Derneği üyesi, orman mühendisi Sayın Salih Usta ile konuştuk.

Türkiye’de ormanların ve ormancılığın durumu nasıl görünüyor? Orman varlığı açısından zengin bir ülke miyiz?

Türkiye’nin orman varlığı 22,7 milyon hektar.  Bu da ülke yüzeyinin yaklaşık % 29’una karşılık geliyor. Alansal olarak bu oranın % 80-90’lara çıktığı ülkeler de var, % 1-2’lere düştüğü ülkeler de.  En belirleyici etmen iklim ve diğer topoğrafik koşullarla birlikte coğrafi konum.  Yani başta yağış ve sıcaklık olmak üzere elverişli ekolojik ortamlarda orman ekosistemi oluşur. Çöllerde, kutuplarda ya da doğal bozkırlarda orman ekosistemi görmeyi bekleyemeyiz.  Yani “bir ülkenin yüzde kaçı ormanlarla kaplı ise orman varlığı açısından zengin ya da yoksul sayılır” diye bir standart yok.  Türkiye bu konuda orta derecede şanslı bir ülke sayılabilir. Bu konuda objektif değerlendirme yapabilmek için “Türkiye’nin ne kadarı orman ekosistemi oluşmasına uygundur?” sorusunu yanıtlamak gerekir. 10-12 bin yıl önce Anadolu’nun %50’sinin ormanlarla kaplı olduğuna dair veriler var. Demek ki orman varlığı azalmış. Bu süre içerisinde çok büyük iklimsel değişimler olmadığına göre, insan etkisiyle  yaşanmış bu süreç.

Son 50 yılın verilerine bakıldığında ise orman alanlarımızın arttığı görülüyor ve doğrudur da.  Onca orman yağması, kıyımı ve orman yangını yaşanırken nasıl oluyor bu? Türkiye’de orman alanların artışına ya da azalışına neden olan olgu, olay ve etmenleri saymayayım ama bizdeki bu artışın temel nedeni köyden kente göç olgusudur. 40-50 yıl önce kentsel/kırsal nüfus oranları yaklaşık 70’e 30 iken bugün bu oran tersine dönmüş durumda. (Bütünşehir yasasının bildiğimiz köyleri kent saymasının dışında.) Bugün bir orman köyüne uğrarsanız örneğin 100 haneli bir köyde 8-10 hanede yaşanıldığına ve çoğunlukla yaşlılara rastlayabilirsiniz. Kış mevsiminde daha da düşer bu sayı. Orman köylerinin boşalma süreci orman ekosistemlerine olumlu katkı yapmıştır. Daha önce ormandan açılan tarla ve bağ bahçeler, insanların terk etmesinden sonra yeniden orman ağaçlarıyla kaplanmaya başlamıştır. Yani orman, kendisinden alınanı geri almaya başlamıştır. Hayvancılığın azalması hatta yok olması otlatma baskısıyla gelişme fırsatı bulamayan bitkilerin ve orman ağaçlarının yeşerebilmesine olanak sağlamıştır. Ayrıca köylülerin zorunlu olarak yapageldikleri kaçak kesimler de azalmıştır. Kısaca, 1980’ler de başlayan ikinci dalga köyden kente göç olgusu orman ekosistemlerinin toparlanmasına ve genişlemesine olumlu katkılar yapmıştır. Bu durum hemen hemen Türkiye’nin her yeri için geçerlidir.  Onca baskıya, talana, kıyıma rağmen orman alanı artışının temel nedeni ağaçlandırma değildir. Öte yandan orman yangınlarıyla orman alanı ve orman varlığımızın azaldığı gibi yanlış bir bilgi/algı var. Konuyu dağıtmayalım ama orman yangınlarıyla orman alanı azalmaz. Bir iki küçük istisna dışında tabii.

