Muhalif efsane: Sermaye iyi, temsilcileri kötü

Türkiye tarihinin en derin krizini yaşıyor ve sermaye sınıfının meşruiyetinin neredeyse hiç zedelenmemesi sağlanıyor. Düzen adına önemli bir başarı. Bunda “muhalefet”in payı büyük: “Saray rejimi”, “yanlış para politikası”, “üç beş müteahhiti zengin etme” gibi basitliklerle bütün iş AKP’ye bağlanıyor. Oysa sermaye sınıfı aklanacak gibi değil.

Adile Kaya

Türkiye çok derin bir ekonomik krizin ortasında. Salgının etkileri de eklendiğinde Cumhuriyet tarihinin en derin krizi yaşanıyor. Geçmiş krizlerin önemli telafi mekanizmalarının bir bölümü tamamen boşa çıkmış durumda. Hiç kuşkusuz bu bağlamda en önemli değişim kamunun küçülmesi. Sadece devletin istihdamı koruma, yeni istihdam yaratma işlevlerini yitirmiş olması  değil mesele. Önemli girdilerin üreticisi rolünün ortadan kalkması nedeniyle fiyatlara müdahale etme, yoksullaşma hızını frenleme gibi fonksiyonlarını da büyük ölçüde kaybetmiş bir devlet var. 

Krizde hayatta kalma yolları bir bir tıkandı

Türkiye’nin bugünkü nüfus kompozisyonunda artık ülkenin dörtte üçü kentlerde yaşıyor, işsizlik ve yoksullukla boğuşan emekçilerin çok önemli bir bölümünün geçmişteki gibi destek sağlayacak bir köy bağlantısı kalmadı. 

Krizde çalışan ikinci önemli telafi mekanizması ise kır-kent bağlantısıydı, hızlı kentleşmeyle birlikte büyük ölçüde buharlaştı. 1994’te, 2001’de emekçilerin üzerindeki işsizlik ve yoksulluk dalgasını kır bağlantılarını, geleneksel aile dayanışmasını kullanarak bir nebze de olsa hafifletmek mümkündü. Türkiye’nin bugünkü nüfus kompozisyonunda artık ülkenin dörtte üçü kentlerde yaşıyor, işsizlik ve yoksullukla boğuşan emekçilerin çok önemli bir bölümünün geçmişteki gibi destek sağlayacak bir köy bağlantısı kalmadı. 

Telafi mekanizmalarının zayıfladığı, emek-sermaye çelişkisinin daha çıplak, daha yalın bir görünüm sergilediği şiddetli bir krizin sermayenin meşruiyetini neredeyse hiç sarsmamasıysa üzerinde durmayı hak eden bir konu. 

Sorun 'saray'dan ibaret olunca pişkinlik serbest

Sorun 'Saray'a daraltılınca sermaye düzeni 'ehil ellerde sorunlarla başedebilirmiş' gibi görünüyor.

Düzen içi muhalefet için hayli konforlu bir siyasi çizgi.

Öyle ki Ali Babacan örneğinde olduğu gibi doğrudan yaratıcısı olduğu, temelini attığı sorunları bile ekonomi yönetiminin beceriksizliğiyle açıklama pişkinliğini göstermek mümkün. 

Aslında hedefi AKP’ye, AKP’nin tüccar bakanlarına, Saray’ın isteklerine uyan bürokratlara daraltmanın, kapitalizmin “kurallı” dünyasının dışına çıkan bir siyasi keyfiyet resmi çizmenin faturası karşımızda duruyor. Kapitalizm koşullarında ehil ellerde krize karşı doğru politikaları uygulayan bir ekonomi yönetimi, salgınla baş edebilecek bir Sağlık Bakanlığı, eğitimdeki eşitsizlikleri giderebilecek bir Eğitim Bakanlığı mümkünmüş algısı yaratılıyor. Düzen içi muhalefet için hayli konforlu bir siyasi çizgi. Öyle ki Ali Babacan örneğinde olduğu gibi doğrudan yaratıcısı olduğu, temelini attığı sorunları bile ekonomi yönetiminin beceriksizliğiyle açıklama pişkinliğini göstermek mümkün. 

