Siyasilere saldırılar konuşuluyor ama şiddet her yerde var

Türkiye siyasetteki şiddeti konuşuyor, saldırıya uğrayan siyasiler, gazeteciler. Öte yandan devletli şiddet de fazlasıyla sınıfsal. İşte Türkiye'nin emekçilere şiddet haritası.

Haber Merkezi

AKP’nin eski Genel Başkanı ve eski Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun yeni partisi Gelecek Partisi’nin Genel Başkan Yardımcısı Selçuk Özdağ’a (ki kendisi eski ülkücü ve bir dönem AKP’de Genel Başkan yardımcılığı yapmıştı) yapılan saldırı siyasette şiddet tartışmasını yeniden gündeme getirdi. Aynı anda yine eski ülkücü, şimdiyse Meral Akşener’in tarafında kalan bir gazeteci de saldırıya uğradı. 

Burada AKP’si MHP’si, Gelecek Partisi, İYİ Partisi’yle Türkiye sağının tüm renklerinin birbirlerine şiddetini, sağın sağa şiddetini tartışıyoruz. Siyasette şiddet denilince akıllara bugünlerde bu geliyor, bu gelmesi isteniyor. 

Şiddeti “güçlünün zayıf karşısında fiziki zor kullanması” olarak tarif edecek olursak burada gördüğümüz pek de öyle görünmüyor. Zira Selçuk Özdağ da söylüyor, “tabancam arabadaydı”. Belki hazırlıksız yakalandığı söylenebilir en fazla.

Bu provokasyonların ne hesaplarla yapıldığı tartışmasını şimdilik bir kenara bırakacak olursak şiddet en çok işçilere karşı kullanılıyor. Ve bu pek de tartışılmıyor ama şiddetin bir enstruman olarak siyasette kendine yer bulabilmesinin gerekçelerinden biri de bu.

Yerkel’i neden unutmuyoruz?

Yusuf Yerkel gibi kimsenin bilmediği, tanımadığı önemsiz bir devlet görevlisinin ismini hafızalara silinmemek üzere kazıyan o tekme olmuştu. Peki aslında “basit bir tekme” neden tarihi bir an haline geldi?

Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamının yaşandığı günlerde iktidardakiler adına işçilere atılan o tekme sadece bir “insanı zalimlik” olsaydı akıllarda bu kadar yer etmezdi. O kare hiç unutulmuyor, çünkü orada bir sınıfın diğerine şiddetini görüyor herkes. Mesela Selçuk Özdağ’a örneğindeki gibi saldırılar, belki daha kanlı sonuçlar bile doğursa, böyle bir tarihi olay niteliği asla kazanamaz. 

'Öyle mi alay komutanı’

Artık ‘alay komutanı’ denilince akıllara sadece o cümle geliyor: Öyle mi alay komutanı… 

Maden işçileri bir gece haklarını aramak için düştükleri yollarda karşılarına çıkan jandarmanın komutanına, onun şahsında devlete, devletin şiddet tekeline böyle seslenmişlerdi:

Bir işverene, bir tek adama gücü yetmeyen devlet, şimdi gücünü bizde sınıyor. Biz bir kere daha bağırıyoruz buradan. Devletin gücünü bizde sınamayın! Yerin 7 kat altında alın teriyle yaşamını devam ettirmek durumunda kalıp, kör edilenler, sakat bırakılanlar, ciğerleri çürütülenlerden hesap sormasın devlet! Devlet bunları yapanlardan hesap sorsun gücü yetiyorsa! Bir tane kıçı kırık patrondan hesap sormayı beceremeyen devlet gücünü bizde sınayacak öyle mi? Öyle mi alay komutanı?”

Günlerce konuşuldu bu konuşma. 

Aslında madenciler sayısız kez polis-jandarma saldırısına uğramıştı, ama o günkü hesap sorma şekli “patrona değil bize mi gücünüz yetiyor” tavrındaki sınıfsal vurgu ve bunu “ülkeyi korumakla görevli” jandarma komutanına dönerek yapması o anlara bambaşka bir anlam kattı. 

'Biz devletin gücüyüz’

Geçtiğimiz günlerde bir polis müdürü ve işçi arasında yaşanan diyalog da yukarıdaki örnekler gibi uzun süre hafızalarda kalacak gibi görünüyor. ABD’li gıda tekeli Cargill’de sendikaya üye oldukları için işten atılan işçiler direnişlerinin 1000'inci gününde Tarım ve Orman Bakanlığı önünde açıklama yapacak, seslerini duyuracaklardı. Polis izin vermedi. Buraya kadarına herkes alıştı. Ancak polis müdürünün işçiye söylediği "Biz devletin gücüyüz, neler yapabileceğimizi orada gösteririz size, hiç merak etmeyin" cümlesi bu anı hafızalara kazıdı. 

