SÖYLEŞİ | 'Devrim tüm Küba'yı okul haline getirdi'

Yazılama yayınevinden çıkan Derya Ünlü imzalı “Devrimin Alfabesi: Sosyalist Küba’da Toplumcu Eğitim ve Öğretmenlik” başlıklı kitap bu küçük ada ülkesinin eğitim macerasını anlatıyor.

Haber Merkezi

Yazılama yayınevinden çıkan Derya Ünlü imzalı “Devrimin Alfabesi: Sosyalist Küba’da Toplumcu Eğitim ve Öğretmenlik” başlıklı kitabı dünyanın en eğitimli toplumlarından birinin bu seviyeye nasıl ulaştığını anlatıyor. Üstelik bu başarıyı çok kıt kaynaklarla, çok büyük fedakarlıklarla sağladı Kübalılar.

Türkiye ise Küba'yla kıyaslanamayacak geniş ekonomik imkanlarına, olanaklarına rağmen bu küçük ada ülkesindeki gelişmişliğin çok uzağında. Bitmeyen bir eğitim sistemi tartışmasına AKP döneminde gericilik ve pandemi sürecinin daha da belirginleştirdiği fırsat eşitsizliği sorunları da eklenenci neresinden tutsanız elinizde kalan bir tablo var karşımızda. 

Kitabı sadece mesleği eğitimci olanlar ya da veliler ve öğrenciler değil, kaynakların halkın çıkarına kullanıldığı toplumcu bir sistemin büyük zorlukları nasıl alt edebildiğini anlamak isteyenler de mutlaka okumalı.

Derya Ünlü'nün sorularımıza verdiği yanıtlar şu şekilde:

***

Kitapta Küba’da öğretmenlik konusu ele alınmadan önce Türkiye gibi kapitalist ülkelerde eğitimin ve öğretmenlik mesleğinin son otuz kırk yıl içinde uğradığı muazzam dönüşüme işaret ediliyor. Öğretmenliğin toplumsal değer ve sorumluluklarla yüklü, deyim yerindeyse “kutsal” bir meslek olmaktan çıkıp piyasanın ihtiyaçlarına göre donanım sağlayan basit bir “teknisyene” dönüşmesinin hikayesi anlatılıyor. Eğitimin, eğitimle birlikte öğretmenin değersizleşmesi… Önce şunu soralım; bu dönüşüm sürecinde ne kadar yol kat edildi Türkiye’de?

Ben yüksek lisans dönemimde, 2010’ların başlarında, öğretmen kimliği üzerine çalışmaya başladığımda belli bir eğilimin temel özelliklerini ve Türkiye’deki hallerini konuşuyorduk. Neydi bunlar: Öğretmenin özerkliğini kaybederek dışarıdan kontrol edilir hale gelmesi, yoksullaşması, toplumsal sorumluluklarından arındırılarak bir teknisyene dönüşmesi. Bu sürece eğitimdeki tüm sorunları öğretmenin niteliksizliğine bağlayan, öğretmeni suçlayan bir söylem eşlik ediyordu. Bugün bunların daha da derinleşerek sürdüğünü ve yeni boyutlar kazandığını söyleyebiliriz. 

Öncelikle Türkiye’de merkezi sınavlar hem sayıca çoğaldı hem de kişinin tüm bir eğitim hayatını belirler hale geldi. Merkezi sınavlar üzerine bir sektör oluştu. Bu hem eğitimin hem de öğretmenin değersizleşmesini daha da ileriye taşıdı. Bir teknisyen ama merkezi sınavlara hazırlayıcı bir teknisyene dönüştü. Artık aktardığı/aktarması beklenen içerik de oldukça niteliksizleşti. Bugün uzaktan eğitim tartışmalarında da kendini gösteriyor bu durum, göreviniz sadece sınava hazırlamak olduğunda ilk vazgeçilebilecek unsur da öğretmen oluyor. 

