SÖYLEŞİ | 'Erdoğan AB'den meşruiyet satın almaya çalışıyor'

Altuntaş söylenenlerin aksine Erdoğan'ın bir "demokratikleşme" için AB'ye taviz vermenin değil, tam aksine, daha rahat otoriterleşebilmek için AB'den meşruiyet satın almanın peşin olduğunu söylüyor.

Haber Merkezi

Erdoğan’ın kuyruğu dik tutarak da olsa son haftalarda Avrupa Birliği’ne olumlu sinyaller veriyor. AB-Türkiye arasındaki diplomasi trafiği de gözle görülür şekilde arttı. Bu gelişmelerin ne anlama geldiğini Dayanışma Meclisi üyesi akademisyen Ekin Oyan Altuntaş Boyun Eğme dergisinin yeni sayısında değerlendirdi. BE'nin sorularını yanıtlayan Altuntaş söylenenlerin aksine Erdoğan'ın bir "demokratikleşme" için AB'ye taviz vermenin değil, tam aksine, daha rahat otoriterleşebilmek için AB'den meşruiyet satın almanın peşinde olduğunu söyledi.

Altuntaş'ın yanıtları şu şekilde:

Erdoğan iktidarının Avrupa Birliği ve üye ülkelere dönük görüşme trafiğinde son dönemde ciddi bir hızlanma var. Söyleminde de neredeyse yüz seksen derece bir değişiklik oldu. Bu değişiklikte ekonomik ilişkiler açısından en önemli muhatabın başta Almanya olmak üzere Avrupa ülkeleri olmasının payı olsa gerek. Siz bu manevrayı nasıl yorumluyorsunuz?

Erdoğan iktidarı, Avrupa Birliği’ne (AB) yönelik üst düzey görüşme trafiğini son iki ay içinde ciddi ölçüde arttırdı ve açık ki, 25-26 Mart Zirvesi'ne kadar da bu yoğun temas turlarını daha da hızlandıracak. Yoğun temas trafiğinin ötesinde, birkaç ay önce Türkiye’nin AB’ye ihtiyacı olmadığını iddia eden ve zaman zaman AB liderlerine hakaret eden Erdoğan hiçbir rahatsızlık duymadan “Türkiye’nin Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası olduğu” ve “Türkiye’nin elini havada bırakmayın ve ilişkilerimizde yeni bir sayfa açalım” söylemine geçmiştir.

Bu tür radikal söylem değişikliklerinin Erdoğan’ın siyasi hayatında olağan bir yer teşkil ettiği saptamasını yaptıktan sonra nedenleri birbiriyle ilişkili iki gruba ayırmak faydalı olacaktır. Bunlar kısaca, hızlandırıcı dış etkenler ile birikmiş iç çelişkilerin yönetilememesi sorunudur. 

Hızlandırıcı Dış Etkenler: Bu gruptaki en esaslı dış etken, ana akım medya organlarında da sıkça dile getirildiği gibi ABD Başkanlık seçimlerini Demokrat Parti adayı Joe Biden’ın kazanmış olmasıdır. Biden’ın 20 Ocak 2021’de Başkanlığı devralmasından sonra emperyalizmin kurumsal işleyiş mekanizmaları ile ideolojik ortaklığını tekrar işlevsel hale getirme amacında olduğu ve “Transatlantik ittifak ağlarını” (emperyalist bloku) NATO ve AB üzerinden Rusya-Çin’e karşı yeniden işler hale getirmeye çalışacağı biliniyordu. 10-11 Aralık AB Zirvesi öncesinde çıkacak olası yaptırım kararına karşı NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in AB’nin çok hassas olduğu mülteci sorununu hatırlatarak Türkiye’ye destek vermesi ve 10-11 Aralık Zirve Sonuç Bildirgesi’nin Türkiye ile ilgili kısmında “AB, Türkiye ve Doğu Akdeniz'deki durumla ilgili konularda ABD ile koordinasyon arayışında olacaktır” kararının alınarak yaptırımların (AB literatüründeki ifade şekli ile “kısıtlayıcı önlemler”) 25-26 Mart 2021 Zirvesi’ne bırakılması, NATO ve AB’nin de bu yeni süreci beklediğini göstermekteydi. 

