SÖYLEŞİ | Oğuz Oyan: IMF'siz IMF programı da çözüm olmayacak

Prof. Dr. Oğuz Oyan, Berat Albayrak döneminde uygulanan politikanın dışa açık ekonomilerdeki "üçlü imkansızlık" durumuyla çelişmesinin rezervlerin erimesinde başat etken olduğunu söylüyor.

Haber Merkezi

Muhalefet eski Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak'ı yeniden gündemine aldı. Eleştirinin dozu artınca uzun süredir Albayrak konusunda konuşmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan eski bakanı ve damadına sahip çıktı. Bu durum Albayrak'a yeniden mi görev verilecek sorusuna neden oldu. 

CHP, uyguladığı yanlış politikalar nedeniyle Merkez Bankasının rezervlerini eritmekle suçladığı Albayrak'ı gündemde tutmaya devam ederken, yeni ekonomi yönetimiyle ilgiliyse sessizliğini koruyor. Profesör Dr. Oğuz Oyan bu durumu CHP'nin klasik neoliberal çerçevenin dışına çıkamamasına bağlıyor. 

Berat Albayrak döneminde uygulanan politikanın dışa açık ekonomilerdeki "üçlü imkansızlık" durumuyla çelişmesinin rezervlerin erimesinde başat etken olduğunu söyleyen Oyan, bu süreçte yerli ve yabancı sermayenin kârlı çıktığının da altını çiziyor.

Mevcut ekonomi yönetiminin 'IMF'siz IMF programı" olarak adlandırılabilecek politikalarınınsa yapısal sorunları taşınamaz hale gelen Türkiye ekonomisine çözüm olmayacağını söylüyor.

Oyan'ın sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde: 

CHP 128 milyar doların hem faizlerin hem de doların aşağıda tutulması için yanlış bir politika olarak harcandığını iddia ediyor ve bu para nerede diye soruyor. TCMB'nın durumu nedir sahiden, bunlar bir yandan kayıtlı işlemler olmalı, çok fazla rakam havada uçuşuyor, bize biraz sadeleştirerek anlatabilir misiniz? 

Sermaye hareketleri üzerinde denetimin olmadığı dışa açık ekonomilerde, "üçlü imkânsızlık" durumu oluşur. Yani hem dışa açık olmak, hem de faiz ve kur seviyelerine birlikte müdahale etmek imkânları yoktur. Eğer dışa açıksanız, ya faize ya da kura müdahale edebilirsiniz; ikisine birden değil. Eğer dışa kapalı bir ekonomiyseniz, hem faiz hem kur seviyelerine birlikte müdahale edebilirsiniz. Uluslararası sermayenin taleplerini karşılayan Özal, 1989'dan itibaren Türkiye ile dış dünya arasındaki sermaye hareketlerini serbestleştirmiştir. Dolayısıyla Türkiye 32 yıldır para politikası araçlarını dilediğince kullanabilme imkânından yoksundur.

Bunun ilk sınaması 1990'larda yapılmış, faiz ve kura birlikte müdahaleye girişen Çiller Hükümeti (DYP-SHP Koalisyonu) 1994 krizine neden olmuştur. Bu deneyimden hiç ders almayan Erdoğan iktidarı, 2018 yılında aynı hatayı tekrarlayarak bir döviz krizine neden olmuş ve bundan kurtulabilmek için, o zamana kadar baskılamaya çalıştığı faiz hadlerinde şok artışlar yapmak (faizleri yüzde 24'e çıkarmak) zorunda kalmıştır. Ancak kendi deneyiminden dahi öğrenemeyen bu "akıl", 2019 sonlarından itibaren faiz hadlerini hızlı bir düşüşe zorlaması nedeniyle döviz kurunu tutamaz olmuş ve 2020'de yeni bir döviz krizine yol açmıştır. Kasım 2020'de Hazine ve Maliye Bakanı ile TCMB Başkanının değiştirilmesi, faizlerin yeniden bir şok tedavi mantığıyla yükseltilmesine Saray onayının alınmasından sonra "piyasalar" yatıştırılabilmiştir.