Para politikası: Doğru ya da yanlış yok, sermayenin çıkarları var

Ali Babacan’ın önceki gün katıldığı bir televizyon programında sarf ettiği sözler de bu pişkinliğin en taze örneği oldu. 2002-2015 döneminde AKP’nin ekonomi kurmayları arasında yer alan, dönemin önemli bir bölümünde bizzat ekonomi yönetiminin başında bulunan Babacan, “Dolar kurunu 7 liranın altında tutmak için 120 milyar dolar yok ettiler. Merkez Bankası'nın net rezervi eksi 30 milyar dolar. Bunlar daha iyi günler. Merkez Bankası, hükümetin sözüyle hareket ettiği için durum bu hale geldi. Hükümetin, elini ayağını Merkez Bankası’ndan çekmesi lazım” dedi. 

2018’den yani krizin belirginleştiği dönemden bugüne kadar TL dolar karşısında yüzde 50’den fazla değer kaybetti. TL, 2013 yılından itibaren bakıldığında dünyada en fazla değer kaybeden para birimi olarak niteleniyor. TL’nin hızlı değer kaybını Merkez Bankası’nın etkileri günlük, haftalık, aylık yani kısa erimli olabilen kimi enstrümanları kullanmasıyla açıklamak mümkün değil. TL’nin en hızlı değer kaybeden para birimi olmasının arkasında uzun yıllar boyunca uygulanan, birbiriyle uyumlu, sermaye sınıfını ihya etmeye öncelik veren bir dizi politika yatıyor: Sermaye girişlerini ve borçlanmayı özendiren ve hızlandıran, her koşulda reel getiriyi garanti eden para ve maliye politikaları, üretim ve tüketimde ithalat bağımlılığını artırıcı sanayi ve ticaret politikaları, sermayenin önceliklerini dikkate alan ulaştırma politikaları… Hepsinin yanına bir de Babacan’ın da en önemli aktörlerinden biri olduğu özelleştirme dalgasını, stratejik kamu kurumlarının özelleştirilmesi, enerji, eğitim, sağlık gibi alanlardaki piyasalaşmayı da eklemek lazım.

Merkez Bankası döviz rezervlerinin büyük bir hızla erimesi sadece Babacan’a göre değil, geniş sayılabilecek her renkten muhalife göre Merkez Bankası’nın “bağımsız” olmaması, keyfiyet ya da beceriksizlik sonucunda yanlış politikaların uygulanması, doları 7 liranın altında tutarak “algı yönetimi” yapılması ya da bazı yandaşlara fırsat yaratılmasıyla açıklanıyor. Sermayenin değişik kesimlerine farklı maliyetleri olan politika seçenekleri arasında kimi tercihler yapıldığı, para politikasını fazlasıyla aşan kimi uygulamaların, örneğin özel sektör borcunun açık ya da örtük kamu tarafından üstlenilmesinin, hareket alanını daralttığı görmezden geliniyor.   

Peki bütün bu politikaların tasarlanması ve uygulanmasında, bugün çevrilemez hale gelen yapıda doğrudan katkısı olan Babacan gibi bir ismin teknik olarak bile bugünkü dünya koşullarında çok tartışmalı ve kesinlikle çok kısa erimli para politikası tercihlerini kurtuluş reçetesi olarak pazarlayabilmesi nasıl mümkün oluyor? Bu sorunun en kestirme yanıtı ekonomiye ilişkin tartışmalarda sermaye perspektifinin baskın olması. Emekçiler cephesinden bakma iddiasındaki kesimlerin önemli bir bölümünün de düzen içi ittifak arayışıyla sermaye perspektifine eklemlenmesi çok açık işleri kolaylaştırıyor. Merkez Bankası “bağımsızlığı” ya da “para politikası” başlıkları altında yürüyen tartışmaların, hele kriz koşullarında, sermaye açısından sahicilik taşıdığı muhakkak. Sermaye içi tartışmaları izlemenin, yönelimleri saptamanın da bir anlamı var. Ancak emekçilerin perspektifinden Merkez Bankası “bağımsızlığı” ya da “doğru” para politikası diye bir objektif konum almanın kabul edilebilmesi mümkün değil. Tıpkı “serbest piyasa”nın ya da “açık ekonomi”nin veri alınamayacağı gibi. 

