Maksat Osmanlı'yı kurtarmak değildi

Kurtuluş Savaşı’nın ilk bakışta görülen esası budur: Yenik imparatorluğun topraklarına doluşan işgal ordularına karşı mücadele. İşgal edilen, onuru kırılan imparatorluğun yeniden ayağa kaldırılması. Savaşın liderliğini yürüten çekirdeğin ufkuysa bu değildir. Hedef işgale son verilen topraklarda Cumhuriyet’tir.

Haber Merkezi

Mustafa Kemal’in Karadeniz Bölgesi'ndeki çete faaliyetlerini engelleme göreviyle Samsun’a ayak bastığı 19 Mayıs 1919 günü, Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcı olarak sonradan edindiği sembolik önemle hep tartışma konusu oldu. Bir yandan Türkiye’nin geç burjuva devriminin kritik bir evresine denk düşen 1919-1923 uğrağının sınıfsal bağlamından koparılarak salt bir bağımsızlık mücadelesine ve askerî dehanın öne çıktığı bir kahramanlık destanına indirgenmesine vesile oldu 19 Mayıs. Diğer yandansa Mustafa Kemal’in Nutuk’ta Kurtuluş Savaşı’nı kendisinin Anadolu’ya geçişiyle başlatmasının, halihazırda Anadolu’da şekillenmekte olan direnişi önemsizleştirdiği ileri sürüldü.

Liberallere göre Mustafa Kemal ve beraberindeki birkaç Osmanlı paşası, her zamanki gibi İstanbul’dan gelip Anadolu’daki hareketlenmenin başına geçmiş, devleti kurtarmaya soyunmuşlardı. İslamcılarsa, Mustafa Kemal’i kendi adına Kurtuluş Savaşı’nı başlatması için gizli görevle Anadolu’ya yollayanın bizzat Sultan Halife Vahideddin olduğunu söylemekten hiç vazgeçmediler. Dertleri bazen Mustafa Kemal’in tarihsel rolünü önemsizleştirmek, bazense meşruiyetini kaybetmiş Osmanlı’ya ve hain sıfatını kazanmış Vahideddin’e itibarını iade etmekti.

Mustafa Kemal’in attığı tarihsel adımın üzerinden 101 yıl geçti, ama bu adımın arkasında yatan saiklere, 19 Mayıs’ın ardından şekillenen yeni mücadeleye ve bu mücadelenin içinde billurlaşarak ortaya çıkan Cumhuriyet fikrine ilişkin tartışma hâlâ sürüyor. Kuşkusuz açık olan bir nokta var. Kurtuluş Savaşı büyük fedakarlıklarla sürdürülen askerî bir mücadeleydi ve eğer bu mücadele sahada kaybedilseydi, sadece ülke bağımsızlığını yitirmekle kalmaz, Türkiye burjuva devriminin temsil ettiği siyasal, toplumsal ve kültürel dönüşüm de kadük kalırdı. Emperyalistlerin Anadolu’daki zaferi, aynı zamanda Osmanlı gericiliğinin de zaferi anlamına gelirdi. Ancak bu askerî mücadelenin kazanılmasını sağlayan da başta Mustafa Kemal olmak üzere Kurtuluş Savaşı’nın lider kadroların askerî becerileri kadar, 1911 yılından beri aralıksız bir şekilde savaşan yorgun Anadolu halkının bir kez daha silaha sarılmasını mümkün kılan siyasi seferberlik oldu.

Mustafa Kemal Nutuk'ta neyi itiraf ediyor? 

Mustafa Kemal Nutuk’ta, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasının ardından hükümet teşkili hakkında bir teklifte bulunduğu zaman, hissiyatı ve anlayışları göz önünde bulundurmak zorunluluğu olduğunu, bu zorunluluğa tabi olmakla beraber, maksadı saklı bulunduran teklifini bir önerge halinde sunduğunu söyleyecekti. Kısa bir tartışmanın ardından bazı itirazlara rağmen kabul edilen teklifte, Meclis'te yoğunlaşan milli iradenin, bilfiil vatanın mukadderatına el koyduğunun kabul edilmesinin temel ilke olduğu belirtiliyordu. Üstünde hiçbir kuvvet mevcut olmayan Türkiye Büyük Millet Meclisi kanun yapma ve icra salahiyetlerini kendinde toplamıştı. Baskı ve zorlamadan kurtulduğu zaman padişah ve halifenin de Meclis'in düzenleyeceği kanuni esaslar çerçevesinde vaziyetini alacağı not edilen teklif için Mustafa Kemal Nutuk’ta şöyle diyordu: ‘‘Efendiler, bu esaslara dayalı olan bir hükümetin mahiyeti kolaylıkla anlaşılabilir. Böyle bir hükümet, milli hakimiyet esasına dayalı halk hükümetidir; Cumhuriyet'tir.’’