'Merkez Bankası görevini yerine getirememiştir'

Bir başka açıdan bakılırsa, TCMB'nın kendisine biçtiği tek rol olan milli paranın değerinin korunması görevini yerine getirmesi engellenmiştir. Dışa açık bir ekonomide Merkez Bankası'nın milli paranının değerini korumak bakımından elindeki yegane araç faizlerdir. Bunu kullanması engellenir ve üstelik milli paranın değerini koruması (yani döviz kurlarının yukarı gitmesini frenlemesi) istenirse, o zaman döviz rezervlerini tüketmek gibi yanlış bir yola savrulacaktır. Burada ne açık ekonomi koşullarını ne yüksek faiz politikasını ne de TCMB'nın bir kalkınma/istihdam hedefinin olmamasını savunuyor olmadığımızı geçerken vurgulayalım. Ama ekonomiyi dışa açık (dolayısıyla dış şoklara da açık) tutarken,  faizi baskılamak iktisat politikası açısından yanlıştır. Şöyle de söyleyebiliriz: Eğer faiz silahı zamanında kullanılabilmiş olsa, ne kurlar ne de faizler bugünkü düzeylere çıkmış olurdu.

Çok çeşitli ekonomik ve toplumsal maliyetleri bir yana, yalnızca döviz rezervlerinin erimesi bile yeterince yüklü bir fatura oluşturmuştur. TCMB'nin Aralık 2018'de sahip olduğu 93 milyar dolarlık brüt (döviz+altın) rezervinden 48 milyar dolarlık toplam yükümlülükleri çıkarıldığında, 45 milyar dolarlık bir olumlu bakiyesi bulunmaktaydı. Ocak 2021 itibariyle, brüt rezerv 95,7 milyar dolar, toplam yükümlülükler 135,9 milyar dolar ve net rezerv eksi 40,2 milyar $'dır. İki yılda net rezerv kaybı 85,2 milyar dolardır. (Zafer Yükseler).  Sadece dövizler dikkate alınsaydı, döviz rezervi kaybı 100 milyar dolar çıkardı. (CHP'nin 128 milyar dolarlık döviz kaybı bulgusu, hesabın daha erken bir tarihten başlatılmasıyla ilgili olmalıdır). Mustafa Sönmez de, 19 Şubat 2021 tarihi itibariyle, 94 milyar dolar brüt rezervden, toplam yükümlülükler olan 139,4 milyar doları düşünce, eksi 45,4 milyar dolarlık net rezerv sonucuna ulaşmaktadır.

Net rezervlerin eksiye düşmesinin en önemli etkeni, TCMB'nın swap borçlarının inanılmaz yükselişidir. (Örneğin, 19 Şubat itibariyle 57,5 milyar dolar swap yükümlülüğü olmasa, net rezerv 12,1 milyar dolar artıda olabilirdi). TCMB, döviz rezervlerinin yetersizliği ve faiz aracını kullanmasına getirilen Saray sınırlaması nedeniyle, ilk kez 1 Kasım 2018'de "Döviz karşılığı TL swap piyasası"nı kurmuştu. Mayıs 2019'da da "TL karşılığı altın swap pisasası"nı, 2 Ekim 2019'da da "Döviz karşılığı altın swap piyasasası"nı kuracaktı. Swap bir takas sözleşmesidir ve döviz, altın, ticari mal biçimindeki belirli bir varlığın belirli bir vadede ödeme yükümlülüğünün takas edilmesidir. TCMB, döviz karşılığı TL swap işlemlerinden ve kamu bankalarından başlayarak bu piyasası yapay olarak şişirmiş ve TCMB'nin döviz swap borçlarını olağanüstü artırmıştır. Bu işlemlerin çift haneli milyar dolarlara ulaşması Mart 2019 sonrasındadır ama henüz Haziran 2020'de döviz ve altın swap hacmi 59 milyar dolara çıkabilmiştir. Bu, faizleri baskılamanın görünür bedellerinden biridir sadece.

TCMB'nın net rezervinin eksi bakiye vermeye başlamasının başlangıcı Mart 2020'dir. Bu ayda verilen 10,7 milyar dolarlık eksi bakiye, henüz Haziran 2020'de eksi 36 milyar dolar düzeyine tırmanmıştır. Bozulma bu kadar çılgınca bir hızdadır ve buna karşı faiz önlemi alınamamıştır.  Üstelik, TCMB swap işlemlerini saydam bir biçimde göstermeyerek, rezerv hesaplarında dikkate almayarak bu kötü gidişatın farkedilmesini ve politikacılar tarafından izlenmesini güçleştirmiştir. Gerçi RTE'nin 94 milyar dolar brüt rezervle halen övünüyor olması, bir bilgisizlikten ziyade kasıtlı bir çarpıtma çerçevesinde değerlendirilmelidir.

