Laiklik ilkesinin kabulünün 84. yılı: 'Her zamankinden çok ihtiyacımız var'

84 yıl önce bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına giren ve artık sadece kağıt üstünde kalan 'laiklik' ilkesini Dayanışma Meclisi üyeleri yorumladı.

Aslı İnanmışık

Bugün "laiklik" ilkesinin devleti tanımlayan temel niteliklerden biri olarak Anayasa'ya girişinin 84. yıldönümü.

Osmanlı'nın yıkılmasının ardından verilen Kurtuluş Savaşı'yla kurulan Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal önderliğinde yönetim biçimi olarak cumhuriyeti seçerek saltanata son vermiş ve hemen ardından da halifeliği tarihin tozlu sayfalarına havale etmişti.

Öte yandan pusulasının kapitalist dünyaya döndürülmesinin ardından laikliğin kağıt üstünde kalmasına gidecek sürecin de önünü açıldı. Laikliğin yok edilmesinin tek nedeni AKP iktidarı değil. AKP, zaten on yıllardır sağ, muhafazakar ve gerici iktidarlar eliyle aşındırılan laikliğe son darbeyi vurdu ve ortadan kaldırdı. Sorunun kökü daha eskilere dayanıyor.

Gerici dayatmalar hayatın her alanında

Laikliğin anayasaya girmesinden yaklaşık 10 yıl sonra meydana gelen ve birbiriyle bağlantılı bir dizi iç ve dış siyasal gelişme, laiklik için sonun başlangıcı oldu. Demokrat Parti'nin iktidara gelişi ve gerici uygulamaların yaygınlaşmaya başlaması, Türkiye'nin NATO'ya katılarak emperyalizmin güdümüne girmesi, Adalet Partisi dönemi, siyasal islamcılığın MNP ve MSP çatılarında örgütlenmesi, 12 Mart, Milliyetçi Cephe hükümetleri, Fethullah Gülen cemaati ve başka pek çok tarikatın devlet eliyle palazlandırılması, Nakşibendiliğin devlet katına yerleştirilmesi, 12 Eylül, Evren, Özal, Demirel, Çiller, Erbakan hükümetleri ve AKP iktidarı...

Ve tüm bu uzun sürece patron sınıfının, sermaye örgütlerinin bilinçli ve istikrarlı desteği... 

Bugün anayasasında laikliğin yer aldığı Türkiye'de medreseler her yana yayılırken, bazı bölgelerde şeriat mahkemeleri kurulduğu haberleri basına yansıyor. 

Gerici dayatmalar sadece okullarda çocukları değil, hayatın her alanında yurttaşları kuşatırken, gerici saldırının en büyük hedeflerinden biri de kadınlar oluyor.

Kendi alanında üretken ve saygın bir grup bilim insanı, sanatçı, yazar, gazeteci, sendikacı-işçi önderi, kooperatifçi ve hukukçunun bir araya gelerek oluşturduğu Dayanışma Meclisi (DM) de, gündemdeki 'reform' ve 'din sömürüsü' tartışmalarına ilişkin dün bir açıklama yaptı. 

Açıklamada "Emek sömürüsüne karşı mücadele din sömürüsüne ve gericiliğe karşı mücadeleden, din sömürüsüne ve gericiliğe karşı mücadele de emek sömürüsüne karşı mücadeleden ayrıştırılamaz" denildi.

Laiklik bu kadar darbe almışken gelinen durumu Dayanışma Meclisi üyelerine sorduk. İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi, yazar Fatih Yaşlı, yazar Serpil Güvenç ve gazeteci, yazar Orhan Gökdemir yanıtladı.

Serpil Güvenç, Fatih Yaşlı ve Orhan Gökdemir'den laiklik değerlendirmesi

Laiklik bu kadar darbe almışken gelinen durumu Dayanışma Meclisi üyelerine sorduk. İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyesi, yazar Fatih Yaşlı, yazar Serpil Güvenç ve gazeteci, yazar Orhan Gökdemir yanıtladı.

'Laik devletin dini olmaz'

Anayasa'ya girişinin 84. yılında laikliğin geldiği durum için ne dersiniz? Son yaşanan 'Kabe' tartışmaları ve Diyanet'in Boğaziçi hutbesini nasıl yorumluyorsunuz?