Bir diğer nokta özel okulların artan ağırlığı. Bugün özel okulların toplam okullara oranı yüzde 20 civarında. Özel okullardaki duruma baktığımızda çok daha çarpıcı bir durumla karşılaşıyoruz. Kamuda çalışan öğretmenlerden farklı bir yasal statüde ve farklı iş yasalarına bağlı olan öğretmenlerin öncelikle çalışma koşulları açısından durumları oldukça farklı. Daha geçtiğimiz aylarda en büyük özel okullarından birinde yaşananlar bunu açıklıkla gösterdi. Uzun ve esnek çalışma saatleri, bir takım özlük haklarının farklı gerekçelerle budanması, zamanında ödenmeyen maaşlar. Bunların yanında mobbing, farklı kontrol mekanizmaları… Öğretmenin öğrenci ve velilerle müşteri memnuniyeti çerçevesinde iletişim kurması ve öğretmenlerin birer satış pazarlama uzmanı gibi çalışması bekleniyor. Öğrencilerle kurulan iletişim, yapılacak etkinlikler bir halkla ilişkiler çalışmasının gereği oluyor. 

Yine medyadan devletin temsilcilerinden gelen ve pandemiyle birlikte daha da artan söylemlere bakabiliriz: “Milli Eğitim’deki en büyük maliyet kalemi öğretmen maaşları”, “öğretmenler de yatmaya alıştı”, “öğretmenler çalışmak istemediklerinden pandemide okulların açılmasını istemiyorlar” gibi. 

Tüm bunlara ek olarak bir de AKP’nin dinci gerici müdahalesini yazalım. 

Bu süreçte AKP’nin dinci gerici karakterinin “özgün” katkıları neler oldu sizce?

Aslında zaten uzunca bir süredir eğitimin içeriğinin gerici, ırkçı, cinsiyetçi bir içerikte olduğunu söyleyebiliriz. Ama AKP’nin eğitime yönelik dinci gerici müdahalesi çok daha sistematik ve örgütlü bir şekilde gerçekleşerek siyasal bir saldırı boyutu kazandı. Seçmeli dersler arasında dinsel içerikli derslerin sayısının artırılması ve bunların çoğu örnekte seçmeli değil zorunlu hale gelmesi, diğer ders içeriklerinde dinsel referansların, söylemlerin ağırlık kazanması, İmam Hatip okullarının sayısının muazzam bir biçimde artması ve öğrencilerin bu okullara yönelmesi için iktidarın elinden geleni yapması, bir takım gerici vakıf ve derneklerle imzalanan protokollerle bunların okullarda istedikleri gibi faaliyet göstermesinin sağlanması… Bu durum elbette ki öğretmenlere de yansıyor. Artan din derslerini verecek öğretmen olmadığında cami hocalarının okula alınması, okullara yönetici atamada gerici sendika üyelerine ayrıcalık tanınması, öğretmenlerin merkezi sınav üzerine bir de yine bir mülakat sonucu istihdam edilmesi… Bu dönemin oluşturulmak istenen öğretmen tipolojisine ilişkin, tez danışmanlığımı da yapan hocamın bir betimlemesi vardı, öğretmenden İslami toplumsallaşmanın ajanı olması bekleniyor diye belirtmişti bir yazısında, buna katılıyorum ben de.

Kitapta eğitimdeki ve öğretmenlik mesleğindeki dönüşüm neoliberal saldırıyla ilişkilendiriliyor. Ancak görüldüğü kadarıyla neoliberalizm herkes için aynı şeyi ifade etmiyor. Kimileri için neoliberalizm günümüz kapitalizminin “varlık biçimi”, kimileri için ise karar verildiği takdirde değiştirilebilecek bir “giysi”. Pandemi dönemiyle birlikte bu sonuncu seçenek tartışıldı; kapitalizmin neoliberal politikaları bir kenara bırakıp sosyal devlet uygulamalarına geri dönme olasılığından bahsedildi. Siz eğitim alanında yaşanan köklü dönüşümü yakından irdeleyen biri olarak neoliberalizmi nereye oturtuyorsunuz? Bu alanda kapitalizm daha aydınlık yeni kapılar aralayabilir mi?