Emperyalist çarkların koordineli hareketine karşı Erdoğan iktidarı, iç politikayı konsolide etmekte yararlandığı ve zaten kendi sınırlarına ulaşmış militarist dış politikasının manevra alanının daralacağının farkındaydı. Bu bakımdan dış politikada yeni bir pozisyon almak zorunluydu. Zaten uluslararası neoliberal sistem ve hegemonik ilişkilerinin siyasi, askeri, iktisadi ve hukuki kural ve düzenleme araçlarına bağımlı olarak eklemlenmiş bir ülke olarak Türkiye, emperyalist blok örgütlenmesinde gerçekleşen değişimlerin dışında kalamaz. Bunlara ek olarak, Türkiye dış politikada cumhuriyet tarihinin en fazla yalnızlaştığı dönemi yaşıyordu ve çoklu sorunların somut sonuçları artık ötelenemeyecek bir aşamaya gelmişti. ABD’nin, Rusya Federasyonu’ndan alınan S-400 Füze Savunma Sistemi sebebiyle Türkiye’ye "Hasımlarına Yaptırımlar Yoluyla Karşı Koyma Yasası"nı (CAATSA) uygulayacağı kesinleşmişti ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve Kıbrıs’la birlikte AB, Mısır, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler bloğuna karşı sürekli NAVTEX (seyrüsefer bildirimi) ilanıyla politika üretmek çok maliyetli hale gelmişti. Bunun dışında Libya, Suriye ve Irak’taki askeri angajmanların yarattığı birçok farklı sorun mevcuttu.   

Birikmiş İç Çelişkilerin Yönetilememesi: Saydığım gerekçeler Erdoğan iktidarının AB’ye yönelik söylem değişikliğinin konjonktürel koşullarını kurmuş olsa da değişikliğin asıl itici gücü içerideki iktisadi ve siyasi modelin iç çelişkilerinin birikiminin yönetilememesi ile geldi. Başka bir deyişle, yabancı sermaye akımlarına bağımlı iktisadi modelin sürdürülebilmesi için yüksek reel faiz sunma zorunluluğunun bulunması; net döviz rezervlerinin negatif bakiyeler vermesi; önemli bir kısmı AB üyesi ülke (İspanya, Hollanda, Fransa, Almanya) bankalarından alınmış dış borç yükü; artan cari açık; büyüyen iç açıklar; toplumsal buhrana dönüşmüş işsizlik; kara deliğe dönmüş geçiş veya kira garantili yap-işlet-devret modeli; kredi genişlemesi olmadan yüzdürülemeyen küçük ve orta büyüklükteki (ağırlıkla AKP’nin seçmen kitlesini oluşturan) işletmelerin artan memnuniyetsizliği; yeniden geçilen reel faiz uygulamasına TOBB üzerinden bazı sermaye çevrelerinin itirazlarının yükselmeye başlaması; farklı sermaye fraksiyonlarının birbiriyle çelişen çıkarlarının baskısı; halk sağlığı krizi ve tüm bunların bileşiminde artan sınıfsal öfkeye karşılık AKP-MHP koalisyonun yönetebilme kapasitesinin giderek düşmesidir. İktidarın devamlılığı için gerekli dinci-milliyetçi meşruiyet üretiminin yetersiz ve hantal kaldığı bu aşamada Erdoğan’ın yeni otoriterleşme hamleleri için dış meşruiyet arayışı arttı. Üstelik AB üzerinden kazanılacak meşruiyet, olağanüstü seviyedeki parasal genişleme ortamında reel faiz getirisi arayan yabancı sermayeye de güvence vermiş olacaktı. 