'Yerli ve yabancı sermaye kazançlı çıktı'

Peki bu rezerv erimesi nereye gitmiştir? Görece baskılanmış olan kur seviyelerinde döviz satın alan tüm yerli/yabancı sermaye çevreleri bu işten kazançlı çıkmıştır. Yerli reel sektör, döviz bilançosundaki yüksek açık pozisyonları azaltma fırsatı bulurken, borsadan ve devlet senetlerinden çıkan yabancı portföy yatırımcısı da dövize dönerken (ve sermayesini yurtdışına çıkarırken) avantajlı konumda olmuştur. Üstelik örneğin Haziran'da kur 1 dolar =6,85 TL düzeyinde baskılanırken çıkış yapan sıcak para, 29 Ekim'de 1 dolar= 8,29 TL iken tekrar giriş yaptığında, büyük bir kur farkı kazancı da oluşmuştur. Demek ki, TCMB'nın rezerv eritme politikası en çok yabancı sermaye ile yerli sermayeye yaramıştır. Elbette döviz tevdiat hesabına (DTH) geçen hanehalkı da hesaba katılmalıdır; çünkü dolarizasyonun hızı önceki dönemleri aşmıştır. (Ancak hanehalkının büyük bölümü spekülatif davranamadığı için kısa vadede kayba da uğrar). Değerli meslektaşımız Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu (Birgün, 16 Şubat 2021), 2020 yılı için bulduğu 65,5 milyar dolarlık döviz erimesinin nerelere gitmiş olduğunu hesaplarken, dört kalem saymaktadır: -cari açık finansmanı için kullanılan 31,9 milyar dolar; -reel sektör şirketlerinin döviz alımı 19,4 milyar dolar; -gerçek kişilerin DTH artışları 22,1 milyar dolar; -BOTAŞ'a döviz satışları 6 milyar dolar.

Bu soruda son olarak, AKP'den bazı isimlerin, örneğin Nurettin Canikli'nin, Berat Albayrak'ı savunma mecburiyeti içine girdiklerinde, açık ekonomide TCMB'nın döviz talebini karşılamak zorunda olduğunu yoksa Türkiye'den temerrüde düşmüş olacağını iddia ettiler. Bu bir çarpıtmadır. TCMB faiz silahını zamanında çekmiş olsa, milli paranın (dolayısıyla dövizin) değerinde bu tür şiddetli dalgalanmalar ortaya çıkmaz ve kuru baskılamak için TCMB rezervlerinin eritilmesi gerekmezdi.

'Türkiye ekonomisinin krizi yapısaldır'

Türkiye açısından döndürülemez bir krizden mi bahsediyoruz? Sizin önümüzdeki döneme dair bir öngörünüz var mı?

Türkiye'nin yapısal ekonomik sorunları vardır ve bunun bir bölümü açık ekonomi koşullarından kaynaklanmaktadır. Önümüzde yalnızca faiz, kur ve enflasyona ilişkin kısa vadeli politikalarla durumun "idare edilebileceği" bir dönem yoktur artık. Nitekim ekonominin kırılganlıkları o derecededir ki, yüksek dozlu faiz artışlarına rağmen, yeniden eski hesapsızlıklara dönülebileceği kaygısı (ve Berat Albayrak dönemi güzellemeleri) bile son günlerde döviz kurunu yeniden zıplatabilmiştir.

Türkiye'nin mevcut politikalarla gidebileceği yol artık tıkanmıştır. Kasım'dan bu yana sürdürülen IMF'siz IMF düzenlemesi de derde deva değildir. Ama bunu bile layıkıyla sürdürebilecek (Kanal İstanbul'dan, KÖİ'lerden, büyük savurganlıklardan, ihale komisyonculuğundan vazgeçebilecek) bir kadro işbaşında değildir. Aslında dünyada da neoliberal düzenleme rejiminin ömrü dolmuştur; bu yolda devam ancak daha baskıcı politik rejimlerle mümkün olabilecektir.