Neoliberalizmin kapitalizmin bugünkü varlık biçimi olduğunu düşünüyorum. Kapitalizm açısından arızi ve düzeltilebilecek olan, düzeltilmesi gereken bugünkü yaşadıklarımız değildi. Aslında 1980 öncesinde “daha refah, daha sosyal devlet” olarak yaşanan dönem kapitalizm açısından “taviz verilen” bir süreçti. Bugün yaşadıklarımız, özelleştirmeler, kamunun tasfiyesi, her türlü sosyal ihtiyacın bireysel bir problem olarak görülmesi, esnek çalışma biçimlerinin yaygınlaşması, emeğin örgütsüleştirilmesi… Bunlar kapitalizmin kendisi zaten, sadece daha önce taviz vermek durumunda kalmıştı. 

“Neoliberalizm” sözcüğünü bir tarihselliği, bir tarihsel süreci anlatabilmek için kullanıyoruz. Burada iki tuzakla karşılaşıyoruz. Bir tarafta bugüne arızi biçimde yaklaşan bir tavır, diğer tarafta da her şey zaten aynıydı yaklaşımı. Bugün bize sunulan öğretmen tipolojisinin normal-doğal olmadığını ve bu anlamda başka türlü bir öğretmenlik pratiğinin mümkün olduğunu anlamak açısından konunun tarihselliğini ele almak önemli. Evet kritik kelime “tarihsellik” sanırım. Mesleğin toplumsal konumunu, yüklenen anlamı ve ondan beklenenleri dönemin siyasal, toplumsal, ekonomik koşulları içerisinde ele almak, “olumlu” örnekleri hangi koşulların yarattığını ortaya koyabilmek... 

Örneğin, 60’lı, 70’li yıllarda Türkiye’de hakim olan -herkes öyleydi demiyorum ama değer gören, egemen olan anlamında- toplumsal sorumluluğu olan, saygın, ilerici öğretmen modelini ortaya çıkaran kapitalizmin öğretmene değer vermesi değildi. Bu dönem yükselen sol, ilerici ve emekçi hareketlerinin öğretmenler arasında da karşılığını bulması, devrimci öğretmen sendikalarının, derneklerinin dönemin en büyük örgütlenmelerinden olmasıdır. Benzer şekilde o dönem kapitalizmin saldırılarını sınırlandıran iyi niyetli yöneticiler değil, karşısında güçlü bir sosyalist bloğun varlığıydı. 

Dolayısıyla bugün kapitalizmin bir kararla sosyal devlet uygulamalarına geçebileceğini düşünmüyorum. Çünkü öncesinde de zaten bir kararla, kendi tercihiyle değil bir zorunluluk sonucu öyle bir yola girmişti. Benzer şekilde farklı bir öğretmenlik pratiği için de tüm alanlarıyla, tüm yapılarıyla, tüm kurumlarıyla farklı bir toplumsal sisteme ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. 

Kitabınızda Küba’da eğitimi ve öğretmenlik mesleğini ele alırken devrimin yol açtığı köklü toplumsal dönüşümü temel eksene yerleştiriyorsunuz. Devrim eğitim alanında ve öğretmenlik mesleğinde ne tür bir çerçeveyi beraberinde getirdi? 

Öncelikle, eğitim alanı Küba’da devrimin kendisini somutladığı, ete kemiğe büründürdüğü yer oluyor. Fidel ve Che’den de kuruluş yıllarında hep “tüm Küba’yı bir okul haline” getirmek gibi cümleler duyuyorsunuz. Eğitim seferberliğiyle devrimin yaygınlaşması ve devrimci mücadele iç içe geçiyor. 