Sonuç olarak Erdoğan, iktidarının bekasını korumak için uzun zamandır ihtiyaç duymadığı kadar çok dış meşruiyetini güçlendirmeye ihtiyaç duymaktadır. Erdoğan’ın AB’ye yönelik söylemlerinde yüz seksen derece değişiklik yapmasının nedeni, zaten işlemeyen ve işlememesi iki taraf için de sorun olmayan kitlenmiş üyelik sürecinin canlandırılması değildir. Bunun yerine, emperyalist bloğun birleşik yaptırımlarından kaçarken bu bloğun küresel standartları koyabilme gücüne sahip örgütlü gücü olan AB’ye güvenceler (ayrıca Doğu Akdeniz’de jeopolitik geri çekilme, Antalya Körfezine çekilme gibi) sağlayıp, karşılığında AB’nin meşruiyet kaldıracıyla iktidarının sürdürülmesinin araçlarını sağlamaktır. Bu meşruiyet hem dışarıdan sermaye akışını kolaylaştıracak, hem de içeride “eski AKP” hayalini satan AKP’den kopmuş küçük partilerin söylemlerini ellerinden alacaktır. Ayrıca, pazarlık karşılığı satın alınan dış meşruiyet, içeride rejim konsolidasyonu için sertleşecek otoriterleşmenin emperyalizmin efendileri tarafından görmezden gelinmesini de sağlayacaktır. 

Erdoğan’ın AB’ye yönelik yeni söylemleri hemen AB kurumları ve Fransa-Almanya tarafından sahiplenilmiştir. Hizaya çekilmiş ve en nihai aşamada kapitalizmin ortak çıkarına hizmet eden bir iktidara yardım etmek için emperyalistlerin her zaman uzatacakları bir elleri vardır. Kapitalist “ontoloji” bunu gerektirir. 

'AB hiyerarşik ve hegemonik bir yapılanmadır'

Pandemi Avrupa Birliği üyesi ülkeler arasındaki, özellikle merkez ve çevre ülkeler arasındaki çelişkileri de fazlasıyla ortaya çıkarmış oldu. Somut olarak Brexit gibi örnekler de bu emperyalist birliğin çatırdamaya başladığının işareti olarak görülebilir. AB'nin geleceği ile ilgili ne gibi öngörüleriniz var? 

AB’nin geleceğini öngörebilmek için öncelikle bu örgütün niteliklerini tanımlamak gerekir.   

AB İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD liderliğinde örgütlenen kapitalist üretim modelinin (1980’lerden itibaren neoliberalizmin), küresel etki yaratan, bölgesel bir bütünleşme örneğidir. Örgütün temelini serbest piyasa merkezli ekonomik entegrasyon oluştururken, harcını anti-komünizm, liberalizm, hukukun üstünlüğü ilkesi, demokrasi, temel hak ve özgürlükler oluşturur. Friedrich Von Hayek’in hayal ettiği gibi piyasa temelli bir toplum inşası örneğidir. AB hakkındaki ana akım çalışmalar, AB’nin temeli ile harcını birbirine eşdeğer kılmaya ve hatta harcın kendisini temele öncelemeye çalışırken AB’nin ana niteliğini, yani temelindeki kapitalist üretim modeli ve ilişkilerini göz ardı ederler. AB temel olarak bir taraftan sermaye birikimini ve kâr maksimizasyonunu sürekli kılacak stratejiler geliştirir ve bunları standartlara bağlarken diğer taraftan bu modelin yapısal çelişkilerinden kaynaklanan krizlerini yönetmeye, kapitalist sınıfın birliğini korumaya ve emek örgütlenmelerini-taleplerini kontrol altında tutmaya çalışır. AB hiyerarşik ve hegemonik bir yapılanmadır ve başta emek-sermaye çelişkisi olmak üzere kapitalizmin yapısal çelişkilerini, bağımlı sömürü ilişkilerini ve sürekli borç yaratan iktisadi ilişkileri AB içi çevre ülkelere veya AB dışı ülkelere anlaşmalar yoluyla ihraç etmeye çalışır. AB bir sermaye ve lobiler örgütüdür. Günümüzde Brüksel’de faaliyet gösteren yüzlerce lobi şirketi ve binlerce lobi çalışanı (25 bin civarı) AB’nin ulusüstü kurumları olan AB Komisyonu, Parlamentosu ve Adalet Divanı’nda neredeyse hiç görünmeden küresel tekelleri temsil eder ve onların çıkarı için karar alınmasını sağlarlar.  