Kazıdı, çünkü müdür devletin gücünün işçilere rahatça uygulanabileceğini düşündüğünü herkese gösterdi. Tıpkı alay komutanı gibi…

Karşısındaki ne istiyordu, haklı mıydı, haksız mıydı? Bu tür sorularla ilgilenmiyordu polis ya da jandarma; O elindeki şiddet gücünü, sırtını dayadığı “yasalarla” kullanacağı anı ve emirleri bekliyordu. 

Emri kim veriyordu, amirler, amirler kimse bağlıydı, siyasilere… Siyasiler neye göre karar veriyorlar, siyasi çıkarlarına, ideolojilerine. 

Acaba karşısında bir işçi değil de, patron olsaydı bu diyalog yine böyle yaşanır mıydı diye merak ediyor insan. 

Şiddetin sınıfsal temeli

Aslında örnekleri çok artırmak mümkün, greve çıkan işçilere yapılan saldırılar, eylem yapan işçilere saldırılar, 1 Mayıs kutlama isteyenlere yapılan saldırılar… Devletin silahlı güçlerinin en çok kullanıldığı kesim işçilerdir. Eğer bir savaş yoksa geriye dönüp bakılınca ortaya bu açık gerçek çıkacaktır. Bu gerçek şundan önemli görünüyor, aynı silahlı güçlerin operasyon kabiliyeti (polis, jandarma, MİT vs…) zaman zaman iktidardaki parti tarafından rakiplerine karşı da kullanılabilir ama bu onun esas değil, ikinci görevidir. 

TKP MK üyesi Alpaslan Savaş siyasetteki şiddetin temelinde sınıfsal şiddet olduğunu şu sözlerle ifade ediyor:

“Hemen geçtiğimiz hafta Ankara’ya basın açıklaması için gelen Cargill işçilerinin gördüğü muamele hatırlanabilir. Polis müdürünün açıktan “size gününüzü gösteririz” konuşması, peşinden yapılan gözaltı, bıraktıktan sonra üç kez trafikte ceza kesilmesi… Ölçekten bağımsız söylüyorum. Cargill’de on işçi vardı ama örneğin üçüncü havalimanında sayı binlerceydi. Koğuşlar basıldı, işçiler dövüldü, gözaltına alındı, tutuklandı. Çok örnek var böyle.

Sınıfa yönelik güç gösterisinin nedenini Erdoğan’ın eylem korkusuna bağlamak meseleyi hafife almak olur. İşçilere şiddet sermaye sınıfı adına uygulanıyor. Korku işçi eylemlerinin büyümesi değil, sermaye sınıfının çıkarlarını korumanın gayrı meşruluğu. Üstelik salgın var ve politika salgınla mücadele değil, sermaye sınıfının göreceği zararı en aza indirmek, hatta pek çok durumda daha fazla kar için fırsata çevirmek üzerine kurulu. Bu politika giderek yoksullaşan emekçi kitlelerde daha görünür hale geliyor, meşruluğu sorgulanıyor.

İktidarın ise alabileceği tedbir yok. Şiddet tek çare. Ve Bugün siyasette dilden başlayan ve fiziki müdahaleye varan şiddet, sınıfa uygulanan şiddetin bir yansıması. Sermaye sınıfının çıkarlarını bu denli pervasız koruyan bir iktidar, ben senden daha fazlasını yaparım diyen düzen muhalefetine çiçek mi atacaktı?

Önce sınıf şiddetine bakılmalı

Siyasetteki şiddet demişken bugünlerde konunun başaktörü olan MHP’nin varoluşunun işçi sınıfına düşmanlık olduğu gerçeği ortada duruyor. Bu parti doğrudan sermaye sınıfının ve onun bağlı bulunduğu emperyalist merkezlerin ihtiyaçları doğrultusunda hareket etmiştir, sayısız işçinin öldürülmesinde, provokasyonlarda doğrudan parmağı vardır, bununla ilgili ayrıntılı bir dökümü okumak isteyenler şu haberimize bakabilir: Dünden bugüne MHP: Tek amacı sermayeye hizmet

Dolayısıyla son günlerde siyasetteki şiddeti konuşmak isteyenler, önce bu şiddete de zemin sağlayan sınıf şiddetini konuşmak zorunda. Bir ülkede işçi sınıfına bu kadar rahat şiddet uygulanırken kimse ne siyasetteki ne ülkedeki şiddeti ortadan kaldırabilir…