Ormancılık konusunda ise Türkiye 180 yıllık kurumsal bir geçmişe, büyük bilgi ve deneyim birikimine sahiptir. Ancak son yıllarda, her şeyi belli kesimlerin ekonomik çıkarlarına feda eden anlayış ormancılığımıza da yansımıştır, doğal olarak. Anayasanın 169’uncu ve 170’inci maddeleriyle bir şekilde güvenceye alınan ormanlarımıza dair mevzuat sık sık değiştirilmektedir. Sanıyorum, Kamu İhale Kanundan sonra en çok değiştirilen kanun 6831 sayılı Orman kanunudur. Ve değişikliklerin tümü de ormanlarımız ve ormancılığımız için olumsuz niteliktedir.  Torba kanunlarla ve KHK’lar ile ormancılık mevzuatı delik deşik edilmiştir.

Başta Orman Genel Müdürlüğü (OGM) olmak üzere, ormancılıkla ilgili kamu kurum ve kuruluşları liyakatsiz, bilgisiz, deneyimsiz, görgüsüz kadrolarla doldurulmuş durumdadır. Odunculuktan öteye gidemeyen, makam mevki kazanmak ve korumak uğruna kendini ve günü kurtarmaya çalışan biatçı kadroların öncelikli olarak ormanlarımızı korumak, ormancılığımızı geliştirmek gibi bir derdi yoktur. Orman ekosistemlerimizin tahrip ve yok edilmesine dair, yukarıdan gelen hiçbir talebe karşı direnmeyi bırakın, laf söyleyecek irade kalmamıştır. Dünyada ve ülkemizde orman ekosistemlerinin birçok işlevsel önemi öne çıkarken, geleneksel odun üretme (hasat demek daha doğru olacak) saplantısı aşılamamıştır. Biraz önce orman varlığımızın miktarına ilişkin değerlendirmelerde bulunduk. Ancak, var olan orman ekosistemlerinde neler olup bitmektedir, ne gibi değişimler yaşanmaktadır? Elbette bir iki cümleyle açıklamak olanaksız. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: aşırı odun üretme saplantısı nedeniyle ormanlarımız delik deşiktir. Bu gün orman ekosistemleri üzerindeki en büyük tehdit devlet ve onun ormancılıkla ilgili kurumlarıdır.

Hükümet iktidara geldiğinden beri “ağaçlandırma” çalışmaları yapıyor ve orman varlığını artırdığını söylüyor. Geçtiğimiz yıl yapılan 11 milyon ağaç kampanyası da bu çalışmaların son durağı idi. Bu çalışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu ağaçlandırma çalışmaları gerçekten orman varlığımızı artırmada rol oynuyor mu?

Son yıllarda orman ve diğer doğal ekosistemlerin tahribi ve yok edilişi o kadar arttı ki adım başı yeni bir olay görüyor, duyuyoruz. Ve devlet denilen aygıt bu yağma ve talan sürecinin bizatihi tahripkâr tarafı. Yasama, bu talana güya yasal kılıf hazırlarken, yürütme de (tüm kamu kurum ve kuruluşları) doğa kıyımının taşeronluğunu üstleniyor.  Yargı’nın getirildiği durum da ortada. Tabii burada mutlak olarak sermayenin çıkarları söz konusu.  Köyünün kentinin, dağının deresinin mahvedildiğini gören yurttaşlar da artık bu tür yağmalara karşı çıkıyorlar, direniyorlar. Örneğin şöyle bir algı oluştu: “Eskiden devlet ormanları vatandaştan korurdu, şimdi vatandaş ormanı devletten korumaya çalışıyor.” Sonuçta iyi-kötü, eksik-yanlış bir doğa koruma bilinci yaygınlaştı. İşte bu yağma düzenin yürütücüsü AKP de bir şekilde gönül almak, doğa tahribatını mazur göstermek zorunda kalıyor. Bunun için de olmadık yalanlara, aldatmacalara, hamasete, algı oyunlarına başvuruyor. Ormanlar açısından “kesiyor ama dikiyor da” algısını oluşturmak istiyorlar. Ve bazı aydın geçinenler bile bu oyunlara kanabiliyor.

