Leylâ Erbil: Gorgolaşmayanların Yazarı

Yedi yıl oluyor Leylâ Erbil aramızdan ayrılalı. Gezi Direnişi’ni hasta yatağında selamlamış ve özellikle kadınların direnişteki öncü rolü onu mutlu etmişti.

Kaya Tokmakçıoğlu

Yedi yıl oluyor Leylâ Erbil aramızdan ayrılalı. Gezi Direnişi’ni hasta yatağında selamlamış ve özellikle kadınların direnişteki öncü rolü onu mutlu etmişti. Ömrü vefa etseydi bu “özgürkalmışbeyinler örgütü”nün “gorgolaşmamış” üyelerinin “vaka-i vesvese”, manyak-ı cinnet-i inhitatiye” ve “ikame-i ya rab”dan mustarip faşist bir iktidara boyun eğmeyişlerini muhakkak kaleme alırdı. Gorgoların iktidarına çok öfkeliydi ve uzun zamandır peşini bırakmayan o sinsi hastalıktan çok iyiden, güzelden ve doğrudan yana olanların karanlığı dağıtamaması sağlığını etkilemişti. Tıpkı 2010’da aramızdan ayrılan Füsun Akatlı’nın ardından onu öldürenin toplumsal kanser olduğunu ifade edişinde olduğu gibi. Haksızlık ve adaletsizliklere sessiz kalmazdı Leylâ Hanım. Örneğin, on yıllardır işçi sınıfına kapalı olan Taksim Meydanı’na çıkılmasının arifesinde liberaller tarafından faşist yaftası yemiş olmasının sonucu olarak gözünü kırpmadan “1 Mayıs 2009 Yazarlar Komitesi” başkanlığından çekilmişti, üstelik emekçilere bu süreçte omuz vermenin sorumluluğundan kaçınılmaması gerektiğini ifade etmesine karşın. Siyasal bilincini her daim keskin tutmuş bir yazardan, toplumsal duyarlığıyla sanatçının örgütlü olarak davranması gerektiğini her daim aklında tutmuş bir yazardan bahsediyoruz Leylâ Erbil’i andığımız zaman. TİP’in Kültür ve Sanat Bürosu’ndaki sorumluluklarından Türkiye Yazarlar Birliği ve TYS’nin kuruluşlarında oynadığı role kadar pek çok alanda bunu kanıtlamış bir yazardı. Toplumsal sorunlara müdahil olduğu ölçüde okurunu da sürekli dönüştürmeye ve değiştirmeye çalışırdı Erbil. Varoluşçu felsefenin ve bununla harmanlanmış gerçeküstücü bir anlatım biçiminin egemen olduğu ilk dönem öykülerinden 2000’li yıllarda kaleme aldığı anlatılara kadar okurlarını diri ve uyanık tutmayı başardı.

TİP’in kuruluşuyla birlikte yükselişe geçen ve kitleleri örgütlemeye başlayan Türkiye soluyla eşanlı olarak kadınların toplumsal yaşamdaki geleneksel rolleri daha çok sorgulanıp özgürlük arayışları daha çok dile getirilirken bu sürecin edebiyatımızdaki temsilleri de yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Leylâ Erbil 1961’de yayımladığı Hallaç ile edebiyatımızdaki özgün konumunu bir “kadın yazar” olarak sağlamlaştırdı. Tuhaf Bir Kadın’daki Nermin’i, Karanlığın Günü’ndeki Nesli, Asiye ve İkbal’i, Mektup Aşkları’ndaki Jale, Ferhunde ve Sacide’yi, Cüce’deki Zenîme’yi, Kalan’daki Lâhzen’i ve Tuhaf Bir Erkek’teki Sevda’yı düşünelim. Tümü kadınların toplumdaki geleneksel rollerini içselleştirmiş kadınlar ve bunu yeniden üreten erkekler tarafından “öteki” olarak görülmekle kalmıyor, Türkiye toplumunun yerleşik ahlak değerlerine de uyum sağlamıyorlardı. Edebî üretimlerde kadına biçilen en önemli rolün erkeğin kadına âşık olması olarak ele alınmasından tutalım, kemikleşmiş değer yargıları, evlilik, cinsellik ve aile gibi dokunulmaz addedilen başlıklara kadar pek çok noktada eleştiri oklarını saplamıştı Leylâ Hanım. Burjuva ahlakını ve özellikle kadınların yaşadığımız düzendeki yabancılaşmalarını kapitalizmin nesnel gerçekliğine dayandırarak anlatmayı hedeflemişti.

