Pandemi günlerinde sağlık hizmetleri ve ayrımcılık

Pandemi birçok bilinmeyenle dolu fakat toplumun her bireyini önemseyen, koruma temelli ve iyi örgütlenmiş bir sağlık sistemi içinde bu grupları ihmal etmemenin yolu bulunabilirdi. Oysa kapitalist sağlık sistemi, hastalandıklarında tedavi, ilaç, rehabilitasyon kalemleri üzerinden birer kâr kaynağı olarak gördüğü bu kişileri böyle dönemlerde yok sayacak bir işleyiş mantığına sahip.

Haber Merkezi

Sağlığın piyasa elinde olduğu günümüz dünyasında; bir insan hakkı olarak kabul edilen fakat ulaşılamayan önemli hizmetlerden biri olan sağlık hakkı, pandemi sebebiyle daha da ulaşılmaz hale geldi. Pandemi günlerinde basit hastalık durumları için sağlık hizmeti alması gereken insanları, video görüşme ile muayene etmekten tutun da virüssüz hastane reklamları ile “çekmeye” çalışan özel hastaneler ise bildiğimiz gibi, yeni müşteriler peşinde. Üstelik online görüşme ödemesi için 3D Secure güvenli ödeme kolaylığı ile...

Bir tarafta özel sağlık kuruluşları dururken diğer tarafta kamu hastanelerinin çoğu pandemi hastanesine dönüşmüş durumda. Çoğunlukla büyük hastaneler bazı binaları/bölümleri olağan hastalara ayırmış olsa da mevcut yoğun bakım ve ameliyathanelerin pandemi için organize edildiğini biliyoruz. Acil servisler tanısı konmamış şüpheli hastalar için Covid-19 bölümleri ile bu triyajı sağlarken solunum yolu veya ateş belirtileri gösteren her hasta Covid-19 hastaları için ayrılan bu bölümlere alınmak zorunda. Tüm bunlarla birlikte bahçeli ve geniş sağlık ocağı koridorlarından apartman zemin katlarına sıkışan aile sağlığı merkezlerine geçişin ne kadar yanlış olduğu, birinci basamak sağlık hizmetlerine başvuran kişilerin taşıdığı riskleri düşününce ortaya çıkıyor. İnsanlar buna benzer sebeplerden dolayı, virüs endişesi ile Covid-19 kapma riskinden daha ciddi durumlarda bile hastaneye gitmekten imtina edebiliyor.

65 yaş ve üzeri insanların sokağa çıkma yasakları konusunda sosyal medyada dönen çirkin görüntülerin yanı sıra bu kişilerin aile sağlığı merkezlerinden veya semt polikliniklerinden hizmet almasının ön koşulu olarak kolluk gücünden izin almaya bağlanmış olması tartışma konusu bile edilmiyor. Bazı şehirlerde böyle bir şart olup olmadığı bile belli değil, insanlar belirsizlikle baş başa bırakılıyor. Mevcut acil sağlık hizmetlerinin yeterliliği tartışmaya açıkken, yasal sıkıntılar doğmaması için bu karmaşanın tüm yükü ambulans ve acil servislerin üzerine bırakılıyor. Bütün bu anlatılanlar insanların sağlık hizmetlerinden faydalanma konusundaki sıkıntılarının maalesef sadece görünen kısmı.

İtalya’da ortaya atılan yaşlı ayrımcılığı hepimizin vicdanını derinden etkiledi ve bazı etik değerleri sorgulamaya itti. Yaşlı ayrımcılığı konusunda daha derin araştırmalara ihtiyaç var. Öte yandan dünyadaki çeşitli huzurevlerinin yanında ülkemizde de huzurevlerinde benzer bulaşlar ve ölümler yaşandı. Huzurevlerinde çalışan personelin yeterli eğitime tabi tutulmadığını, çalışma saatleri dışında kullandıkları toplu taşıma araçlarından, gittikleri marketlere kadar her yerde virüslü damlacık artıklarıyla temas etme ve yaşlılara taşıma ihtimallerinin önemsenmediğini gördük. 