'AB’nin geleceğini emperyalistlerin paylaşım mücadelesi belirleyecek' 

AB’nin geleceği için öngörü yapmam gerekirse, Birliğin geleceğini bu niteliklerde yaşanılacak yapısal bir değişikliğin belirleyeceğini söyleyebilirim. Kapitalizmin çelişkileri biriktikçe emperyalistler arası paylaşım mücadelesi artacaktır ve AB’de somutlaşan kapitalist birliğin temellerini zayıflatacaktır. Bununla birlikte, şu ana kadar AB’nin ulusüstü kurumsal yapısının küresel çapta etki doğuran hukuk kuralı yaratma kapasitesi, yetki devri sayesinde emek-sermaye çelişkisinin siyasi sonuçlarını (aşırı sağ veya sosyalist bir hükümet olasılığı) sistemin işleyişini engellemeyecek şekilde kontrol altında tutmayı başarması ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi bağımlı devletlere müdahale edip onları yönlendirebilme avantajı sona ermiş değil.  

Gerek Avrupa Birliği bünyesinde güçlenen çelişkiler, gerekse Türkiye'nin siyaset ve ekonomi alanında biriktirdiği sorunlar ışığında bakıldığında Türkiye'nin AB'yle ilişkilerinin istikrara kavuşması mümkün görünüyor mu? Dahası, bu ilişkilerin Türkiye ekonomisinin krizine bir çıkış yolu ve istikrar sunma ihtimali var mı?

Aslında AB’nin kendi kuruluş tarihine neredeyse eş zamanlı 62 yıllık bir üye olamama hikâyesi ile Türkiye-AB ilişkisi, Türk dış politikasının en istikrarlı olduğu konulardan biri olmuştur. 1996 Gümrük Birliği’nin gerçekleşmesiyle pratikte üyelik süreci sona ermiş olsa da, Türkiye’nin neden üye olamayacağının temel çerçevesini çizen 1989 tarihli AB Komisyonu’nun “Görüş” (Avis) raporu neredeyse 32 yıldır her önemli belgede tekrar edilmektedir. Son yıllarda gerçekleşen AB Zirvelerinde üyelik süreci o kadar geri plana düşmüştür ki, olağan tekrarların yapılmasına bile gerek kalmamıştır.  

Üyelikle ilişkili süreçten ayrı olarak Türkiye ile AB arasında süregelen ekonomik ve siyasi ilişkilerin de çok istikrarsız olduğunu söyleyemeyiz. Olağan Yunanistan ve Kıbrıs konuları ve zamanın koşullarına göre değişen ve bazen çok acil düzenleme gereken ama en nihayetinde sistem içi kalan sorunlar (mülteci ve göçmen sorunu, Doğu Akdeniz deniz yetki alanları gibi) dışında, Türkiye-AB ilişkilerinin istikrarlı bir rota izlediğini söyleyebiliriz. 

Türkiye-AB ilişkilerinin Türk ekonomisinin krizine bir çıkış yolu sunma ihtimali ise bulunmamaktadır; çünkü zaten Türkiye’nin neoliberal küreselleşmeye bağımlı bir model olarak eklemlenmesinde, AB, emperyalist işleyişin kurumsal düzenleyici mekanizmaları olan IMF ve Dünya Bankası ile koordineli şekilde çalışmıştır. AB’nin hazırladığı 2001, 2003, 2006 ve 2008 tarih Katılım Ortaklığı Belgeleri ekonomik kriterler bölümünde de yazdığı gibi, “tütün ve şeker başta olmak üzere tarım ve enerji alanlarında piyasanın serbestleştirilmesine devam edilmesi”; “kamu işletmelerinin özelleştirilmesinin hızlandırılması”; “doğrudan yabancı yatırım girişinin kolaylaştırılması” ve “işgücü piyasasının esnekleştirilmesi” gibi talepler bunlardan bazılarıdır. 

