Kurmacanın kurmacası gerçeğe dönüşürken; Bir Dava

Her şeyden evvel çürüme edebiyatının sığındığı bohem, gerçeklikten kaçan anlatıma karşı çağın Türkiye’sinin sorunlarını ele alan bir eser var önümüzde. Romana konu olan Balyoz davasının kurmaca olması bir yana bu yazıda romanın kendi kurgusu içerisinde bugün nereye oturduğunu tarif etmeye çalışacağım.

Ali Çatal

Gerçeklik siyasi kurmacanın tuzağına düşmüş ise kurgu yoluyla gerçekliği anlatmak ne yana düşer?

Ergenekon ve Balyoz davaları Türkiye’de Cumhuriyet’in tasfiye sürecindeki iki davanın adı. Bugünden bu cümleyi rahatlıkla kurabiliyorken davaların ‘görüldüğü’ o günlerde kurmaca olanla gerçek olanı berraklıkla tarif etmek hayli güçtü. Bu yazıda ele almak isteğim şey ise geçmişin muhasebesini yaparak gerçekliği tarif etmek olmayacak, geçtiğimiz günlerde 49. Orhan Kemal Roman Armağanı ödülünü alan Ayhan Geçgin’in Bir Dava isimli romanını bugünle bağlantılandırarak yorumlamaya çalışacağım.

Her şeyden evvel çürüme edebiyatının sığındığı bohem, gerçeklikten kaçan anlatıma karşı çağın Türkiye’sinin sorunlarını ele alan bir eser var önümüzde. Romana konu olan Balyoz davasının kurmaca olması bir yana bu yazıda romanın kendi kurgusu içerisinde bugün nereye oturduğunu tarif etmeye çalışacağım. Deneyelim.

Gerçeğini arayan roman

Türk edebiyatı güncel olanın baskısı ve kıskacından kurtulamıyor...günceli şematize etmekten ileriye gidemeyen ürünler ön plana çıkıyor, der Yalçın Küçük.1 Bir Dava romanı ise bugünün yazınında günceli şematize etmekten ötede bir noktada duruyor. Neden mi? Evvela yazar, ülkesine asla yabancı olmayan karakter ve olayları kendi özgün anlatım tarzıyla romanına gerçekçi biçimde yerleştiriyor. Düzmece mahkemelerde sahte delillere dayalı hukuksuz yargılamalar bugünün insanıyla roman anlatısına dönüşmeyi başarıyor. Romandan devam ederek ileri sürdüğüm düşünceyi açıklayayım:
Roman, “NEREDEYİM?” sorusu ile başlıyor. Daha sonra hikâye açılmaya başlıyor, telefonla gelen haberden anlıyoruz ki karakterimizin annesi, ‘Babasının(emekli amiral) götürüldüğü’ haberini veriyor kızına. Büyük harfle yazılan bu başlangıcı 21. yüzyıl yönsüzlüğüne atıf olarak değerlendirmek mümkün. Keza karakterimiz, Aslı, yurtdışından Türkiye’ye bakan ve ülkesine geri döndüğünde bir yandan Türkiye’deki geçmişini diğer yandan Amerika’daki yaşamını sorgulayarak bugününü anlamaya çalışan bir karakterdir. Aslı’nın bugününde ise geçmişinde aldığı kararların sonuçlarını görmekteyiz. Roman, elbette yalnızca bir karakter üzerine yoğunlaşmamakta, lakin Aslı karakteri hikâyenin hem dışardan gözle okunmasını hem de içeriden hissedilmesi açısından kavşakta yer almaktadır. Ayrıca Aslı karakteri, bugün ‘yurtdışına kaçarım, hayatımı orda kurar, insanca yaşarım’ söyleminin örnek gösterilebilecek insanı olması ve Türkiye toplumunun dönüşümünde uzaktan bakan bireyi temsil etmesi bağlamında kritik noktadadır. Peki Aslı, babasının apar topar dava kapsamında gözaltına alınmasından sonra Türkiye’ye döndüğünde o çok ‘iyi bildiği ülkesinde’ neyle karşılaşmakta? Ülkenin değerlerinin çürümüşlüğü ve buna eşlik eden bireysel yozlaşmanın gerçekliği var karşımızda: ‘Yeni Türkiye’ / hukukun yok oluşu / cumhuriyetin dinciler tarafından ele geçirilişi ve ülkeyi terk etmesinde bunun payının olduğu gerçeğinin annesi tarafından yüzüne vurulması / ailesiyle koparttığı göbek bağının havada kalışı / geçmişinde duygusal yakınlığı olan Mehmet’le inşaat sektörüyle ülkenin delik deşik ediliş sesleri eşliğinde kocasını aldatışı / yaşadığı mekanla kurduğu bağın zayıflığı / ‘kasaptaki etler gibi askıya alınan yaşamları’ / çürüyen devlet mekanizmasının bireylere yansıyışı / ‘entelektüellerin’ ‘yeni iktidarı’ destekleyişi / kadına uygulanan taciz... yani bugüne yansıyan gerçekliğimiz. Ayhan Geçgin, bugünkü gerçekliğimizi kurmaca dünyasına taşıyarak Georg Lukacs’ın roman biçim vererek hayatın gizlenmiş bütünselliğini açığa çıkarıp inşa etmeye çalışır.2 ifadesini yansıtmakta. Bugün sorulması gereken de tam da bu noktada devreye giriyor ; sahiden hayatın gizlenmiş bütünselliği diye bir şey kalmış mıdır, yoksa bugün yazılan romanlar sunilikte mi gerçekliğini aramaktadır?