Siyasal iktidarın bu konuda geliştirdiği (!) birkaç söyleme bakalım. Örneğin bir doğa yıkımı projesi için 10 bin ağaç mı kesilecek; “biz başka bir alana 50 bin fidan dikeceğiz” diyorlar. Neresinden tutsanız elinizde kalır! Öncelikle yok edilen bilmem kaç tane ağaç değildir, bir ekosistemdir yok edilen. Ağaçların yanı sıra diğer odunsu ve otsu bitkilerin, böceklerin, kelebeklerin, mantarların, kuşların, sürüngenlerin, memelilerin, bakterilerin, toprak altında ve üstünde yaşayan mikroorganizmaların tüm bu canlı ögelerin yanı sıra topoğrafyanın, havanın, yeraltı ve yer üstü sularının ve hepsinden önemlisi bütün canlı ve cansız ögelerin birbirleriyle ilişkisidir tahrip ya da yok edilen. Yüzlerce, binlerce, onbinlerce yılda oluşmuş ilişkileri ve dengeyi sadece ağaç sayısına indirgemek ya büyük bir cehalet ya da ahlaksız bir yalandır. Kaldı ki doğaya verilen zarar sadece yok edilen alanla sınırlı değildir. Bunun başta havza bazında olmak üzere küresele varan olumsuz etkileri de olacaktır. Maalesef şu “ağaç sayısı” takıntısı bazı direngen doğaseverlerde de mevcut ve böyle bir tuzağa düşüyorlar. Olaya sadece “ağaç” olarak bakıldığında bile şu saçmalık görülemiyor. Bu muhasebede mesela 150 yaşında, 25 m boyundaki bir ağaçla; 3-5 yaşında 20-30 cm boyunda bir fidan “1” sayılıyor. Öte yandan ben bugüne kadar “falanca yerde kesilen ağaçların yerine ağaçlandırılmış” bir alan görmedim. Zaten uygun yerlerde ağaçlandırma yapmak, ilgili kamu kurumunun anayasal ve yasal görevi; şu kadar ağaç kesildiği için ağaçlandırma yapıyorum demek, ne demek! Sadece kamuoyunu uyutmak için söylenen boş sözlerden ibaret.

AKP kadrolarının bir köylü kurnazlığı da istatistiki verileri çarpıtmaktır. Ormancılık çalışmaları genel olarak birim alan üzerinden ifade edilir. Şu kadar hektar orman yandı, şu hektar ağaçlandırma yapıldı gibi. Bunlar, özellikle ağaçlandırma çalışmalarında hektar yerine fidan/ağaç sayısını söylüyorlar. Yani “bir kamyon kum” demek yerine “10 milyar kum taneciği” demek gibi bir şey! Yapılan işi büyük gösteriyor. Artık her yıl AKP hükümetleri zamanında kaç milyar fidan dikildiği açıklanıyor. Dilin kemiği yok; 3, 4, 5 milyar diye gidiyor. Size şöyle bir örnek vereyim, örneğin 100 hektarlık bir doğal gençleştirme alanında belki 10 milyon fidan sayabilirsiniz. Böylesine bir istatistik bilgisi, gerçek anlamda karşılaştırma yapılmasını da engelliyor; başarısızlıklarını güya büyük bir başarıymış gibi gösteriyor.  Yine kendi mantığı içinde bakıldığında, burada da saçmalıklar var. Tek başına dikilen fidan sayısı hiçbir şey ifade etmez. 5 fidan dikilecek yere 10 fidan diktiyseniz israftan başka bir şey değildir. Dikilen bu fidanların ne kadarı tuttu / ne kadarı kurudu? Yanlış tür seçimi yapıldıysa, bunlar da rakamları şişirir ama doğal ekosistemleri yok etmiş olmak alkışlanacak bir şey değildir vs. Öte yandan belediyeler ve diğer kamu kurumlarının diktikleri fidanlar bu sayının içinde mi? Yanan alanlara “yasal zorunlulukla” dikilen fidanlar bu rakamın içinde mi? İşte, aslında hiçbir şey ifade etmeyen bu tür söylemlerle “kesiyorlar ama dikiyorlar da” algısını oluşturmaya çalışıyorlar.