Devrimin ilk yılları okul sayısını ve öğretmen sayısını artırma, hem yetişkin hem de çağ nüfusunun temel eğitime erişimini sağlama konusunda muazzam bir çabayla geçiyor. Bu başlıkların her biri bir seferberlik şeklinde örgütleniyor. Okul inşaatı tugayları oluşturuluyor ve buradaki işçiler ya tamamen işinden ayrılarak ya da işten arta kalan zamanlarını değerlendirerek okul inşasına katılıyor. Ülkenin geleceğini inşa ediyoruz bilinciyle gerçekleştiriyorlar bunu. Batista döneminin işkence merkezleri okullara dönüştürülüyor.

Öğretmenler… Bir tarafta oldukça az sayıda yetişmiş öğretmen var. Bir tarafta da ülkedeki çağ nüfusuyla beraber tüm yetişkin nüfusun temel eğitim almasını ve devam etmesini hatta, üniversiteye girmesi sağlama hedefleri... Sadece sayısal olarak ihtiyaç duyulan öğretmeni yetiştirmek bile muazzam bir çaba. Fidel’in çeşitli vesilelerle yaptığı konuşmalarda özellikle öğretmen sayısı üzerinde duruyor. “Şu kadar öğrencimiz var, gelecekte bunlara şu kadar öğrenci katılacak, şu kadar öğretmen adayı var, demek ki şu kadar daha öğretmene ihtiyacımız olacak…” Çok sıkı takip edilen bir süreç. Daha fazla öğretmen daha fazla öğretmen… Nitekim, günümüzde Küba öğretmen başına en az öğrenciye sahip ülke haline geliyor. 

Ama tabii ki sayılardan fazlası var. Tüm bu süreç aynı zamanda toplumsal bir dönüşümü, ideolojik mücadeleyi merkezine alıyor. Eğitim tarihi açısından tek başına bir çalışmayı hak eden okuma yazma kampanyası örneğin. Yüzde 24 gibi oldukça yüksek bir okumaz yazmaz oranına sahip ülkeyi bir yıl içinde cehaletten kurtarmak hedefleniyor ve başarılıyor. Küba’daki dönemin tüm eğitimci kadrosu bunu başaranın devrimci bir irade olduğunu, başka türlü, teknik bir şekilde bunun gerçekleştirilemeyeceğini belirtiyor. Fidel bu çalışmanın öneminden bahsettiği her konuşmada kurulacak yeni toplumun işaretlerini veriyor. Okuma yazma bilmekle insan olmayı, özgürlüğünü kazanmayı bir tutuyor. Okuma yazma seni özgür kendi kaderini tayin edebilen bir insana dönüştürürken, eğitim de Küba’yı egemen özgür bir ülke haline getirecektir. Fidel diyor ki örneğin okumaz yazmazlardan bahsederken: “bu insanlar, insanlığın yüzyıllar boyunca en iyi hünerlerini ortaya koyarak yarattığı ve tüm insanlara ulaşabilen tek hazineden; kitaplardan, insanlığın edebi, bilimsel ya da sanatsal üretimini ifade eden bu büyük değerlerden yoksun bırakıldı!” Buradaki gibi, Küba devrimi, okuma yazma kampanyasından başlayarak günümüze kadar eğitimi en temel insan hakkı, Küba’nın onurlu ve egemen bir ülke olarak var olma koşulu olarak görüyor. Öğretmenler de elbette ki bu sürecin merkezi unsuru oluyor. Bu nedenle Fidel, Küba için zorlu bir süreç olan “özel dönemden” çıkarken sizin sayenizde başardık diyerek öğretmenlere sesleniyor. 

Küba’yı tartışmak neden önemli? Bambaşka bir coğrafya, bambaşka bir siyasi tarih, bambaşka bir toplumsal düzen… Eğitimin ve öğretmenin yeniden değer kazanabileceği bir gelecek tasavvuru bakımından neler söylüyor Küba örneği?

