'Madencilik bütünlüklü planlama gerektirir'

'Her maden arama faaliyeti doğaya zarar verir. Mevcut yaşam konforumuzdan vazgeçemeyeceğimize göre, bunu çevreye verilecek zararı en aza indirerek yapmanın yollarını aramak gerekir'

Haber Merkezi

TKP, salgının ve ekonomik krizin ortaya çıkardığı ve halkın günlük hayatını derinden etkileyen sorunlara karşı bir dizi açıklama yaptı ve kilit sektörlerde devletleştirmelere işaret etti. Eğitim, sağlık, finans, inşaat, bankacılık gibi birçok sektörde devletleştirmeyi, halka ait olanın bedelsiz, koşulsuz, tereddütsüz halka verilmesini talep etmişti.

Bu konuda son açıklama madencilik sektörü üzerine yapıldı. Ülkemizde madenci ölümleri, patlamalar, doğa katliamı ve iş cinayetleri ile anılan bir sektörden söz ediyoruz. Bunun arkasında ise en temelde patronların kârlılığı insan yaşamına tercih etmeleri ve iş güvenliği önlemlerini geçiştirmeleri yatıyor. Türkiye’nin yakın tarihi, yüzlerce madencinin yaşamına mal olan bu tercihlerin sayısız örnekleriyle dolu. 1990’da Yeni Çeltek’te yaşanan ve 68 madencinin hayatını kaybettiği grizu patlaması, 2010 yılında bu kez Zonguldak Karadon’da 30 madencinin yaşamına mal olmuştu. Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Ömer Dinçer ise madencilerin ardından utanmadan “Mutlu öldüler” diyebilmişti.

'Pek çok işçinin hayatı kurtulabilirdi'

Konuyla ilgili Boyun Eğme'nin 247. sayısında İzmir Maden Mühendisleri Odası Başkanı Aykut Akdemir’le bir röportaj yapıldı. Akdemir yakın dönemde yaşanan Soma ve Zonguldak facialarına dair, “Grizu, yani kömür tozu patlamaları maden ocağının yapısıyla ilgili olsa da elbette önlem alınabilir” diyor. Zonguldak ve Soma facialarında madene bağlı bir özgünlük olsa da meselenin buna karşı ne yapılacağı olduğuna dikkat çekiyor:

“Örneğin, Türkiye Kömür İşletmeleri’nin de onayladığı projede yer alan üçüncü çıkış, gerçekte yapılmış olsaydı, Soma’da 301 değil 30 ölüm gerçekleşirdi. Ama bu bir maliyet. Ya da işçilere karbonmonoksit maskesi yerine oksijenli ferdi kurtarıcı (OFK) maske sağlanmış olsaydı, pek çok işçinin hayatı kurtulabilirdi. Dikkate değer olan şu ki, patronlar bu maliyetten mevzuat sayesinde kaçabiliyorlar çünkü kanun 'karbonmonoksit maskesi veya OFK' diyerek bir tercih hakkı sunuyor. Madencilik riskli bir alan, ocağın veya cevherin yapısından hem de çalışma biçiminden kaynaklı bu kazaların yaşanması bir noktada kaçınılmaz. Ama elbette bu ölümlerin önüne geçmeye engel değil.”

'Sahanın nasıl rehabilite edileceğine devlet karar vermeli'

Madenciliğin gündeme geldiği bir diğer başlıksa faaliyetlerin çevreye verdiği zararlar. 1994 yılında Bergama’da Eurogold firmasıyla başlayan yabancı sermayenin altın iştahı, geçtiğimiz yıl Kazdağları’nda Alamosgold’un doğa talanında yeniden kendisini gösterdi. Bu faaliyet, hem bölgedeki orman arazilerinin talanına yol açtı, hem de suyun kirletilmesi, içme suyunun zehirlenmesine neden oldu. Maden arama faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın önlenip önlenemeyeceğine dair ise Aykut Akdemir şunları söylüyor:

“Öncelikle bunun kolay bir yolu yok. Her maden arama faaliyeti doğaya zarar verir. Mevcut yaşam konforumuzdan vazgeçemeyeceğimize göre, bunu çevreye verilecek zararı en aza indirerek yapmanın yollarını aramak gerekir. Ama bu her zaman ağaçlandırma olmak zorunda değil, zemin her zaman ağaçlandırmayı kaldırmaz, bazen göstermelik bir ağaç dikimindense bölgeyi yerleşime açmak daha uygun olabilir. Buna devletin karar vermesi gerek, kaldı ki faaliyet sonlanırken rehabilite işlemleri de tam anlamıyla yapılmıyor. Şirketler, bu işlemleri yapmadıkları her yıl başına devlete ağaçlandırma tazminatı ödüyor.”