Orhan Gökdemir: Laiklik, Cumhuriyetin ilk günlerinin ürünü değil. Yeni düzenin oturması, Osmanlı'dan bakiye dinsellikten kurtulması zaman aldı. Haliyle Anayasa’da laikliğin formülasyonu 1928 ve 1930’lu yıllardaki değişikliklerle mümkün oldu. Bunun en önemli kısmı “devletin dini” ibaresinin Anayasadan çıkarılmışıdır. Laik devletin dini olmaz. Devletin dini olursa bütün yurttaşların o dine biat etmesi gerekir.

Bugünlerde bu sancıyı derin bir biçimde yaşıyoruz. Anayasa askıda. Devlet bundan yararlanarak bir dini olduğunu beyan etti. Hatta artık devletin mezhebi de var. Pek çok işinde bunu belli ediyor, açığa vuruyor, ilan ediyor. Diyanet’in sürekli tahkim edilmesi ve bir tür Şeyhülislamlığa dönüştürülmeye çalışılması da bununla ilgili. Hem tahkim ediyorlar hem de yürütme aygıtının eylemli bir parçası haline getirmeye çalışıyorlar. Diyanet bir süredir Uhrevi işlerden çok Dünyevi işlerle uğraşıyor. Toplumu dizayn etmeye çalışıyor, gündelik işler hakkında şunu yapın bunu yapmayın fetvaları çıkarıyor. 

'Kışkırtmanın başı da Diyanettir'

Boğaziçi hutbesi bu kalemden. Gençler manevi değerlere uygun yetiştirilmeliymiş. Ne olabilir ki o manevi değer? Devletin fiili dini, mezhebi kastedilen. O mezhebe uymayanlar terörist, devlete tehdit. Laik devletin dönüştürüldüğü hal budur. Bu hal ülke ve toplum için çok tehlikeli bir haldir. Bölücüdür, iç çatışmaları kışkırtmaya meyillidir. Haliyle bu kışkırtmanın başı da Diyanettir. Üslubuna bakın, sistematik şekilde yurttaşların bir kısmını dışlamakta, ötekileştirmektedir.

Kabe tartışmasına gelince, birincisi Kabe fotoğrafı veya resmi kutsal değildir. Her yere serilebilir veya serilmeyebilir. Pasta yapıp kestiler yakın zamanda. Üsküdar meydanına maketini kurdular. Kabe manzaralı seccadeler var, beş vakit yere seriliyor. Ceza yasamızda “Kabe fotoğrafını yere sermek” diye bur suç yoktur. Kabe’nin bir kutsallığı olsa kenarına lüks oteller dikilememesi lazım. Suudiler sürekli yıkıp yeniden yapıyor. Civardaki otellerden bakın Kabe ayaklar altında. Kabe’yi ayaklar altına alanlar sahipleridir.

Kaldı ki tarihte, hem de defalarca, Müslümanlarca saldırıya uğramış, yakılıp yıkılmıştır. Karataş alınıp götürülmüş, kırılmış, parçalanmıştır. Bugünkü hali o saldırılardan geriye kalanlardan ibarettir.

'Laiklik olmazsa barış da olmaz'

Laik devlette bu tür gülünç kutsallar olmaz, olamaz. Sergiyi düzenleyen o öğrencilerin burada zaten bir hakaret ve aşağılama kastı da yoktur. Bir fotoğraftan yola çıkarak çoğunluğun inancı ile hassasiyet yaratmaya çalıştılar. O yasa dışı hassasiyete dayanarak öğrencileri tutukladılar. Büyük provokasyondur. 

Anayasa’da laiklik hâlâ duruyor ama Anayasa askıda. Belli ki laikliğin tamamen silindiği bir anayasaya ihtiyaçları var. Tartışmayla açtılar. Öğrencilerin kafasına inen cop ise bu yeni belgeye gelecek olası itirazları engellemek için. 
Bilmedikleri şey ise bu ülkenin laiklik olmadan yönetilemeyeceği. Ekmek gibi, su gibidir laiklik. Olmazsa barış da olmaz. Bu kadar açıktır.