İtalya’dan sonra başka “gelişmiş” ülkelerde de yoğun bakım yatağı planlamasında kapitalizmin yetersizliği sebebiyle ayrımcı yaklaşımlar öne çıktı. İngiltere’de ortaya çıkan puanlama sistemi bu durumu gözler önüne seriyor. Hastalara, kronik rahatsızlığa sahip olma ve yüksek yaşa göre puan verileceği bir sistem oluşturulmuş ve kimin yoğun bakım yatağına daha az layık olduğunu gösteren bir ölçek ortaya çıkartılmış. Eğer hasta hem yaşlı hem de kronik hastalığa sahipse tedavi edilmeyeceğine karar veriliyor, görece “sağlam” kabul ettikleri insanların ise tedavi edilmesine devam edilecek. ABD’de özelleştirilmiş sağlık sisteminin oluşturduğu korkunç boyutta sorunlar merkezi planlamanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Covid-19 testi ve tedavisinin yoksullar için hayal olacak kadar uzak olduğunu, binlerce dolar ödemeler yapmak zorunda kalan insanlar aracılığıyla tüm dünya görmüş oldu. Hastanelerin solunum cihazına “ölü yatırım” gözüyle bakmaları ve bir süre sonra ellerinde gereksiz sayıda solunum cihazı kalmasının ekonomik çıkarları bakımından olumsuz sonuçlar doğuracağını açıklaması; mevcut sağlık durumları haricinde, dünya çapında bir salgında bile yoksulların maruz kaldığı ayrımcılığı gözler önüne serdi. Ülkemizde bir dizi nedenle yoğun bakım yatağı sayısının fazla olması ve yoğun bakıma ihtiyaç duyan Covid-19 vakalarının az olması bu gibi konuların ülkemizin gündemine gelmesini bir ölçüde engellemiş oldu. Yine ülkemizdeki sağlık emekçilerinin yoğun çalışmaya alışkın olması birçok sorunun yaşanmasını engellemektedir. 

Dünyada ve Türkiye’de etkili olan Covid-19’a yakalanma ihtimali açısından, kronik hastalığı olan kişilerin ve yaşlıların nüfusun diğer kesimlerine göre daha büyük risk altında olduğu bir gerçektir. Söz konusu kesimin “evde kalarak” bu riskleri bertaraf etmesi çoğunlukla göründüğü kadar kolay olmuyor. Örneğin engelli bireyler, engelli olmayanlara göre sosyoekonomik açıdan nüfusun dezavantajlı kesimlerinden birini oluşturmaktadır. Olağan zamanlarda dahi temel hak ve özgürlüklerden yararlanmakta sıkıntı çekerken, şimdi yaşamsal olacak hizmetlere ulaşmakta daha da zorlanmaktalar. Ayrımcılık, dışlanma ve toplumdan izolasyon ise bu dönemde daha yoğun yaşanıyor. Engellilerin, bazı ülkelerde pandemi sebebiyle tıbbi bakıma daha az layık oldukları yönündeki eğilimlerle de karşı karşıya kaldıklarını duyuyoruz. Bununla birlikte sosyal desteği olmayan veya çok az olan kişiler sağlık hizmetinde sosyal güvenceleri dahilinde doğrudan ayrımcılıkla karşılaşmasalar bile sağlıklarını korumak konusunda eşit olmayan koşullarda yaşamlarını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Yine göçmenlerin rahatlıkla anlayacağı dillerde Covid-19 için koruyucu önlemlerin ne kadar anlatıldığı, eğitimlerin ne kadar verildiği ortadadır. Temiz suya ulaşamayan, temizlik ürünlerini alamayan veya kullanımı konusunda bilgisi olmayan insanların, sağlığa erişiminde ayrımcılığa maruz kalmadıkları söylenebilir mi? 

Sağlık emekçileri, en azından yozlaşmamış çok büyük bir bölümü, halkın sağlığını korumaya ve hastalıkları iyileştirmeye yönelik emeklerini ortaya dökerken ayrımcılıktan uzak bir tutum sergiliyor. Tüm toplumu etkisi altına almayı hedefleyen ve devletin dinselleşmesi ile vücut bulan nefret dolu açıklamalara kapılan istisnalar haricinde görünen o ki, sağlıkçılar arasında aydınlanmadan yana olma ve bilimsel hizmet üretme bilinci ağır basıyor.