'Erdoğan'ın reform söyleminin hedef kitlesi sermaye sınıfı'

Erdoğan şimdi yeniden piyasaya sürdüğü "reform" söyleminde Avrupa Birliği'ni de bir tür meşruiyet kaynağı olarak görüyor olabilir mi? Peki sizce Türkiye halkının gözünde AB'nin böyle bir meşruiyeti var mı?

Erdoğan’ın “reform” söylemi aslında Türkiye halkına yönelik bir meşruiyet arayışından ziyade küresel kapitalizmin kurallarına bağlılığını gösterme ve iktidarının devamlılığını sağlayacak daha fazla otoriterleşme için meşruiyet kazanma arayışıdır. Kısacası reform söyleminin hedef kitlesi Türk halkı değil sermaye sınıfı ve emperyalist bloktur ve pazarlık, demokratikleşme üzerinden değil anti-demokratikleşme için daha fazla manevra alanına sahip olabilmek üzerinden yapılmaktadır. 

Türkiye halkı nezdinde AB’nin meşruiyeti 2000’li yıllarda olduğu gibi değildir. Toplumsal bir buhran aşamasına dönüşmüş ekonomik krizin, 1990 ve 2000’lerin aksine üyelik yanılsaması yaratacak cazibesi bile kalmamış AB üzerinden örtülmesi pek mümkün görünmemektedir.  

Bu diplomatik trafiğe dair Dışişleri Bakanlığı'nın, Cumhurbaşkanı'nın, yine aynı şekilde AB'nin yaptığı açıklamalar var. Burada pek öne çıkmayan bir konu ise geçtiğimiz yıllarda aslında utanç verici bir pazarlığın konusu olmuş olan mülteciler. Sizce AB-Türkiye arasındaki olası bir yakınlaşmanın mülteciler ve yaşam, çalışma, barınma gibi hakları açısından ne gibi sonuçları olabilir?

Bir tehdit aracı olarak zaman zaman dışsallaştırılsa da, son yıllarda AB ile Türkiye arasındaki işbirliğinin işlevsel olarak ilerlediği tek önemli politika alanı sığınmacıların durumu olmuştur. Aslında hem Türkiye hem AB üyesi ülkelerin dahlinin olduğu Suriye’ye yönelik emperyalist müdahalenin sonucunda başlayan yoğun mülteci akımı hız kesmiş bir durumdadır. Her ne kadar Türkiye üzerinden Avrupa’ya yönelik düzensiz göç devam etse de, 18 Mart 2016 tarihinde Türkiye ile yapılan mutabakat koşullarına göre AB’nin eli görece daha rahattır. Şubat 2020 tarihinde Erdoğan’ın teşvikiyle binlerce kişinin Yunanistan sınırına yığılması krizi de AB açısından korkulandan daha kolay yönetilebilmiştir.  

'AB ve Türkiye sığınmacı emeği sömrüsünde ortak'

Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi çekince bağlamında, Avrupa ülkelerinden kaçan kişiler dışında kimseye mülteci statüsü tanımamaktadır. Türkiye’ye gelen sığınmacılar Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne başvurduktan sonra üçüncü bir ülkeye yerleşinceye kadar geçici koruma statüsü elde etmektedirler. AB uzunca bir süre Türkiye’nin coğrafi çekincesini kaldırtmaya çalışsa da bu politikasında başarılı olamamıştır. Bu sebeple AB’nin temel politikası, mülteci statüsü olmasa da geçici koruma altındaki sığınmacıların mümkün olduğunca Türkiye’de kalmalarını sağlamak olmuştur. 2016 yılından beri işletilen ve sığınmacıların sağlık, eğitim, sosyal yardımlar gibi hizmetlere erişimi için maddi destek içeren Mülteciler için Mali Yardım Programı’nın (FRIT) nihai sözleşmesi 17 Aralık 2020’de AB ve Türkiye arasında imzalanmıştır. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz, AB-Türkiye arasında sığınmacıların durumuna ilişkin konular, ikili arasındaki diğer siyasi ve ekonomik anlaşmazlıklardan ve yakınlaşmalardan görece bağımsız bir kulvarda ilerlemeye ve her iki tarafın da sığınmacılara yönelik ortak emek sömürüsü politikası hız kesmeden devam etmektedir.   