'CHP'nin ekonomi yaklaşımı neoliberalizmin dışına çıkmıyor'

CHP'nin eski ekonomi bakanından hesap sorması anlaşılabilir fakat neredeyse 3 aya yaklaşan yeni bir ekonomi yönetimi var ve bunlara dair tek kelime eleştiri yapılmadığı görüyoruz. O zaman CHP şu anki ekonomi yönetiminin tercihlerine katılıyor mu?

Soruya iki açıdan yaklaşabiliriz. Birincisi, CHP'nin ekonomiye bakışı neoliberal yaklaşımın pek dışına çıkamamaktadır. Öyle olunca da, neoliberal dogmadan sapmaların daha fazla eleştiri kapsamına alınması, buna karşılık bu reçeteye az-çok uyulduğu durumlarda daha sessiz kalınması anlaşılır olmaktadır. Buradaki temel mesele, neoliberal gözlükleri çıkarabilmektir. Çıkarılabilirse, dünyanın daha farklı bir yer olduğu, toplumsal ilişkilerin daha farklı bir düzlemde olduğu görülecektir. Yapılabilir mi? Emek yönlü sınıfsal bakışa sahip olmadan zor.

İkincisi, bugün Türkiye'de ekonomik sorun olarak tartışılan konu, bir tür cahil bağnazlığı olan faiz inatlaşmalarının ülkeye yüklediği ekonomik maliyetlerin ne olduğudur. Eriyen döviz rezervleri, buzdağının sadece görünen ve nispeten daha kolay ölçülebilen yüzüdür. İstihdam kayıpları, emeğin ücret ve hak kayıpları, TL'nin satın alma gücünün düşüşü, yoksullaşma sorunları, şirket iflasları, ekonomik krizin neden olduğu diğer ekonomik ve toplumsal kayıplar hesaba katılsaydı, faturanın çok daha yüksek olduğu görülürdü. AKP/Erdoğan iktidarının bu sorumluluktan kaçmasına izin vermemek, bunları halkın gözünde sürekli teşhir etmek gerekiyor. Anamuhalefetin bu alanda şimdi olduğundan daha fazlasını yapabiliyor olması gerekiyor.

Türkiye ekonomisi konuşulurken pandemi sürecindeki en dikkat çekici başlıklardan biri olan sermaye teşviklerinin hiç gündeme gelmediğini görüyoruz. Oysa 2020 bütçesinde doğrudan ve dolaylı yollardan sermayeye büyük kaynak aktarıldığını biliyoruz. Mesele TCMB rezervlerinden ibaret olmasa gerek, ne dersiniz?

2020 Bütçesinde 195,6 milyar TL'lik bir vergi harcaması kalemi vardı. Yani toplam vergilerin yüzde 25'ine yakın vergi, toplanmadan harcanacaktı. Peki kime? Çok büyük bölümüyle sermaye kesimine. Ama sermayeye teşvikler bununla sınırlı değildir. SGK primleri üzerinden sermayeye yapılan teşvikler ve İşsizlik Sigortası Fonu kaynaklarının daha çok sermayeye kullandırılması; ücretsiz izin kapsamında "Nakdi Ücret Desteği" ile "Kısa Çalışma Ödeneği" gibi araçlarla ve istihdam teşvikleriyle sermayenin işgücü maliyetlerinin düşürülmesi; kamu bankalarından başlayarak kredi sisteminin sermaye yönlü çalıştırılması; Y-İ-D sistemleri ve çeşitli ihale rantlarıyla geniş bir sermaye kesiminin kollanması; ayrıca her türlü gayri-nakdi rant aktarma düzenekleri gibi çok çeşitli doğrudan/dolaylı teşvikler hesaba katılmalıdır. Salt pandemi dolayısıyla yapılan desteklere bakıldığında, sosyal yardıma muhtaç kesimlere yapılan (ve hemen hepsi bütçe dışı olan) yardımların GSYH'ya oranı yüzde 1'i ancak bulurken, bur avuç sermayedara yapılan görünür destekler bunun 10 katına çıkmaktadır.

Bu teşvik sisteminin yönünü sermayeden emekçi kesimlere doğru döndürmek, yalnızca AKP rejiminden kurtulmakla mümkün değildir. Asıl kalıcı dönüşüm, hem neoliberal düzenleme rejiminin hem de kapitalizmin aşılabilmesiyle sağlanabilir ancak.