Tam da bu nedenle... Farklı bir öğretmenlik için farklı bir toplumsal sistemin gerekliliğinden bahsetmiştik. Araştırma konusu olarak Küba’yı tercih etmemin sebebi tam da bambaşka bir toplumsal düzene sahip olması. 

Küba’daki eğitim ve öğretmene verilen değer basitçe bu iki alana dair müthiş bir aydınlanma yaşamalarından kaynaklanmıyor. Eğitim tüm diğer şeyleri bir kenarda bırakıp birkaç iyi akıllı sorumlu kişinin bir araya gelip “en iyi pratik nasıl” olur sorusuna cevap arayacağı teknik bir konu değil. Eğitimi, toplumsal koşullardan, tarihten ve de en önemlisi “nasıl bir toplum” sorusuna vereceğiniz cevaplardan bağımsız düşünemezsiniz. Küba örneği, bu soruya verilen farklı cevapların nasıl farklı pratikler yaşattığını göstermesi açısından önemli. 

Küba’nın en belirgin özelliği toplumsal yaşamı düzenleyen, tüm kurumlarıyla bir bütünlüğe ve yaşamın her alanında örgütlü ve söz sahibi bir halka sahip olması. Küba’nın bize söylediği eğitimin de işte bu bütünlük ve örgütlülük içerisinde ele alınması gerektiğidir. Küba kamusal eğitimin mümkün olduğunu ve bunun yalnızca ücretsiz olarak ona ulaşmaktan ibaret olmadığını gösteriyor. Küba, eğitim ve öğrenme olanaklarının herkese, her yaşta açık olabileceğini gösteriyor. Küba, öğretmenlerin yalnızca içerik aktarmaktan ziyade okulda, mahallede, karar alma süreçlerinde mesleğinin bir öznesi olabileceğini gösteriyor. 

Pandemi döneminde okullarda gereken önlemleri alıp eğitimin sürekliliğini garantilemek yerine uzaktan eğitim kolaycılığına yönelen hükümet eğitimin toplumsal işlevi, öğretmenin görevi, ebeveynlerin eğitimdeki rolüne ilişkin pek çok tartışmayı gündelik hayatımızın ortasına yakıcı bir şekilde bırakıverdi. Küba’da da benzer şeyler yaşandı mı?

Küba okulları en geç kapatan ülkelerden birisi oldu. Onlar da bir süre sonra uzaktan eğitime geçtiler ama sanıyorum Eylül’de yüz yüze eğitime geçeceklerini duyurmuşlardı. Aslında pandeminin gidişatına göre yenilenen kararlar oldu. Ama şunun altını çizmekte yarar var: Tüm kararlar planlı ve merkezi bir şekilde uygulamaya kondu ve okul açıp kapatmanın ötesinde kapsamlı adımlar atıldı. Neydi bunlar? Okullar kapalıyken açılışa hazırlık için temizlik, su ve sabunun tüm okullarda bulunmasının garanti altına alınması, öğrencilerin öğretmen, okulda bulunan sağlıkçı ve öğretmenler tarafından gözlenmesi, okul personelinin hem korunma hem de tanılama konusunda eğitilmesi, öğrencilere eğitimlerin verilmesi, kamusal olarak korona konusunda bilinçlendirme faaliyetleri, sık sık ellerin yıkanması hatırlatılırken öğrencilerin belirli saatlerde gönderilmesi gibi... Okul sağlığına ilişkin uygulamaların pandemi öncesinde de sağlık ve eğitim bakanlığı ortaklığıyla gerçekleştirildiğini belirteyim ayrıca. 