Bu noktada akla devlete ödenen bu paraların nereye gittiği sorusu geliyor. Şirket rehabilite etmemiş olsa bile, devlet aldığı tazminatla bunu yapamaz mı? Olması gereken tam da bu, ama gerçekte hiç de böyle olmuyor. Devlet aldığı tazminata bakıyor, olan çevreye oluyor. Yeşile aşık olmakla övünen AKP hükümeti, belli ki kasayı doldurmayı doğayı rehabilite etmekten daha çok önemsiyor. Üstelik, maden sektöründe devletin kasasına giren yalnız bununla da sınırlı değil. Maden ruhsatı ticari bir devir konusu haline gelince, madenler de ülkenin doğal kaynakları olmaktan çıkıp kârlılık aracına dönüşüyor. Devletin bu süreçteki faydasıysa Akdemir’in sözleriyle şöyle:

“Maden ruhsatı alındığı andan itibaren bir ticari faaliyet başlıyor. Üretim yapılan bölgedeki insanlar kendi yaşam alanlarını kaybediyor, ormanlık alanlar zarar görüyor, peki bu işin rantını kim yiyor? Devlet bu işin neresinde? Ruhsat sahibi üretim yaptığında, devlete istihdam yaratma sözü verir, işçilerin sigorta primlerini yatırır, kazancından minimum %20 vergi verir. Ayrıca ocak başı satış bedelinin %4’ünü devlet hakkı olarak devlete vermek durumundadır. Hatta altında %6’ya yakın devlet hakkı ödenir. Yabancı firmalar öncelikle altını devlete satmak zorunda, Türkiye ihtiyacım yok derse bunu yurtdışına çıkarabilir.”

'Hem kaynak israfı hem doğa talanı'

Oysa uygulamada işler hiç de böyle işlemiyor, çoğu zaman devlete çıkarılan altının bir kısmı üzerinden teklif sunuluyor, geri kalan kısmı ise rafineriye gitmeden doğrudan yurtdışına çıkarılıyor. Son yıllarda Kanada ve Hollanda kökenli şirketlerin Türkiye’nin madenlerine ilgisine dair Akdemir şunları söylüyor:

“Türkiye’nin altın faaliyetlerine ilişkin yaptığı ticaret anlaşmalarından biri Hollanda ile. Hollandalı bir şirket, Türkiye’den kazanç elde ettiğinde vergisini iki devletten birine tek seferde ödeme imkanına sahip. Hollandalı bir firma altın çıkardığında örneğin vergisini Türkiye’ye değil de Hollanda’ya ödemeyi tercih edebiliyor. Yine Türkiye’nin maden kaynaklarına ilgili yabancı firmaların ağırlıklı olarak Kanadalı olmalarının altında da benzer bir kolaylık söz konusu: Kanada borsası kayıt altına alınmayan bir borsa. Çok uluslu firmalar bundan faydalanmak için genelde Kanada merkezli şirket kuruyorlar, sonra bunu Hollanda’da kurdukları başka bir şirketle birleştirip, Türkiye’den çıkardıkları altın için iki devlete değil tek bir devlete vergi ödüyorlar.”

Oysa ülkemiz maden anlamında oldukça zengin. Türkiye’nin 78 farklı madene ev sahipliği yaptığını belirten Akdemir, bunların en değerli olanlarını şöyle sıralıyor:

“En bol olan maden bor. Kromsa zenginleştirilmesi kolay olduğu için oldukça değerlidir. Feldspat, dünyanın seramik ve benzer ürünlerin üretiminde en çok kullandığı hammaddedir. Türkiye’nin 5 milyon tona yakın feldspat ihracatı var.” 

Bu noktada, yabancı firmaların Türkiye’de şirket satın alma yoluyla feldspat üretimine de el atmaları işin başka bir yüzü. Türkiye’de feldspatı ucuza üreten yabancı sermaye, satın aldıkları Türk firmalara sağlanan ihracat kolaylıklarıyla da oldukça düşük bir maliyete yurt dışına çıkarıyor. Sonra da yurt dışındaki satış ofislerinden Avrupa’ya çok daha pahalıya satıyor. Yerli firmalar da son yıllarda yurt dışında satış ofisleri kurarak bu cinfikirliliğe ortak oldular.