Olağan koşullarda fazlasıyla ayrımcılığa maruz kalan bir kesim de HIV pozitif bireyler. Bu dönemde anonim test merkezlerinin kapanması, HIV testlerinin kamu hastanelerinde yapılmasını zorunlu kılmıştır. Kamu hastanelerinde test uygulaması sürse bile HIV pozitif bireylerin iki yönlü zorluğu bulunmaktadır: Bağışıklık sistemi zayıflığı nedeniyle pandemi açısından artmış risk ve damgalanma endişesi nedeniyle sağlık kurumlarından uzak durma. Risk almaları halinde bedelini hayatları ile ödeyeceklerini düşünen birçok kişi kamu hastanelerinde test yaptırmaya çekinmekte ve düzenli takip edilmesi gereken bir veri olan HIV yükü sayımlarını yaptıramamaktadır.

Şimdiye değin Covid-19 tedavisi sırasında herhangi bir trans veya LGBT bireyin diğer hastalara nazaran ayrımcılığa uğradığına şahit olunmamış olsa da pandemi günlerinde LGBT bireylerin işten ve evden ilk atılacaklar, sosyal yardımlardan hiç veya en az yararlanabilecek olanlar oldukları aşikardır. Geçimini günlük olarak kazanmak zorunda kalan pek çok trans birey sosyal güvenceden ve yardımlardan mahrum tutularak toplumun unutulan kesimleri arasında yer almaktadır. Pandemi öncesinde zaten sınırlı olan trans süreci heyetleri çoğunlukla ertelenmiş ve acil olmayan bütün ameliyatlar gibi trans geçişinde gerekli olan ameliyatların ve diğer muayenelerin de ertelenmesi gerekmiştir. Elbette bu acil durum karşısında bir öncelik sıralaması yapılması gereklidir; fakat insanların evlerine kapanmasını fırsat bilip hastalıkların kaynağı olarak LGBT’lerin işaret edilmesi hangi öncelikle açıklanabilir? Ne yazık ki bu açıklamalar toplumun bazı kesimlerinde karşılık bulmuş ve komşuları, ev sahipleri ya da aileleri tarafından sokağa atılan LGBT bireyler kapitalist gericiliğin doğrudan hedefi haline gelmiştir. 

Eşcinselliğin 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü tarafından akıl hastalığı kategorisinden çıkartılmış, bununla birlikte birçok başka araştırma ile dünya üzerinde yüzbinlerce canlıda var olan doğal bir kimlik olduğu kabul edilmiştir. Öte yandan hastalık kategorisinden özellikle de ayrımcılık karşıtı politik mücadelelerin etkisiyle çıkarıldığı göz ardı edilmemelidir. Bu mücadelenin karşılığı olarak son yirmi yılda yapılan bilimsel araştırma ve bilgi birikiminin artması da oldu. Buna rağmen günümüzde gidilmesi gereken daha çok yol olduğu ortada. İçinde bulunduğumuz gerici kuşatmanın dünyadaki bilimsel gelişmeleri ve toplumsal ilerlemeyi yok saydığı bu zamanda LGBT’ler sadece örgütlendiklerinde “Eşit birer yurttaş olarak yaşama hakkımızı da, bilimi ve aydınlanmayı da savunmaya devam edeceğiz” diyebilecek. 

Tüm bu saydıklarımız, aslında hayata geçirilmesi hiç de zor olmayan mekanizmalarla engellenebilirdi. Evet, pandemi birçok bilinmeyenle dolu fakat toplumun her bireyini önemseyen, koruma temelli ve iyi örgütlenmiş bir sağlık sistemi içinde bu grupları ihmal etmemenin yolu bulunabilirdi. Oysa kapitalist sağlık sistemi, hastalandıklarında tedavi, ilaç, rehabilitasyon kalemleri üzerinden birer kâr kaynağı olarak gördüğü bu kişileri böyle dönemlerde yok sayacak bir işleyiş mantığına sahip. Damgalama ve ayrımcılık da bu işleyişi sürdüren düşünsel mekanizmalar olarak gericilik tarafından karşımıza çıkartılıyor. 

Düzenin işçi sınıfına reva gördüğü durum budur. Böyle dönemlerde çeşitli zorlukları olan bireyler kolaylıkla yok sayılabilmektedir. Pandemi günlerinde kapitalizmin kendi sorunlarını örtbas edebilmek için ürettiği ırkçılık ve gericiliğe karşı işçi sınıfı kendi içinde ayrımcılığa dur diyebilmeli, nefreti körükleyenlere ve kapitalizmin acımasızlığına karşı sosyalizme örgütlenmekten başka çaresi olmadığını görmelidir.