Anlaşıldığı kadarıyla cami avlusuna, okul bahçesine dikilenden, “özel ağaçlandırma” adı altında dikilen zeytin, ceviz fidanına kadar hepsini bir çuvala atıyorlar. Öte yandan diktiklerini ifade ettikleri milyarlarca fidanla ne kadar orman alanı arttığı da belli değil. Halkımız da sanıyor ki, “bu kadar fidan dikildiğine göre orman varlığımız da artıyordur.” Örneğin “orman sayılan” bir alanda yapılan ağaçlandırma, 1 metrekare bile orman alanını artırmaz; zaten orman alanı! AKP’den önce yapılan ağaçlandırma çalışmaları “orman içi” ve “orman dışı” olarak açıklanırdı. Bu denenle, yapılan ağaçlandırmalarla ne kadar yeni orman alanı kazandığımız da belli değil. Kaldı ki, ağaçsız bir alan ağaçlandırıldığı anda “orman” olmaz. Ekolojik anlamda orman sayılabilmesi için orman ekosistemlerine özgü ilişkilerin kurulması gerekir. Bu da en azından onlarca yıl gerektirir.

2019’un kasım ayında yapılan kampanya da bu çerçevede değerlendirilmelidir. Biliyorsunuz 2019’un yaz aylarında iki büyük orman yangını -Muğla ve İzmir- kamuoyu gündeminde büyük yer etmişti. “Bir taraftan HES’ler, RES’ler, JES’ler, altın madenleri, taş ve mermer ocakları, açık linyit işletmeleri, otoyollar, havalimanları vs. vs. vs. ormanlar yok edilirken bir yandan da ormanlarımız cayır cayır yanıyor” algısına karşı toptan bir algı operasyonu yapıldı. Orman yağmalarına gıkını çıkaramayan, üstelik ormanları tahrip ve yok edecek her türlü projenin izin işlemi için onay veren Orman Genel Müdürlüğü “bir günde” süreci dengeleyecek! Yapılan bilimsel ve samimi bir ağaçlandırma çalışması değildir, ucuz bir şovdur. 11 Kasım şovunun teknik anlamdaki sorgulamasına girmeyeyim, uzun zaman alır çünkü. Kısaca şöyle ifade edeyim: Ormancılık bilim ve tekniği açısından tam bir rezilliktir.

Son yıllarda, özellikle Akdeniz ve Ege bölgesinde “endüstriyel plantasyon” adı altında çok genç ağaçlar tıraşlama kesiliyor. Ormanlarımızın ve biyolojik çeşitliliğin korunması açısından bu uygulamaları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Endüstriyel plantasyon, dünyanın birçok ülkesinde uygulanan bir yöntem. Sanırım en kısa şekilde şöyle bir tanım yapabiliriz. Birim alanda en yüksek nicelikte/miktarda odun hammaddesi üretmek amacıyla, hızlı gelişen türlerle yapılan monokültür ağaçlandırmalara endüstriyel plantasyon deniyor. Özünde bir mısır plantasyonundan farkı yok. Tarımsal ürünlerde bir-iki yılda son ürün alınırken, endüstriyel plantasyonlarda bu süre 30-40 yıl –ki ormancılık açısından çok kısa bir süredir.  En belirgin fark bu. Kitabi bilgilere göre uygulama şöyle yapılıyor: Önce plantasyon yapılacak alandaki bütün doğal bitkiler kökleniyor, toprak işlemesi yapılıyor. Bu alana hızlı gelişen orman ağacı türlerinin seçilmiş klonlarının fidanları dikiliyor. Gerektiğinde sulama, gübreleme, ilaçlama gibi tarımsal faaliyetlerde kullanılan yöntemler kullanılabiliyor. Ve idare süresi sonunda (son ürünü alıncaya kadar geçen süre) alandaki bütün ağaçlar tıraşlanıp, yeniden dikim yapılıyor. Böylece, doğal orman ekosistemleri üzerindeki odun üretimi baskısının azaltılması, dolayısıyla biyolojik çeşitliliği korunması gibi masum ve akla uygun amaçlar ifade ediliyor.