'Avrupa Halkları AB kararlarını takip edemiyor'

Birliğin ideolojik temellerinden birini de antikomünizm oluşturuyor. Belki araya pandeminin girmesiyle bu başlığın görünürlüğü azaldı; ama aslında yıllardır Birlik ülkelerinde komünist siyasete dönük saldırılar, yasaklama ve baskı girişimleri devam ediyor. Bununla tutarlı olarak emek düşmanlığı belirginleşiyor, emekçilerin örgütlü tepkilerine dönük baskıcılık artıyor. Bu tabloda AB demokrasisi nerede?

AB demokrasisinin nerede olduğu AB içinde de uzun zamandır tartışılan bir konudur. Gerçi bu tartışmaların odağı, kapitalist üretim ilişkileri ve sınıf siyaseti bağlamında demokrasinin araçsallaştırılması değil, demokrasisinden şüphe duyulmayan AB’nin ulusüstü kurumlarının yetki alanlarının artmasına bağlı olarak oluşan demokrasi açığı kaygısıdır. Bu kaygı da gereksiz aslında; çünkü hem kapitalizmin sürdürülmesinde demokrasi zorunlu bir yönetim şekli değildir hem de AB karar alma mekanizmaları zaten demokrasinin işlememesi üzerine kuruludur. 

AB bir tekeller ve lobiler örgütüdür. Neoliberal küreselleşme sürecinde sermaye, serbest dolaşımını yavaşlatacak her türlü bürokratik ve kurumsal engeli azaltırken AB’nin ulusüstü kurumlarının (AB Komisyonu, Parlamentosu ve Adalet Divanı) yetki alanı arttırılmaktadır ve bu kapitalizmin işleyişi bakımından bir çelişki değil tam da olması gereken şeydir. AB içinde karar alma mekanizması, AB Komisyonu’nun bir önerge hazırlaması ile başlamaktadır ve bu aşamada açık veya gizli tekellerin bir ittifak ağı ile kurdukları lobilerin hazırladığı teknik raporlar (Tek Senet, Maastricht, yeşil mutabakat…vb.) kullanılmaktadır. Komisyon’dan çıkan önerge, olağan yasama usulü çerçevesinde yetkisi güçlendirilmiş ve halkın temsilcisi görüntüsü ile meşruiyeti arttırılmış olan AB Parlamentosu (705 vekil) ile çoğunlukla nitelikli çoğunluğa dayalı karar alan uluslararası nitelikteki AB Konseyi’nin onayına gitmektedir. Avrupa halklarının çoğunlukla takip etmediği karmaşık AB kararları, siyasi maliyet ödeme zorunluluğu olmayan ve hatta lobi şirketleri ile organik bağ kuran AB teknokratları tarafından hazırlanmakta, 25 binden fazla lobi çalışanı ile çevrelenmiş AB karar alma organları tarafından onaylanmakta ve Adalet Divanı’nın içtihatlarıyla genişlemektedir. Bu mekanizmayı bu röportaj sınırları dahilinde ayrıntısıyla tarif etmemize imkan yok ama şöyle bir sonuçtan bahsetmek mümkün: AB Hukuku-mevzuatı çok az maliyetle ve orantısız bir meşruiyetle (AB’nin askeri değil ekonomik bir yumuşak güç olduğu anlayışı, ulusüstülüğün ulus ve sınıf çıkarlarından azade bir görüntü vermesi ve temel haklar, demokrasi ve yargı bağımsızlığının yılmaz savunucusu olarak düşünülmesi) sadece Avrupa’da geçerli standartlar dizisi yaratmamakta aynı zamanda giderek küresel kapitalizmin standartlarını da belirlemektedir. Bu sebeple, AB sadece Avrupa içi değil, Amerika veya Japonya da dâhil olmak üzere sermayenin ortak çıkarlarını uluslararası standartlar haline getiren devasa bir sermaye ittifakı ağı gibi çalışmaktadır. Aslında bu bakımdan kapitalizmin demokrasi anlayışının da en iyi temsilcisidir.    

