Nâzım'dan bir anı: Lenin müzesinde

Nâzım Hikmet SSCB’de yaşadığı yıllarda bir 22 Nisan günü Lenin Müzesi’nde Sovyet çocukları için düzenlenen piyonerlik (öncülük) törenine katılmış. Vera Tulyakova'nın dilimize Ataol Behramoğlu tarafından çevrilmiş anılarında o günle ilgili anlatılar da yer bulmuş.

Vera Tulyakova

Lenin müzesinde

Derdin ki: “Anyuta, seni sevindirmek için ne yapabilirim?” Ve bir gün Anyuta, izciliğe [öncülük, piyonerlik kastediliyor] kabul edileceği gün Moskova’dan bir yere ayrılmamanı, gelip töreni izlemeni rica etti senden. Büyük bir ciddiyetle karşıladın bu isteği. Ülkemizde çocukların izciliğe [öncülüğe], geleneksel olarak, Lenin’in doğum günü olan 22 Nisanda kabul edildiklerini öğrendin. Ve birkaç ay boyunca, Anyuta’ya, onun ve arkadaşlarının, yaşamlarının bu önemli olayına nasıl hazırlandıklarına ilişkin sorular sordun sürekli olarak. Öğretmeninin akıllı bir kadın olduğunu, çocuklara sadece Lenin’e karşı ilgi uyandırmakla kalmayıp, onlara Dimitrov’dan, Julius Fuçik’ten, Ernst Telman’dan ve yeni bir yaşamın daha pek çok öncü savaşçısından söz ettiğini öğrenmek seni sevindirdi. Enternasyonalizmin her türlü belirtisine her zaman değer verir, destek olurdun. Her zaman, insanın daha gençliğinde, geniş ve ilginç bir yaşam ufkuna sahip olması ve sahip olduğu bu ufku anlayıp onu yazgıya dönüştürmeye çalışması gerektiğine inanırdın.

Ve tabii, Türkiye’nin çocukları için güzel sözler söylemeyi de unutmadın. Onların henüz, Sovyet çocuklarının yaşam koşullarına sahip olmayışlarından ötürü duyduğun acıyı dile getirdin. “Bu nedenle, sizler büyüdüğünüzde, tüm dünyada adaletli bir yaşamın, burjuvasız, bankersiz ve her türden sömürücünün bulunmadığı bir yaşamın kurulması için kardeşlerinize yardım etmelisiniz...”

Moskova’da öğrenciler Lenin müzesinde izciliğe [öncülüğe] kabul edilirler. Törenden bir gün önce Nâzım’ın zihni sürekli olarak bu konuyla ilgiliydi. “- Orada birkaç söz söyleyemez miyim? Çocukları en iyi nasıl kutlayabilirim? Bu iş nasıl oluyor genel olarak?” Fakat ben kendim de bilmiyordum bunu. İzci [öncü] olmamıştım. Savaş zamanıydı. Anyuta, sınıfıyla ve öğretmeniyle birlikte gidecekti Lenin müzesine. Biz de Nâzım’la belirtilen saatte orada bulunacağımızı vaat ettik. “- Biz daha önce gidelim. Moskova’ya geldim geleli gitmedim Lenin müzesine. Çocuklar hazırlanırken ben de bir daha gezerim müzeyi”. Müzeye erken gittik, muazzam salonlarda dolaşmaya başladık. İzci [öncü] giysili, heyecanlı çocuk kalabalıkları da dolaşmaktaydı salonları bu arada. Nâzım’ın, Lenin’in fotoğraflarına nasıl büyük bir dikkatle baktığını anımsıyorum. “Bugünkü ressamların portrelerinde başka türlü görünüyor. Onun bütün fotoğraflarını edinmeyi nasıl isterdim!” Kişisel eşyalarına dikkatle bakıyordu. Giysilerine. “- Cenaze töreninde nasıl bir giysi vardı üstünde, biliyor musun? -  Dört cepli kahverengi montgomeri. - Kahverengi mi? Nereden biliyorsun bunu? - Petrov-Yodkin’in Lenin’i tabutta yatarken gösteren ölüm sonrası portresini gördüm. Üstünde kahverengi montgomeri, başı kırmızı bir yastıkta, solgun, gergin bir yüz. - Yüzünü, sanki şimdi şu anda, görüyormuşçasına anımsıyorum. Ama hepsi bu kadar. Biliyorsun, saygı nöbeti tutmuştum tabutun önünde...Topu topu birkaç dakika, ama sonsuzca uzun görünmüştü bana, içimden konuşmuştum onunla. Ve yine önemli şeyleri söylemeyi de başarmıştım”. Lenin’in yaşamının salonlarında dolaşıyorduk ve sonsuz çocuk ırmakları mekik dokuyordu çevremizde.

