“Mavi Tarlalardan Yürü”

Çağdaş İrlanda edebiyatının önemli yazarları arasında gösterilen Claire Keegan’ın Türkçe’ye çevrilen ilk eseri Mavi Tarlalardan Yürü. Kitabın birinci baskısı 2017 yılının Mart ayında Yüz Yayınları tarafından yapılmış.

Erkan Yıldız

Çağdaş İrlanda edebiyatının önemli yazarları arasında gösterilen Claire Keegan’ın Türkçe’ye çevrilen ilk eseri Mavi Tarlalardan Yürü. Kitabın birinci baskısı 2017 yılının Mart ayında Yüz Yayınları tarafından yapılmış. Yazarın, Mavi Tarlalardan Yürü dışında henüz Türkçe'ye çevrilmemiş iki kitabı daha bulunuyor. Bu kitaplardan biri Keegan'ın ilk öykü kitabı “Antarctica” (1999) ve diğeri 2010 yılında yayımlanan uzun öykü kitabı “Foster”.

“1945 sonrası dünya edebiyatının daha önce Türkçe'ye hiç çevrilmemiş minör klasiklerini ve klasik olmaya aday eserleri iyi çeviri, titiz bir editoryal çalışma ve özenli tasarımlarla yayımlama” hedefiyle kendisini tanımlayan yayınevinin, Keegan'ın eseri söz konusu olduğunda “iyi çeviri, titiz bir editoryal çalışma ve özenli tasarım” hedefini tutturduğunu yazının hemen başında gönül rahatlığıyla söyleyebilirim.

“Mavi Tarlalardan Yürü” yazarın ikinci öykü kitabı. Toplam sekiz öykünün yer aldığı kitap ilk olarak 2007 yılında yayımlanmış ve “edebiyat çevreleri”nde beğeniyle karşılanmış. Kitabın kapağında yer alan tanıtımda ve sonunda yer alan “Teşekkürler” bölümünde yazarın ve kitapta yer alan öykülerden kimilerinin aldığı ödüllere yer veriliyor. Edebiyat okurunun çok önemsememesi gereken iki şeyden birinin kimlerden oluştuğu, ne yiyip-içtiği bilinmeyen “edebiyat çevreleri” diğerininse verilen bu ödüller olduğunu düşünüyor, ödül bahsinin ve söz konusu çevrelerin üzerinden atlayıp kitaba geri dönüyorum.

Anlatmayı ve dinlemeyi özleyenler için...

Claire Keegan, öykülerinin geçtiği kasabaların zamana, değişmeye direnç göstermesi gibi günümüzün okuma ve yazma alışkanlıklarına direnç gösteriyor sanki. Kısa yazmanın, kısaca anlatmanın moda olduğu, insanların uzun uzun anlatmaya, dinlemeye, yazmaya ve okumaya “vaktinin olmadığı” bir çağdayız. Hızlı yemek, bir yerden bir yere hızla ulaşmak, gündeme hızla vakıf olmak gibi okumak ve yazmak söz konusu olduğunda da hızlanmak için kısa olanı tercih etmek...   

Keegan, uzun uzun anlatmayı tercih ederek bu kısa yazma ve okuma eğiliminin dışına doğru bir adım atarken doğal olarak okuru da peşinden sürüklüyor. Bu uzunluk, özellikle mekân ve atmosferin oluşturulması sırasında, kendisini tekrarlayan ve tekrarladıkça okuru canından bezdiren bir hâl alabilirdi. Sonuçta her öyküde, doğası ve toplumsal yaşamı ile durağan, tek hareketi kendisini an ve an tekrar etmek olan bir yaşam birimini/biçimini tarif etmek buna kolayca neden olabilir. Öyle olmuyor. Bunda Kegan’ın süsten, gevezelikten uzak ve güçlü dilinin rolü çok büyük. Su gibi berrak bir dille baş başayız. Yazarın dilindeki berraklık, okur açısından oldukça bunaltıcı kasaba atmosferine oksijen taşıyan bir kaynak adeta. Tüm renkler, kokular, duygular, alet edevat, ağaç dalları, çimen yeşili... Her şey çok net.

İçinde yaşadıkları toplumun birer tortusu haline dönüşen karakterlerin dibe çöküşlerini ya da çırpınışlarını da yine bu berraklık içeresinde net bir şekilde görebiliyoruz. Uzun uzun anlatmayı seven ama gevezelik yapmayan bir yazarın, ölçülü, hesaplı dili sayesinde her şey ve herkes yerini buluyor.
Tam bu noktada, eseri yazıldığı dilde okuma şansı bulamayanlar için yazarın anlatım biçimindeki başarıdan söz edebiliyorsak eğer bu başarıda çevirmenin küçümsenmeyecek bir payı olduğundan da söz etmek gerekir sanıyorum. Bunun, titizlikle yapılmış bir çeviri için harcanan emeğe hakkının verilmesi için gerekli olduğunu düşünüyorum.

“Biz ölüp gittikten çok sonra da burada olacak bu topraklar. Bize sadece emanet olarak verilmedi mi?”