Maraton koşucusu

50’li yıllardan beri öyküler kaleme alan Erbil, edebiyata adım atmasına vesile olan Sait Faik’e ithaf ettiği Hallaç’ı Salim Şengil’in sahibi olduğu Dost Yayınları’ndan 1961 yılında yayımlatır. Gecede 1968’i bekleyecektir. Metin Eloğlu ve Nurer Uğurlu’nun destekleri ve kendi olanaklarıyla yayımlattığı kitabı ilk ve son defa bir ödüle yollayacak olan Erbil, 1969’da Bulgaristan Yazarlar Birliği’nin davetiyle Sofya’da ağırlanıp Bulgar yazarlarla tanışır. Tuhaf Bir Kadın 1971’de tam da Türkiye işçi sınıfının kendisini tarih sahnesinde apaçık belli ettiği bir momentte yayımlanır. Aziz Nesin, Turgut Uyar, Bekir Yıldız, Adalet Ağaoğlu, Adnan Özyalçıner, Nihat Behram ve sendikanın ilk başkanı Yaşar Kemal gibi yazarlarla “özgürlük, barış, dayanışma ve kültürel gelişim”e odaklanan ve 1974’te kurulan TYS’nin kurucu üyeleri arasında yer alırken tüm yazın emekçilerini örgütlü bir biçimde davranmaya davet eder. Eski Sevgili 1977’de, Alzheimer’e yakalanıp huzurevinde ölen annesini merkeze aldığı Karanlığın Günü 1985’te yayımlanır. Davetli olarak gittiği Sovyetler Birliği’nde Moskova ve Leningrad’la birlikte Litvanya’yı da gezme olanağını 1986 yılının haziran ayında bulan Leylâ Erbil, Novodeviçi Mezarlığı’nda Nâzım’ı ziyareti sonrasında “Orada seçkin bir yeri var Nâzım’ın; Çehov’la, Gogol’le, tüm Sovyet devrim büyükleriyle komşu yatıyor,” diye düşünür. “Karanlığın günü”nün sürdüğü darbe sonrası yıllarda gerçek aşkların sadece mektuplarda olabileceğini ima edercesine Mektup Aşkları’nı yayımlar 1988 yılında. Ölümünden bir süre önce Ahmed Arif’in kendisine yazdığı mektupları yayımlatacağının sinyallerini veren Leylâ Erbil açısından mektup bir edebî tür olarak çok önemlidir. Ahmed Arif’in çoğunluğu 1954-1957 yılları arasında yazdığı 60’tan fazla mektup Erbil’in ölümünden hemen sonra yayımlanacakken, Arif’in Erbil’e beslediği aşk, Demokrat Parti iktidarının solcu bir şaire lâyık gördüğü işkenceler ve siyasal baskı hem Erbil’in hem Arif’in dönemin edebiyat çevreleri hakkındaki düşünceleriyle kendi edebiyat yolculukları kitapta gözler önüne serilir. Leylâ Erbil’in karşılıksız bırakmamış olabileceği mektuplar kitapta yer almaz ama Erbil yaşadıkları ilişkiyi Tuhaf Bir Kadın’daki Halit karakteriyle ölümsüzleştirirken Ahmed Arif’e olan saygısını da ifade etmiş olur. Mektuplardan oluşan bir başka kitap 1986’da kaybettiği can dostu Tezer Özlü’yle olan mektuplaşmalarını içerir ve 1995’te basılır. Dergilerde yayımlanmış yazıları, denemeleri ve kendisiyle yapılmış söyleşileri içeren Zihin Kuşları 1998’de yayımlandığında gündemde olan “ölüm oruçları”yla aktif olarak ilgilenmektedir. Siyasal iktidarın imha edici politikalarına karşı Yaşar Kemal ve Zülfü Livaneli’nin öncülüğünde yaklaşık yüz şair ve yazarın oluşturmaya çalıştığı kamuoyunun örgütleyicileri içinde Leylâ Erbil de vardır. Benzer bir tepkiyi 2008’de ardı ardına tersanelerde işlenen işçi cinayetlerinde verecek, Limter-İş’in hak grevine yüz elli üç sanatçı ve yazarla toplu olarak katılacaktır. 2001’de ele avuca sığmaz Cüce’yi, 2005’te Maraş Katliamı’nı hatırlatacağı Üç Başlı Ejderha’yı yayımlar. Artık tedavisi olmayan, ölümüne kadar onu ara ara yoklayacak olan “Langerhans hücreli histiositoz” hastasıdır. 2008’de konuk ülke olarak Türkiye’nin davet edildiği Frankfurt Kitap Fuarı’nda yer almayı söz konusu etkinliğin hükümetin ve Kültür Bakanlığı’nın denetimi altında yapıldığı gerekçesiyle reddeder. Toplumsal belleğimizi tazeleyeceği Kalan 2011’de, Tuhaf Bir Kadın’la “yarım bıraktığı” anlatıyı tamamladığı Tuhaf Bir Erkek ölümünden üç ay önce 2013 yılında yayımlanır.