Öğretmeninin akıllı bir kadın olduğunu, çocuklara sadece Lenin’e karşı ilgi uyandırmakla kalmayıp, onlara Dimitrov’dan, Julius Fuçik’ten, Ernst Telman’dan ve yeni bir yaşamın daha pek çok öncü savaşçısından söz ettiğini öğrenmek seni sevindirdi. 

Tören büyük bir gecikmeyle başladı. Anlaşılan müze yöneticileri Nâzım Hikmet’in orada bulunduğunu öğrenmişler, bunu televizyona bildirmişlerdi ve çekimciler gelinceye kadar töreni başlatmadılar. Böylece o gün, trajedi ve sevinç birbirine karıştı. Sonra sen çok yalın sözler söyledin çocuklara. Ninelerinin ve dedelerinin, annelerinin ve babalarının, onlar bugün kırmızı boyun bağı bağlayabilsinler diye neler yaptıklarını anlattın. Moskova’yı ilk kez görüşünü, Sovyet Cumhuriyetinin ilk yıllarındaki Moskova’yı anlattın. Onlara, içlerinde en dürüst ve yiğit olanların on-on beş yıl sonra komünist olabileceklerini, fakat bu güç yaşama kendilerini şimdiden alıştırmaları gerektiğini söyledin. Ve tabii, Türkiye’nin çocukları için güzel sözler söylemeyi de unutmadın. Onların henüz, Sovyet çocuklarının yaşam koşullarına sahip olmayışlarından ötürü duyduğun acıyı dile getirdin. “Bu nedenle, sizler büyüdüğünüzde, tüm dünyada adaletli bir yaşamın, burjuvasız, bankersiz ve her türden sömürücünün bulunmadığı bir yaşamın kurulması için kardeşlerinize yardım etmelisiniz...” Sonunda yapıldı tören. Çocuklar mutlu, biz memnunduk. Müzeden çıktık ve bir an büyülenmişçesine kalakaldık. Pırıl pırıl bir gündü ve güneş inanılmaz bir güzellikle parıldıyordu. Bahar gelmişti. Yanımızdan yöremizden, eriyen karların oluşturduğu derecikler akıyor, damlardan sular damlıyor, Kremlin’in üstünde masmavi bir gök yükseliyordu. Nâzım paltosunun düğmelerini çözdü, kasketini ensesine yıktı, Anyuta’nın mavi paltocuğunun düğmelerini çözdü ve kırmızı, ipek boyunbağını kurtardı onun altında kalmaktan. Bu izcilik [öncülük] simgesini, Anyuta’nın bu dakikalarda herkese göstermek istediğini duyumsamıştı. Yaşam kaynıyordu Moskova’nın merkezinde: Çevremizden insanlar, arabalar akıyor, her şey deviniyor, ve biz de bir mutluluk, bir hafiflik, olağanüstü bir şeyler yapmak isteği duyuyorduk içimizde.

[Nâzımla Söyleşi, Vera Tulyakova, Cem Yayınları, Türkçesi: Ataol Behramoğlu, İstanbul, 1989, sf. 172-175]