İşgale karşı mücadelenin çatışan hedefleri

1919-1923 devrimi tarihteki pek çok başka devrim gibi, savaşla toplumsal ve siyasal mücadelelerin iç içe geçtiği, birbirini beslediği, ileriye doğru ittiği bir sürecin ürünüydü. Üstelik söz konusu mücadele sadece saltanat makamının korunması için ülkenin işgal edilmesini bile kabullenmiş İstanbul hükümetiyle, Anadolu’da şekillenen yeni iktidar odağı arasında yaşanmadı. Ülkeyi emperyalist işgalden kurtarmak için harekete geçen kadrolar da kurtuluşun ardından kuruluşun nasıl gerçekleşeceğine, yeni siyasal sistemin hangi temeller üzerinde kurulacağına, saltanatın ve hilafetin bu sistemde bir yeri olup olmayacağına dair farklı görüşlere sahiplerdi. Bu farklılıklar savaşın zaferle sonuçlanmasından önce de gerilim ve tartışmalar üretti.

Pek çok Osmanlı subayının, İmparatorluğun ayaklar altına alınan onurunu kurtarmak, ülkenin parçalanmasını önlemek, hatta geleneksel sadakat bağlarıyla bağlı oldukları saltanat ve hilafet makamlarını kurtarmak için Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele’ye katıldığı açıktır. Ancak genellikle görmezden gelinen nokta, Anadolu Hareketi’nin liderliğini üstlenen genç kadronun, uzun bir devrimci birikim süreci içinde şekillenmiş olduğudur. Kurtuluş Savaşı’nda sorumluluk üstlenen önde gelen 25 komutanın yaş ortalaması 38’di ve bu isimlerin hemen tamamı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşunda ve İkinci ve Üçüncü ordularda örgütlenmesinde görev almışlardı. Gençliklerini burjuva devriminin düşünce dünyası içinde geçirmiş, subay olarak ilk görevlerini milliyetçilikle sosyalizm fikirlerinin birlikte boy attığı Makedonya dağlarında yapmışlardı. Bunlardan bir bölümü Mustafa Kemal gibi süreç içerisinde İttihat ve Terakki’nin merkezinden uzaklaşmış olsalar da 1908 sonrasının çalkantılı yıllarını, yükselen karşı devrim tehdidini, 31 Mart vakasını, İttihat ve Terakki’nin 1912’de iktidardan düşürülmesini, Bâbıâli baskınını, Birinci Dünya Savaşı felaketini yaşamışlardı. Aralarında, imparatorluk emperyalist işgal altında can çekişirken, kurtuluşun sadece askerî bir başarıyla değil, topyekûn bir siyasal, toplumsal ve kültürel atılımla gerçekleşebileceğine kanaat getirenlerin olması hiç de tesadüf değildi.

İşgalle sonlanan çöküş Cumhuriyet'in önünü nasıl açtı?

II. Meşrutiyet devriminde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde somutlaşan burjuva devrimciliğinin, bir siyasal alternatif olarak Cumhuriyet fikrini açıkça gündemine almamış olmamasının iki temel neden vardı. Bunlardan ilki, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin çok uzun bir süre boyunca iktidarı eski rejimin kimi unsurlarıyla paylaşmak zorunda kalması, karşı devrimin aldığı darbelere rağmen hiçbir zaman başının ezilememesiydi. Karşı devrimin direnci ve temsil ettikleri toplumsal sınıfların göreli güçsüzlüğü nedeniyle iktidarlarından emin olamayan İttihatçılar, 31 Mart vakası ve Bâbıâli baskını gibi fırsatlar çıktığında bile siyasal rejimin dönüştürülmesini gündeme almadılar. Saltanatın ve hilafetin sorgulanmamasını sağlayan ikinci temel nedense, çok geniş bir coğrafyaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu’nun çok dinli ve çok uluslu yapısıydı. Egemenliğin kaynağı olarak işaret edilebilecek bir milletin yokluğu, saltanatın ve hilafetin geniş toplumsal kesimler için bir sadakat odağı olmayı sürdürmesi anlamına geliyordu.

Mustafa Kemal 19 Mayıs’ta Samsun’a çıktığında, burjuva devrimcilerini Cumhuriyet fikrinden uzakta tutmuş bu iki temel neden, bütünüyle ortadan kalmasa da köklü bir değişim geçirmişti. Karşı devrim ve Vahideddin’in kişiliğinde karşı devrimi temsil eden saltanat makamı artık İmparatorluğun parçalanması anlamına gelen emperyalist işgalle birlikte anılıyordu. Dahası Balkan Savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında İmparatorluk, dinî ve etnik açıdan daha türdeş bir yapıya kavuşmuştu. Bu egemenlik üzerinde hak iddia edecek bir millet fikrinin de gerçeklik kazanmaya başlaması demekti.

Kuşkusuz bu yapısal dönüşümler, Cumhuriyet fikrinin doğrudan bir siyasal programa dönüşmesi anlamına gelmedi. Fakat çalışmalarını Ankara’da hakimiyet-i millîyeyi temsil edecek bir meclisin kurulmasına yoğunlaştırırken Mustafa Kemal’in aklındaki hükümet şekli son derece açıktı.