Merkez Bankası faiz artırdı, yelkenler suya indi

Merkez Bankası Para Politikası Kurulu’nun (PPK) dünkü 2 puanlık faiz artışı kararına ilişkin tepkiler bu konuda açıklayıcı. Babacan henüz bir yorum yapmamıştı. Ancak siyasi iktidara hayli sert muhalefet eden bir akademisyen “Merkez Bankası kararı para politikası üzerindeki saray baskısının azaldığına dair bir emare ve ciddi merkez bankacılığı göreceğimiz bir yolun başı ise buna memnun olmak gerekir” diyor. Para politikasının iyisi ve kötüsünün olduğu, daha iyi para politikasına sevinmenin ayıp olmadığı da iddia edildi. Toplantı öncesinde Merkez Bankası PPK toplantısının çok kritik olduğunu, kararının krizin gidişatını belirleyeceğini ilan eden daha soldan bir akademisyen de oldu. 

Faiz artışının devamı gelse bile kalıcı iyileşme yaratma ihtimali düşük. Çünkü sermaye girişinin tek kriteri, hele içinden geçilen dönemde getiri düzeyi değil. Geçtiğimiz aylarda, dövizin müdahaleyle baskılanmasının önemli nedenlerinden biri salgın nedeniyle Türkiye ve benzeri ülkelerin hepsinden çok yoğun sermaye çıkışları yaşanmasıydı. Nitekim faiz artırma kararını kolaylaştıran gelişmelerden biri de yeniden sermaye akışlarının başlamış olması. Kaldı ki faiz artışı, sermaye girişlerinde artış, borçlanma ve borçlanma maliyetlerinde artış diye giden döngünün sonu da yine döviz risklerinin artmasına çıkıyor. Türkiye’yi sermaye girişlerine bu kadar bağımlı kılan üretim, ticaret ve finansman yapısı korunduğu sürece birbirinin alternatifi görünen politikaların birbiri yerine kullanılması, palyatif önlemlerle sermayenin ayakta tutulması çabası devam edecek. 

Muhalefetin, farklı sermaye temsilcilerinin siyasi iktidarın karşısına sermaye için “en doğru”yu temsil iddiasıyla çıkması ayrıca yapılması gereken geniş bir değerlendirmenin konusu. Türkiye’de düzen siyasetindeki tıkanmalar, siyasi iktidardaki aşınmalar sermaye düzenine hiçbir zaman taşımadığı, taşıyamayacağı kimi rasyonellikleri atfetmeye yol açabiliyor. Ne yazık ki bu akıntıya sol adına kapılanlar ve tam da bu nedenle çok değerli toplumsal direnç noktalarında zayıflamalara yol açanlar da bulunuyor.

Sermaye düzeni en olağan, en kitabına uygun görünen unsurlarıyla büyük bir tahribat yaratıyor. Bugünkü kriz de olağandışı ya da yanlış uygulamaların değil kapitalizmin olağan işleyişinin çok doğrudan bir sonucu. Hiç kuşkusuz “kurallı” kapitalizm sınırlarını aşan, zorlayan bir dizi uygulama var. Biliyoruz ki bunlar da, kayıtdışı çalışmadan iş cinayetlerine fazlasıyla kapitalizme içkin. Bunların yanında “kuralların esnetilmesi” ya da “dinamik” çözüm arayışları kategorisinde değerlendirilebilecek para politikası tercihleri ya da sermayenin çıkarlarını kollamak için devlet müdahalesinin artırılması gibi uygulamaları merkeze koyan her tür tartışma sermaye dostu, emekçi düşmanıdır.