Oxford’un aşı araştırmasını durdurması neyi gösteriyor?

Oxford Üniversitesi ile AstraZeneka firmasının aşı çalışmalarının durdurulması aşı tartışmalarına dair çok şey söylüyor.

İlker Belek

Oxford Üniversitesi ile AstraZeneka firmasının geliştirmekte oldukları aşı DSÖ tarafından “en gelişkin aşı adayı” olarak tanımlanıyordu.

AstraZeneka firması 9 Eylül’de yaptığı bir açıklamayla gönüllülerden birisinde ciddi bir hastalığın görülmesi üzerine araştırmanın durdurulduğunu açıkladı. Kimi basın çevrelerinde hastalığın transvers myelit olduğu belirtildi. Bu omuriliği etkileyen, hızla ve felç durumuna kadar ilerleyebilen bir hastalıktır.

Aslında genel olarak beklenen bu beklenmedik gelişme bize ne gösteriyor?

1- Henüz olumsuz hiçbir şey göstermiyor

Aşı geliştirme araştırmaları çift kör yöntemiyle yapılır. Yani kontrol grubu kullanılır (aşı yapılan gruba karşılık aşı yapılmayan grup), her iki gruba da enjeksiyon yapılır ve enjeksiyonu yapanlar ile enjeksiyon yapılanlar enjeksiyon sıvısı içinde ne olduğunu (aşı mı, steril su mu) bilmezler. 

Bu metodun nedeni enjeksiyon uygulayanların ve uygulananların yan tutmalarının önlenmesidir.

Oxford aşı adayının araştırmacıları henüz sözü edilen ciddi hastalığın kontrol grubunda mı yoksa denek grubunda mı olduğunu açıklamadılar. Dolayısıyla şu an için ciddi hastalığın denek ve kontrol gruplarında ortaya çıkmış olma ihtimali birbirine eşit. Eğer hastalık kontrol grubunda ortaya çıkmışsa hepimizin içi rahatlar.

Öte yandan hastalık denek grubundan birisinde ortaya çıkmış olsa bile, o deneğin daha önceden var olan bir hastalığının tetiklenmiş olması biçiminde tezahür etmiş de olabilir.

Bütün bunlar yapılacak soruşturmayla ortaya çıkacak.

2- Faz 3 aşamasının önemini gösteriyor

Aşı araştırmalarının Faz 1-2 aşamaları çok sınırlı sayıdaki gönüllü üzerinde (en çok 100 kadar) yapılır. Bunlar bir anlamda Faz 3’e hazırlıktır ve Faz 3 10 binlerce gönüllüyü kapsar.

Tıbbi ürünün bu şekilde çok sayıdaki gönüllü üzerinde denenmesi hem etkinliğe hem de yan etkilere karar vermek bakımından zorunludur.

Bir yan etki binde 1’den daha az sıklıkta görülüyorsa seyrek, 10 binde birden daha az sıklıkta görülüyorsa çok seyrek görülüyor demektir. Bunun bir anlamı da şudur: Bir yan etkinin çok seyrek ortaya çıktığına karar verebilmek için ilgili ürünün en az 10 bin kişi üzerinde denenmesi gerekir. 100 binde 1’den daha az sıklıktaki yan etkiler ise görmezden gelinebilir olanlardır.

3- Bilime siyaset karıştırmanın ne kadar riskli olduğunu gösteriyor

Maalesef Rusya’nın kendi aşısı konusunda sergilediği tez canlı tutumu bilimi siyasete alet etmek olarak yorumlamak zorundayız.

Rus aşısı tabi ki başarılı olabilir ve olması herkesin en büyük dileği olmalıdır. 

Ancak Putin’in aşı adayı henüz Faz 2 aşamasındayken aşının etkinliğini ve yan etkisizliğini ilan ederek Eylül ayında yaygın uygulamasına başlanacağını açıklaması tam da sözünü ettiğimiz türden siyasi bir tutumdu.

Üstelik Rus aşı adayının Faz 2 araştırma sonuçlarının Lancet’te yayımlandığı gün aynı dergide araştırmanın kısıtlılıklarından söz eden bir başka yazı daha yer alıyordu. Bu yazıda Faz 2 aşamasına katılan bir gönüllü grubunun askerlerden oluştuğu bilgisi paylaşılıyor ve haklı olarak genç ve sağlıklı bireylerden oluşan bu grubun toplumu temsil etme şansının olmadığı belirtiliyordu.

İnsanlığın aşı araştırmalarında zaman kaybetme lüksü bulunmuyor ama Oxford aşısıyla ilgili gelişme işi aceleye getirmenin maliyetinin ne denli büyük olabileceğini de gösteriyor.

4- Bilimsel çalışmanın ciddi bir iş olduğunu gösteriyor

Bilimsel çalışma kılı kırk yararak ilerleyen akli bir iştir. Yapılan çalışmanın araştırmacılarda uyandırdığı heyecan ve tutku dışında bu işte duygusallığa kesinlikle yer yoktur.

Bilimsel çalışmanın bir yöntemi vardır ve “bilimsel”  nitelemesini hak edebilmesi için bu yönteme bağlı kalması gerekir.

Oxford ile AstraZeneka’nın saptanan ilk olumsuzlukla birlikte araştırmayı durdurmuş ve olayın soruşturmasını bağımsız bir gruba vermiş olmaları bu disiplinin bir göstergesidir.

5- Aşıyla ilgili üretilen komplo teorilerinin ne denli akıl dışı olduğunu gösteriyor

Pek çok çevre ve insan aşıların ve ilaçların tekellerin para kazanmak amacıyla pompaladıkları yararsız ve daha da ötesinde zararlı ürünler olduğu düşüncesindedir.

21. yüzyılın açılışıyla ivme kazanan bu gerici düşünce bugün maalesef yaygın bir etki alanı oluşturmuş durumda.

Şüphesiz ilaç ve aşı tekellerinin birinci hedefi geliştirdikleri ürünlerden para kazanmaktır. Kazandıkları parayı maksimize edebilmek için ellerinden geleni de yaparlar. Aynı etkiye sahip diğer ürünleri karalarlar, ürünlerinin kullanımını artırabilmek için hekimleri satın alırlar, vb.

Kapitalist bir düzende bundan başka bir şey zaten beklenemez ve bundan rahatsızlık duyanların yapması gereken tek şey antikapitalist-sosyalist mücadelenin içinde olmaktır.

Öte yandan sözünü ettiğimiz bu komplo teorisyenlerinin unuttukları çok önemli bir şey vardır: Hiçbir tıbbi şirket yararsız ve yan etkileri sık bir ürün üretmez, çünkü böyle bir ürünü satamaz, böyle bir ürünün foyası kısa süre içinde ortaya çıkar ve böyle bir ürün günümüzde astronomik miktardaki tazminat cezalarının muhatabı olur. 

O nedenle tıp şirketleri araştırma ve geliştirme aşamalarında olabildiğince titiz davranırlar. Nitekim kapitalist piyasada araştırma ve geliştirmeye harcadıkları parayı ürün piyasaya sunulduktan sonra fazlasıyla kazanacaklarını bilirler.