Mavi Tarlalardan Yürü’ de hemen her öykü toprak, aile ve kilise/cemaat sacayağı etrafında anlatılıyor. Kasabalının, görünür ya da örtülü en önemli sorunu sahip olduğu mülkiyetin sürekliliğini sağlamak, bunu sağlayacak ve sürekli kılacak bir aile kurmak ya da kurulu ailenin parçası olmaya devam etmek...Ve elbette bu sorunun çözümü sırasında oluşabilecek kusurların, suçların, buna aykırı davranışların, yerine göre üzerini örtüp yerine göre de insanlar üzerinde baskı kuracak bir cemaat yapısı. Keegan özellikle bu cemaat (siz tüm dini kurum ve bu kurumları temsil eden kimseler olarak da okuyabilirsiniz) bahsi başta olmak üzere sorunlara doğrudan değinmiyor aslında. Hikâyeler boyunca geçerken dokunduğu, atmosfere yedirdiği meseleler bunlar ve belki de bunu çok iyi yapabildiği için hem Keegan'ın öyküleri hem de anlattığı kasabalar evrensellik kazanıyor.
Keegan'ın hikâyesini anlattığı toplumsal yapı ilk olarak kız çocuklarını ve kadınları tortuya dönüştürüyor. Kaçmak dışında yapabilecekleri yegâne şey sessizce dibe çöküp daha az görünür hale gelmek.
İrlanda'nın bir kasabasında ya da Türkiye'de değişmeyen bir manzara değil mi bu? Erkeğin sürdüğü tarlalardan birisi haline dönüştükçe kadınların anlam kazanmalarına müsaade eden bir toplumsal hayat. Keegan'ın öyküleri hangi coğrafyada yaşarsak yaşayalım kaçarak ya da görünmez hale gelerek kurtulamadığımız gerçeklerle yüz yüze bırakıyor bizi.
Uzun ve Istıraplı Ölüm’ün Heinrich Böll Evi'ne konuk olan kadın yazar kahramanının eski sevgilisiyle arasında geçen diyaloğu buna verilmiş cılız ve yetersiz bir cevap olarak okuyabiliriz belki de.

“Bana veremeyeceğin bir şey var mı? diye sormuştu bir keresinde”
“Toprak olabilir. Toprağımı sana vermek istemezdim.” s.17

Sorunun toplumsal değil de bireysel olduğunu düşündüğümüz her meselede ürettiğimiz cevaplar benzer bir cılızlık ve yetersizlikle malul değil mi?

Erkekler mi? Onları, mülkiyet, aile, kilise üçgeninde enkaza dönüşürken görmek mümkün. Tortuya dönüşme vs. değil, düpedüz ezilme ve şekilsizleşme yaşadıkları.
“Ayrılık Hediyesi” adlı hikâyede, New York'a gitmeye hazırlanan, ailenin küçük kızı ile ağabeyi Eugene arasındaki vedalaşma konuşmasında bu şekilsizleşmenin izlerini görmek mümkün. Kendisinin de çekip gideceğini söyleyen Eugene devam ediyor:

“Onlar ölene kadar orada onlarla yaşadığımı hayal edebiliyor musun? Oraya bir kadın getirdiğimi
düşünebiliyor musun? Hangi kadın buna katlanır? Kendime ait bir hayatım olamaz burada.” s.33

Yaşadığı hayatın kendisine ait olmadığının farkında olan Eugene, bu hayatı terk edemeyeceğini henüz kendisine ve başkalarına itiraf etmekten uzak. Eugene, yine bu cümlelerde örtülü bir şekilde de olsa vicdanını temize çekmeye çalışıyor. “Hangi kadın buna katlanır?” cümlesi kız kardeşinin ve ablasının, ailede gördüğü istismarı bilip de bilmezden gelmenin, suskun kalmanın aynı zamanda itirafı gibi değil mi?
Görmezden gelmeyi, görmezden gelinmeyi ve kendilerine kim bilir kaç kuşaktır vaaz edildiği gibi yaşamayı kuşkusuz bu şekilsizliğe borçlular. İrlanda'da ya da Türkiye'de de...

Sonuç olarak...

Kasaba, kasaba hayatı, kasabalılar ve onların ilişkileri edebiyatımız ve sinemamızın sıklıkla işlediği konular arasında yer alıyor. Anayurt Oteli ve Ahlat Ağacı’nı bu konuyu anlatan eserlerin ilk aklımıza gelen örnekleri arasında sayabiliriz. Eminim sizlerin aklına da başka pek çok örnek gelecektir.

Kimi şirinlikleri olsa da kısa yaz tatilleri dışında uzun süreli kalmak istemeyeceğimiz, herkesin herkese tanıdıkmış gibi geldiği, sahip olduğu atmosferle değişimin, hareketin bittiğine herkesi ikna eden, daha ilerisine varamayan, teslim olunan, Türkiye'de ise tüm bunların yanında imamı, siyasetçisi ve eşrafı ile aklımızda karşılık bulan bir yerleşim birimi kasaba.

Ülkemizin son 18 yılına hâkim olan siyasi yaklaşım, kasabayı sınırları belirli küçük yerleşim alanları olmaktan çıkardı. Artık her yer biraz kasaba. Sadece fiziksel değil aynı zamanda zihinsel ölçekle ilgili bir değişim bu.
Keegan, “Mavi Tarlardan Yürü” ile bize özgü sandığımız kasabaya İrlanda'dan, okunmayı hak eden bir halka daha ekliyor.