'Yönetici kadrolar kapitalist modelden yana bir siyasal tercihte bulundu'

Serpil Güvenç: Sorunuzu yanıtlayabilmek için Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş yılları ve sonrasına kısaca bakmakta yarar var. Kemalist iktidar 1920'lerden 1940'lara dek, özellikle kuruluşun ilk yıllarında köklü bir aydınlanma girişimine imza attı. 3 Mart 1924 tarihi önemlidir çünkü TBMM'ye verilen üç önerge ile Hilafet kaldırılmış, Eğitimin Birliği Yasası gelmiş, Şeriye ve Evkaf Vekaleti lağvedilmiştir.  

Eğitimde medreselerin, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve eğitimin Milli Eğitim Bakanlığına (MEB) devri, eğitimde bilim ve aklın esas alıdığı programlara yönelinmesi, bu bağlamda din dersinin ilk ve orta seviyede zorunlu olmaktan çıkarılması, karma eğitim, çarşaf ve peçeyi zorunlu olmaktan çıkaran kılık kıyafet yasası, Kuran'a dayalı hükümlerle toplum yaşantısının yönetimi demek olan Mecelle'den Medeni Yasa'ya geçiş, 1 Mayıs 1924'de şeriat mahkemelerinin kaldırılması ve daha sayamadığımız değişiklikler ile laik anlayışın önü açılmış oldu.  

Ne var ki, özellikle 2. Dünya Savaşı'ndan itibaren yönetici kadrolar, sınıfsal konumları nedeniyle, kapitalist modelden yana bir siyasal tercihte bulundular. Toprak ağalığı daima bir siyasal iktidar ortağı olarak varlığını sürdürdü; dolayısıyla bir toprak reformu yapılamadı. Böylece her alanda gericiliğin siyasal yaşamdaki ağırlığı yeniden yaşanmaya başladı. Anayasa'ya ancak 1937'de girebilen laiklik geriledikçe geriledi. Kapitalist tercih, NATO üyesi olan ülkemizi emperyalizmin her yönden egemenliğine sokmakla kalmadı; emperyalizmin gerici unsurlarla ittifakı da içerdeki gericiliği perçinledi.   

'AKP bir neden değil bir sonuçtur'

1949'dan itibaren MEB’ye bağlı İlahiyat fakültesi'nin, 1951'de dört yıllık imam hatiplerin, 1959'da Yüksek İslam Enstitüleri'nin açılmasına, 1940'larda kurulan Köy Enstitüleri'nin çok partili düzenle birlikte 1954'de tamamen kapatılmasına, 1956'da ve 1967'de orta ve lise eğitiminde din dersinin seçmeli olarak gelmesine tanık olduk.    

12 Mart ve özellikle 12 Eylül askeri darbeleri, yasal ve anayasal değişikliklerle dinsel gericiliğe kapıları sonuna dek açtılar.    

Bu koşullarda dinci bir sermaye iktidarı olan AKP bir neden değil bence bir sonuçtur.    

Diğer gerici iktidarların ektikleri tohumların mevyesi olan bu siyasal iktidar laiklik ve aydınlanmadan kalan kırıntılara da son noktayı koymaktadır. Laiklik karşıtı uygulama ve düzenlemeler artık günlük yaşamımızın bir parçası haline gelmiştir.     

Diyanet İşleri Başkanlığı'na (DİB) gelince.    

DİB'nin kuruluş amacı, genelde din hizmetlerinin devlet denetiminde yerine getirilmesiydi.     

Gelinen nokta, 6-7 bakanlık bütçesine eşdeğer bir mali olanakla donanmış olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 1934'de kaldırılmış olan Şeriye ve Evkaf Vekaleti gibi çalıştığını, elinde kılıçla cami kürsüsüne çıkan, kendisini eleştiren Baroları dava edebilen başkanın neredeyse ülkenin tüm sorunlarında söz sahibi olduğu, verdiği hutbelerle siyasi iktidarın borazanlığını yaptığı günlerdir.     