'Sermaye doymak bilmiyor'

Akdemir, yabancı firmaların maden arama ve işletme ruhsatı almalarının önündeki engellerin kaldırılmasına giden süreci şöyle özetliyor:

“Araziler Türkiye’de üç çeşit: Orman Genel Müdürlüğü arazileri (Toplam arazilerin %70’ten fazlasını oluşturuyor.), devlete ait hazine arazileri ve özel tapulu alanlar. Bu arazilerden herhangi birinde maden faaliyetine girişmek için, proje hazırlanıp devlete sunuluyor. Eskiden Bakanlar Kurulu, şimdi Cumhurbaşkanı’nın vereceği acil kamulaştırma kararıyla, kişiye ya da şirkete arama veya işletme ruhsatı verilebiliyor. İlginç olan şu ki, özel tapu alanı olsa bile, malikin 'satmıyorum' deme hakkı yok. Maden ruhsatını aldıktan sonra da, buradaki haklar Ticaret Kanunu’ndaki yeni düzenlemeye göre, yerli yabancı istenen herkese devredilebilir. Önceden bu yapılamıyordu, AKP ile birlikte geldi. 
Aslına bakarsanız, yabancı sermaye hep iştahlıydı, Türkiye’deki madenlere ilişkin. Ama 24 Ocak Kararlarıyla birlikte girilen süreç, yabancı sermayenin iştahını daha da kabarttı. Zaman içinde kayacın içindeki altını diğer metallerden ayrıştırabilme teknolojisi de geliştirildi. Türkiye’deki altın sahalarının tenörleri (cevherdeki değerli metal oranı) düşüktür. Bu nedenle firmalar, hem teknolojileri üretim yapmaya yetmediğinden, hem mevzuattaki sıkıntılardan dolayı, altın üretmek için Türkiye’yi tercih etmiyordu. Türkiye’de 90’lı yıllara kadar altın üretimi yoktu, Kütahya Eti Gümüş’te gümüş üretimi vardı. 90’lı yıllarda Eurogold ile başlayan süreçte bugün 14-15 altın işletmesi var. Tüm bunlar yabancı sermaye için birer cazibe kaynağı.” 

'Kamucu mühendisler madenleri ülkenin değerli kaynağı olarak görür'

Son olarak maden kaynaklarının ülke için vazgeçilemez değerde olduğunu vurgulayan Akdemir madencilik sektöründeki öncelikler ve ilkelere dair de şunları söylüyor: 

“Madenlerin metal değeri, sermayedarlar için Londra metal borsasında belirlenir; savaş çanları çalmaya başladığında buradaki metal fiyatları yükselir. Ama ister savaş sanayii ister savunma sanayii densin, silah üretimi için her zaman madene ihtiyaç var. Kamucu anlayışla yetişmiş maden mühendisleri içinse madenlerin değeri yenilenemez olmalarından gelir. Madenler, ülkenin tükenebilir kaynaklarıdır ve hepsi değerlidir. Enerjiyi yeniden üretmenin yollarını bulabilirsiniz, ama yeraltı kaynaklarında bunun yolu yok. Altını, bakırı, dışarıya satmak için değil; sanayide kullanmamız lazım. Yani madenlerin gelişimiyle ülke sanayisinin gelişimi başa baş gitmeli.
Oysa ister yabancı olsun ister yerli, özellikle stratejik madenlerin asla özel şirketlere devredilmemesi gerekiyor. Örneğin, Zonguldak TKİ hiçbir biçimde özel sektöre devredilmemeli, çünkü taş kömürü stratejik. Dünyanın %73-78 bor rezervi Türkiye’de, bor madenleri özel sektör tarafından çalıştırılmamalı. Şu an yalnızca Eti Maden çalışıyor. Devletin bu madenleri özel şirkete devretmek yerine, ülkenin sanayisine hammadde kaynağı sağlamak üzere kurgulaması gerekir. 
Madencilik alanı farklı disiplinlerin bir arada olduğu bir alan, jeoloji, inşaat, çevre… Tüm bunların bütünlüklü olarak planlanması, en başta da devletin iş sağlığı ve güvenliği denetimlerini gerçek biçimde denetlemesi gerek.”