Boyun Eğme'de bu hafta: Avrupa Birliği emekçi düşmanıdır

Haftalık siyasi dergi Boyun Eğme’nin 248. sayısı, “Avrupa Birliği Emekçi Düşmanıdır” manşetiyle bugün okuyucuyla buluşuyor. İktidarın son dönemde hızlı bir şekilde yaptığı Avrupa Birliği ile yakınlaşma manevrasını kapağına taşıyan dergi, bu manevranın ekonomik ve politik düzlemdeki olası etkilerini ve Avrupa Birliği’nin geleceğini Dayanışma Meclisi üyesi akademisyen Ekin Oyan Altundaş’a soruyor. 

MELEK İPEK Mİ SUÇLU, BU DÜZEN Mİ

Bu hafta kadın sayfasında, kendisine ve çocuklarına sistematik şiddet uygulayan eşini, cinayete teşebbüs ettiği anda öldürmesiyle geçen hafta kamuoyunun gündemine oturan Melek İpek var. Devleti, siyasetçileri ve hukuk sistemiyle bu düzenin işlenen cinayette gerçek suçlu olduğuna işaret eden Boyun Eğme, kadınlara yalnız olmadıklarını, Kadın Dayanışma Komiteleri'nin her tür dayanışma için kadınları beklediğini hatırlatıyor.

MEMLEKET UMUT DOLU

Geçtiğimiz hafta boyunca Türkiye’nin en ücra köşelerine bile komünist şair Nâzım Hikmet’i ve beraberinde temsil ettiği umudu, mücadeleyi ve insanlığı taşıyan Solcu Liseliler, Nâzım Hikmet Haftası’nda yaptıklarını Boyun Eğme dergisine anlatıyor. 

DİYARBAKIR’IN HUZUREVLERİ’NDE MÜCADELE BÜYÜYOR

Boyun Eğme bu hafta okurlarını, Diyarbakır’ın göbeğinde özellikle kadın nüfusuyla bir emekçi mahallesi olan Huzurevleri’ne götürüyor. Çocuklar için tek bir oyun alanının bile olmadığı mahallede çocukların satranç öğrendiği, resim yaptığı, kitap okuduğu bir adres haline gelen Huzurevleri Semt Evi, aynı zamanda faturaların el yaktığı şu günlerde buna karşı örülecek mücadeleyi de gündem ediyor. Semt evinin sürdürdüğü diğer çalışmalar, takvimindeki hedefler ve mücadele başlıkları Boyun Eğme’nin 248. sayısında.

TACİZCİ BAŞHEKİM, PAMUKKALE TURİZM VE DOĞA KOLEJİ

Derginin Emek-Sermaye sayfalarında bu hafta, geçtiğimiz günlerde taciz skandalıyla gündeme gelen başhekimi örgütlü eylemleriyle istifaya zorlayan İzmir Devlet Hastanesi’nin sağlık emekçileri var. Bunun yanında ödenmeyen maaşları için PE Dayanışma Ağı’nda yan yana gelen Pamukkale Turizm işçileri ve geçtiğimiz hafta Türkiye Komünist Partisi’nin yaptığı “Doğa Koleji Devletleştirilsin” çağrısına bir mektupla karşılık veren bir Doğa Koleji öğretmeni de bu haftaki Boyun Eğme’de.  

Boyun Eğme dergisini mahallenizdeki semt evlerinden, TKP bürolarından, NHKM’lerden ve kitabevlerinden edinebilirsiniz.