Ancak sorun olan kritik nokta, endüstriyel plantasyonların nerede yapılacağı ya da yapıldığı. Örneğin tarım yapılagelen alanlarda ya da antropojen bozkırlarda (yani eskiden orman olup insan marifetiyle ormansızlaştırılan alanlarda) yapılırsa, yukarıda değinilen amaca uygun düşecektir. Ancak ülkemizde son yıllarda hızlanan endüstriyel plantasyonlar, Türkiye’nin en verimli “doğal” orman ekosistemlerinde yapılıyor. Biyolojik çeşitliliği dolaylı olarak korumak bir yana, doğrudan biyoçeşitlik yok ediliyor. Bunun için önce doğal orman ekosistemleri ile doğal ya da yapay yöntemlerle yetiştirilmiş ormanlar tıraşlanıyor. Sonra, biraz önce söylediğim gibi ağır bir toprak işlemesi, alandaki bütün bitkilerin köklenmesi geliyor. Doğal olan bütün bitkilerin kökünü kazıyacaksınız, sadece tek tür –ki o türün de genetiğiyle oynanmış tek klonunu- dikeceksiniz. Bu nasıl bir biyolojik çeşitliliği koruma anlayışıdır? Öte yandan orman sayılan alanlarda gencecik ağaçları tıraşlama keseceksiniz ve “biz doğal ormanlar üzerindeki odun üretimi baskısını azaltıyoruz” diyeceksiniz!

Endüstriyel plantasyon bir orman ekosistemi bile değildir; ekolojik anlamda tarımsal monokültür uygulamalarından bir farkı yoktur. Yani yapılmakta olana orman ekosistemlerinin Orman Genel Müdürlüğü tarafından yok edilmesidir; orman ekosistemlerimizin azaltılmasıdır.

Ülkemizde endüstriyel plantasyon benzeri uygulamalar 50’li, 60’lı yıllarda denendi ve genel olarak başarısız oldu. İkinci dalga 2012’de çıkarılan bir “eylem planıyla” gündeme getirildi. Düşük eğimli (%30’a kadar) ve verim derecesi en yüksek (1. Bonitet) orman ekosistemleri potansiyel alanlar olarak belirlendi. 2019 yılında bir tebliğ ile potansiyel alanlarda eğim faktörü %50’ye çıkarıldı, verimlilik derecesi 3’üncü dereceye kadar düşürüldü. Böylece potansiyel alan en az 10 katına çıkarıldı. Üstelik korunan alanlar ile ekolojik ve sosyal fonksiyonlu ormanlar kısıtlaması bile getirilmedi. Tam bir gözü dönmüşlük!

Türkiye’deki endüstriyel plantasyon uygulamaları, ormancılığın sınıfsal karakterini de net olarak ortaya koyuyor. Çünkü daha dar anlamda asıl amaç, birkaç büyük orman ürünleri sanayi şirketinin lif-yonga vb odun hammaddesi ihtiyacını karşılamaktır. Bu şirketler hammadde ihtiyacını, daha düne kadar ithalat ile karşılıyorlardı. Özellikle Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra “kapitalizme geçmek”te olan yeni devletlerde aşırı bir orman ürünü üretimi (!) gerçekleşmişti. Başta Rusya olmak üzere bu ülkelerden çok daha ucuza odun hammaddesi sağlanabiliyordu. TL’nin yabancı para birimleri karşısında 6 kat değer kaybetmesi nedeniyle, artık ithalat pahalıya gelmeye başladı. Güzelim yurdumuzun güzelim ormanları ne güne duruyordu!

Sonuç olarak endüstriyel plantasyon, birkaç sermayedarın talebi üzerine, ormanlarımızdaki kesim miktarını aşırı derecede artırmak ve böylece mevzuatın ve planların arkasından dolaşmak amacıyla uydurulmuş bir kılıftır. Yani gerçek amaç endüstriyel plantasyon bile değildir. 60-80-100-120-200 yılda gençleştirilmesi gereken üretim ormanlarını 30-40 yılda kesmenin bahanesidir. E buna da doğa düşmanlığı ve  “vatan hainliği” demenin hiçbir abartısı yoktur.