Kadın sorunu ve toplumsal bellek

Leylâ Erbil’in kaleme aldığı tüm metinlerde kadın sorunu birkaç başlıkta karşımıza çıkar. Özellikle öyküleri Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte kadına dair değer yargılarındaki değişim, kadınlığın dinsel ve ahlaki açılardan sorgulanması, aydın kadınların sınıfsal konumları, kapitalist toplumsal formasyonda kadın-erkek eşitsizliği ve kadının cinsel özgürlüğüyle ona uygulanan şiddet gibi pek çok temayı barındırır. Geleneksel değer yargılarını içselleştirip erkek egemenliğine boyun eğen kadın karakterlerini eleştiren Erbil, yazar olan kadın karakterleri aracılığıyla kadın sorununa entelektüel bir bakış açısı getirir. Burjuva ideolojisinin kuşatması altında yabancılaşan bireyleri ve burjuva ahlakının değer yargılarını ironik bir söylemle tiye alırken, cinsellik, aile ve evlilik gibi söz konusu ahlakın tabulaşmış konularını eleştirir. Kadının kendisinde ve toplum karşısında yaşadığı yabancılaşmayı günümüz kapitalizminin dinamiklerine dayandırmasıyla edebiyatımızda kadın sorununa dair yazanlardan belirgin bir biçimde ayrışır.
Erbil toplumun belleksizleştirilmesine öfkelidir. Siyasal tarihimizin pek çok olayı, Erbil karakterlerinin iç dünyalarında özgün bir biçimde yankılanır. Düzenin yarattığı toplumsal mutabakatın eleştirisi, belleksiz bir toplumda unutulanları ve görünenin ardında yatanları okura gösterir. Kapitalizmde tüm toplumsal yaşamın yalanlar üzerine kurulu olduğunu ve aydınların bu düzene karşı mücadelede sorumluluk alması gerektiklerini dile getirirken, kapitalizmin yarattığı onlarca eşitsizlik arasından patriarkal tahakküme dikkat çeker. “İnsan kendinden de toplumdan da dünyadan da kaçmadan sorumluluk yüklenmelidir, toplumun anadeğerlerine sahip çıkmalıdır,” derken gerçeklerle yüzleşmenin önemini, insanın kaderinin kendi ellerinde olduğunu vurgular. Toplumsal bellek bir ağıt malzemesi değildir Erbil’de. 1 Mayıs 1977’den Sivas Katliamı’na, 6-7 Eylül’den Dersim Katliamı’na kadar yaşananlarda toplumsal gerçekliği su yüzeyine çıkararak okurun belleğini diri tutar. Bunu yaparken pek çok tekniği işlevsel olacak bir biçimde bir arada kullanmaya özen gösterir. Örneğin, Kalan’ın başkarakteri Lâhzen’in bilinçdışı söylemi toplumsal gerçekliğin ortaya konmasında oldukça işlevseldir. Çocukluk aşklarını hatırlayan, özgür bir kadın olarak eyleyemeyen, Sabit ile sevgilisi Zeyyat arasında sıkışmış Lâhzen’in yaşamı, toplumsal mücadeleler ve siyasal yıkımlar bağlamında ele alınır. Lâhzen’in kendi gerçekliği İstanbul’un yok olmaya yüz tutmuş kentsel imgesi ve şehrin yok olan Ermenileri, Rumları ve Yahudileriyle örtüşür. Öte yandan, Cüce’nin başkarakteri Zenîme Hanım yakın tarihli toplumsal felâketleri yüzleşilmesi gereken birer mücadele başlığı olarak ele alır. Tıpkı Üç Başlı Ejderha’da “hatırlanan” Maraş Katliamı gibi Sivas da Zenîme Hanım’ın şu sözleriyle “hatırlatılır”:

“Yıldırım soluk soluğa geldi, aneey! aneey! seslendi, bak televizyona, senin arkadaşını yakıyorlar! ne diyorsun sen?! hani bir abi vardı ya bir gün buraya gelmişti bana sigara aldırdıydı köyden, onu da gördüm! Kim, kimi yakıyor? Dedeler aneyy, sakallı dedeler, ağabeyler benzin döktüler, kibrit çaktılar!.. televizyona koştum!.. Çoğu Alevi, Sünniler de var aralarında yanıyorlar, yanıyorlardı ve biz seyrediyorduk. Dinciler sevinçten ‘glu glu dansı’ yapıyorlardı Madımak Oteli’nin önünde. Telefona koştum, İsmet Paşa’nın oğlunu aradım. Babası babamı bilirdi, kurtarırsa bir tek o kurtarırdı çocukları.. Çıkmadı, bulamadım. Yer yarılmış, yerin dibine girmişti sanki soytarı; bunlar hayati anlarda hep kaparlar telefonlarını.. Sonra ben de televizyonu kapadım, lânet ettim kendime, Amerikalarda onca yıl, ‘islâmda hümanizma’ anlatmıştım!.. Televizyonu kapadım günlerce açmadım.”

Sonuç

Özellikle son yapıtlarında “gorgo’larla boğuşarak yaşamaya çabalayan insancıkları” dert edindi Leylâ Erbil. Yapıtlarıyla bizlere enseyi asla karartmamayı, dayanışma ve umudu diri tutmayı, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal değişime katkıda bulunabilecek entelektüel sorumluluğu almayı miras bıraktı. Cumhuriyet’le özdeşleşen, memleketi artı ve eksileriyle sahiplenebilen bir aydın olarak her daim yaşamı savundu ve son ânına kadar direndi. Özellikle orta sınıfların bakmadığı, görmediği, düşünmediği, kendilerini sorumluluk duygusundan azade hissettikleri ve konformizme düştükleri bir düzende değiştirip dönüştürmeyi, sorgulamayı ve düşünmeyi öne koyan bir kadın olarak belleklere yerleşti. Hallaç’tan Tuhaf Bir Erkek’e kadar yaptığı yazınsal yolculukla okurlarına kapitalizmin daha da çetrefil bir sorun haline getirdiği erkek egemenliğini deşifre etti. Emekçi sınıflara karşı sorumlulukla hareket eden aydın tavrını yaşamının son yıllarında Taksim Meydanı’na çıkarken dahi gösterdi. Memleketin toplumsal tarihinde bir aydın ve yazar olarak bıraktığı izle anılacak Leylâ Erbil. Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu, Fürûzan gibi yazarlarla birlikte edebiyatımızda kadın sorununu ele alışındaki ayrıksı, anaakıma dahil olmayan konumu ile edebî çıtayı yükseklere çekişiyle hatırlanacak. Ve elli küsur yıllık maratonu özveriyle, popülizme düşmeden, hiçbir kuruma yaranmaya çalışmadan, soluksuz bir biçimde koşuşuyla unutulmayacak.