DİB, sadece eşcinselliği, içkiyi lanetleyip Afrin Operasyonu sırasında cihat övgüsü yapmakla kalmamakta; işçi ve emekçilere maddi, manevi sıkıntılarında "alın yazısı"na inanmalarını, acılarını isyana dönüştürmemelerini öğütlemektedir!     

Bu söylem, laiklik ile emekçi sınıfların çıkarlarının birleştiği yeri işaret etmektedir.    

'Din sömürüsüne karşı mücadele, emek sömürüsüne karşı mücadeleden ayrılamaz'

Asgari ücretin bile uygulanmadığı, çalışan kesimlerin toplumsal değerden aldıkları payın çok azaldığı, emeğin direnişinin şiddetle engellendiği günümüzde, sosyalist sol, Dayanışma Meclisi bildirisinde de belirtildiği üzere, laikliğin her zaman olduğu gibi, bugün de "en çok emekçiye, en çok yoksula, en çok işçiye" gerekli olduğunu, çalışıp üretenlerin, emekleriyle bu dünyanın tüm değerlerini var edenlerin hak arama mücadelelerinde sermaye sınıfınca desteklenen gericiliğin, kaderciliğin onların en büyük düşman olduğunu, bu düzeni değiştirme iradelerine "yoğun bir dini kadercilikle" engel olunmaya çalışıldığını ve böylelikle emeklerinin gasp edildiğini hiç durmaksızın anlatmak zorundadır. Bu nedenle "din sömürüsüne ve gericiliğe karşı mücadele"nin emek sömürüsüne karşı mücadeleden ayrılamayacağını usanmadan tekrarlamak zorundadır.    

Düzen değişikliği mücadelemiz, "Eşitlik ve özgürlüğün yolu" gerçekten de "aydınlanma ve laiklikten" geçmektedir.

'İktidar konuyu en iyi bildiği yere, din istismarına çekiyor'

Fatih Yaşlı: Bugün Türkiye'de kavramların bildik anlamıyla, anayasadan, anayasal düzenden ve anayasal yargıdan söz etmek mümkün değil. Anayasa da kanunlar da iktidarın kendi bekası adına eğip büktüğü, tamamıyla keyfi bir şekilde kullandığı metinlere dönüşmüş durumda. Dolayısıyla anayasada laiklik yazmasının her şeyden önce bu nedenle bir anlamı bulunmuyor.

İkincisi, AKP rejim inşa eden bir parti ve o inşa, rejime bir ad konulamıyorsa da, çok net bir şekilde dinsel bir karakter taşıyor. Rejimin kurucu ve üst ilkesinin din olduğu, iktidarın siyasal, kamusal ve toplumsal alanı bu ilke doğrultusunda dönüştürdüğü, herkesin bildiği ama çok az kişinin dile getirdiği bir sır niteliğinde adeta.

Dolayısıyla günümüz Türkiye'sinde laikliğin anayasal bir ilke olarak yürürlükte olduğunu iddia etmek mümkün değil, bilakis pandemi de vesile edilerek topluma despotizmle dinci gericiliğin bir sentezi, derecesi giderek artırılan bir şekilde dayatılıyor.

"Kabe'ye hakaret" hadisesini de bu bağlama yerleştirmek gerekiyor. İktidar konuyu en iyi bildiği yere, din istismarına çekerek direnişin meşruiyetini ortadan kaldırabileceğini ve toplumu bir kez daha bunun üzerinden kutuplaştırabileceğini, buradan da kazançlı çıkabileceğini düşünüyor.

'Laikliğe her zamankinden çok ihtiyacımız var'

Diyanet'in de bu haftaki vaazının konusunun 'gençler' olması, tüm bu saydıklarım nedeniyle tesadüf değil.

Diyanet, yeni rejimin en önemli ideolojik aygıtlarından birine, bir fetva makamına dönüştürülmüş durumda.

Bugün laikliğe her zamankinden çok ihtiyacımız var, çünkü iktidarın piyasacılığı, otoritarizmi ve gericiliği birbirlerinden ayrıştırılamaz bir şekilde işliyor. Bugün Türkiye'de emek demeyen bir laiklik mücadelesinin ve laiklik demeyen bir emek mücadelesinin herhangi bir şansı bulunmuyor.