Yine eğitimin yüz yüze olmadığı durumlarda herkesin uzaktan eğitime eşit bir şekilde ulaşabilmesi de sağlandı. Bu mevzu da Küba için yeni değil. Küba ilk uzaktan eğitim uygulamalarını pandemiden çok daha önce, öğrenme olanaklarının herkese açılması, herkesin bilgiye ulaşımının garanti edilmesi gibi eşitlikçi, toplumcu söylem ve amaçlarla gerçekleştirdi. Dolayısıyla, pandemi sürecinde de çocuklar kendi kaderlerine bırakılmadılar. Bu tür zorluklar Küba’nın uzmanı olduğu konular. 1990’lı yıllarda günlük 13 saatlik elektrik kesintilerinin yaşandığı özel dönemde bile Küba, gerektiğinde güneş panellerinden yararlanarak bir dağ köyündeki 5-10 kişilik okula da eğitimi, eğitim için yararlanacağı teknolojiyi götürmesini bilmiştir. 

Bir ek yapayım. Ülkemizde en ciddi sorunlardan bir tanesi... Okullar kapalı ama veliler hala çalışıyor ve kreş ihtiyacı bugün çarpıcı bir biçimde kendisini gösteriyor. Küba bu konuda da okulları kapatırken çeşitli önlemlerle çalışan ebeveynlerin ihtiyaçlarını belirleyerek nöbetçi kreşlerin sürdürülmesini sağladı. Eğitim Bakanlığı’nın sitesi incelendiğinde de bu konuda gelişmelere yer verdikleri, duyurularda bulundukları görülüyor. 

Küba pandemide başarılı sonuçlar elde etti ama bunu bir mucizeye borçlu değil. Sahip olduğu toplumsal kanalları, alışkanlıkları, pratikleri kullandı, onları pandemi koşullarına göre yeniden düzenledi. Öncekinden 100 yıl sonra gerçekleşen bir pandemide bu kadar çaresizce kalmak sanırım kapitalizmin bir mucizesi olmalı.

Peki, pandeminin Türkiye gibi ülkelerde eğitim alanında yarattığı deneyim geriye nasıl bir miras bırakacak sizce? Tıpkı beyaz yakalı bazı kesimler için uzaktan çalışmanın kalıcılaşması gibi uzaktan eğitimi de mümkün olduğunca kalıcılaştırma yönünde bir eğilim beklemeli miyiz?

Kalıcılaştırmanın da sistem içi kimi zorlukları olacağını düşünüyorum; bu nedenle tercih edeceklerini beklemiyorum. Ama eğitim felsefesine dair de tartışmaları içeren oldukça kapsamlı bir çalışmayı hak ediyor bu soru. 

Uzaktan eğitim tartışmaları ne bizim ülkemiz için ne de dünya için yeni değil. Uzaktan eğitim uygulamaları, ilk olarak eğitime erişim bakımından dezavantajlı olan kitlelerin eğitim sistemine nasıl dahil edilebileceği sorusuyla gündeme geliyor. Burada uzaktan eğitimden eğitimini tamamlayamamış, çeşitli gerekçelerle uzakta kalmış yetişkinlere bir “ikinci şans” yaratması bekleniyor. Ancak eğitim gibi uzaktan eğitim de hızlıca ticarileşti ve dünya çapında büyük bir uzaktan eğitim piyasası oluştu. Bu sürece ilk olarak üniversiteler katıldı. Üniversitelere ayrılan kamu kaynakları azaltılırken, üniversiteler de alternatif kaynak olarak uzaktan eğitim uygulamalarına yöneldi. Şimdi, ikinci eğitim ya da çeşitli becerilerin kazandırıldığı kurslar, programların yanında hatta yüksek ücretlere çeşitli dereceler satılıyor. Üniversiteler dışında da hiç zorlanmadan istediğiniz her alanda sertifikaların dağıtıldığı ücretli eğitim paketleri bulabilirsiniz. Hatta dilerseniz sevgi eğitimi, dost edinme sanatı gibi paketler de satın alabilirsiniz. Son yıllardaki araştırmalar da, internet temelli uzaktan eğitim alanındaki pazarın giderek büyümekte olduğunu gösteriyor. Şimdi buraya kadar dikkat ederseniz hep yetişkinlerden ve yetişkin eğitimi faaliyetlerinden bahsettik. Uzaktan eğitim ilk ortaya çıktığında da kamusal/ticari hangi bağlamda olursa olsun hep yetişkin eğitimiyle ilişkilendirilmiştir.

Şimdi, pandemi uzaktan eğitimi bize “örgün eğitimin alternatifi olma olasılığı” olarak tartıştırıyor. Pandemi sürecindeki uygulamalardan sonra yazılan pek çok rapor, buna UNESCO raporları da dahil, yüz yüze eğitimde zaten karşı karşıya olunan eğitim eşitsizliklerinin uzaktan eğitimle artarak sürdüğünü gösteriyor. Ülkemizde özel okul-devlet okulu arasında, bölgeler arasında, cinsiyetler arasında, hatta aynı ilçenin farklı mahallelerindeki okullar arasında dahi derin eğitimsel uçurumlar varken uzaktan eğitim için gerekli altyapı, teknolojik olanak, bunu kullanma ve yararlanma becerisinde oluşacak eşitsizliğin bu durumu daha da kötüleştireceğini düşünüyorum. 

Uzaktan eğitimi kalıcılaştırma projesi ne kadar gerçekleşir, nasıl gerçekleşir bilemiyorum. Ama “eğitimin bu şekilde de gerçekleştirilebileceği” düşüncesinin yaygınlaşmasının, toplum tarafından içselleştirilmesinin dahi tehlikeli olduğunu düşünüyorum. Bu tartışma, eğitimin artık tamamen toplumsal olmaktan çıktığını, toplumsal bir sorumluluk olarak görülmediğini, eğitimin ne şekilde hangi düzeye kadar gerçekleşeceği konusunun tamamen bireysel bir mesele olarak anlaşıldığını gösteriyor. Yani eğitime erişememiş, nitelikli bir eğitim alamamışsan bu senin sorunun, bunun suçlusu sensin. 

Hatırlarsınız, uzaktan eğitime geçilmesinin ilk günlerinde oluşan yoğunluk nedeniyle sistem tıkanmış, pek çok kişi eğitime katılamamıştı. Bakan da “eğitime bu kadar ilgi duyan bir halk olduğumuz bilmiyordum” gibi skandal bir söz etmişti. İşte bakanın bu sözleri söyleme cesareti gösterebilmiş olmasının sebebi de bu; kamusal eğitim algısının önemli ölçüde toplumdan silinmiş olması. Ben tüm bunları kamusal eğitime yönelik bir savaş olarak görüyorum. 

Ve belki diğer sorularınızı da birlikte düşünerek şunları söyleyebilirim: Pandemi sürecinde yaşadığımız sorunlar ve daha özelinde bunun eğitimdeki uzantıları zaten var olan sorunların yoğunlaşmış yansımaları... Bunlar bugünün sorunu değildi ama pandemiyle birlikte çarpıcı bir biçimde tekrar kendisini gösterdi. Artık gerçek, kararlı ve bütünlüklü bir kamusal eğitim mücadelesine, kamusal eğitim talebine ihtiyacımız var. Kamusal eğitimden yalnızca ücretsiz olarak eğitime erişmeyi kastetmiyorum. Herkesin eşitçe eğitim sürecinden yararlandığı, öğrenme olanaklarının herkese eşitçe açıldığı, eğitimi etkileyecek, eğitimle ilişkilenebilecek her özne ve kurumun birlikte bir bütünlük içinde hareket edebildiği, eğitimin bir “fırsat”, “olanak” ya da “ayrıcalık” değil bir “hak” olarak görüldüğü bir sistemden bahsediyorum. Son olarak, bu saydığım özellikleri” nedeniyle de kamusal eğitim mücadelesinin “düzen değişikliği” talebinden ayrı verilemeyeceğini, bu talep olmadan gerçekleştirilemeyeceğini söylemek istiyorum.