Kafka’yı neden öldürmeliyiz

Bir Dava isimli bir roman yazıp hukukun, adaletin tükenişi anlatılınca akıllara elbette Kafka gelmekte. Bu çağrışım üzerine kitap hakkında yazılan eleştiri yazılarında çokça değinildi. Ancak Kafka anlatısının tüm canlılığıyla geçerliliğini koruması üzerine daha fazla düşünmemiz gerektiğini düşünmekteyim. Evet, Kafka kapitalizmin gelişimini frenlediği, yılgınlığın ve çaresizliğin yayıldığı dönemde yaşayarak bize Gregor Samsa’yı miras bıraktı. Samsa’nın hissi hâlâ aramızda dolaşıyor. Tıpkı Türkiye’de ışıltısını yitiren cumhuriyetin hamamböceğine dönüştürdüğü insanlar gibi, romanımızdan örnek verirsek Aslı’nın çaresiz, bilincini yitirmiş bir şekilde yönsüzce aramızda dolanması gibi. Bu anlamda Gregor Samsa ile Aslı akrabadırlar. Romanımıza dönecek olursak Kafka ismi, davanın kurmaca olduğunu kanıtlayan delilin ardından gelen bir yorumla karşımıza çıkıyor: “Kesinlikle Kafkaesk bir dava.” “Adeta Kafka’nın romanını yaşıyoruz.” Karakterimiz Aslı ise sırf bilmiş olduğunu göstermeye çalışan bu yoruma karşı “Kafka”... “Dava’yı neredeyse yüz yıl önce yazdı, bunca süre içinde bir şeyler değişmiş olmalı, değil mi?” diyerek karşı çıkıyor. Sonra avukat söze giriyor “evet, doğru. Bana kalırsa insanlar zaten her şeyi biliyor, her şeyin farkında, yani en azından bu işin içinde bir iş olduğunu biliyorlar.” diyerek gerçekliğin çaresizliğini dillendirmiş oluyor. Aslı’nın sorusu ve avukatın yanıtı bize Kafka’dan bu yana kendine yabancılaşmış insanın neden yaşadığı ve kapitalist devlet aygıtının çözülen kurumlarından yayılan yozlaşmanın varlığının neden hâlâ çürütmeye devam ettiği sorusunu dayatmalı. Yoksa nasıl arınmaya başlarız ki bu çürümüşlükten. Ayhan Geçgin bir konuşmasında "Peki ama neyden geriye kaldık? Bir sondan."3 diye ifade ettiği son bana kalırsa bu çürümüşlük işte. Evet, Kafka’nın anlattığı dünya tüm canlılığıyla bugün varlığını sürdürüyor. Bizse Kafka’nın Dava romanını yazdığı günden neredeyse yüz yıl ötede Türkiye gerçekliğinde yaşıyoruz. Ancak hikâyelerimizin özü aynı. Tam da bu anda Tezer Özlü’nün ifade ettiği “Kafka ile yaşamak, acınacak güncelliğimizin en büyük umudu.” söyleminin karşısında durmak gerekiyor. Acınacak güncelliğimizden umudu doğurabilmemiz için Kafka’yı, onun  anlattığı ‘gerçekliğimizi’ öldürebilmemiz gerekmektedir. Yoksa yazının başında ifade edilen hayatımızı şematize etmekten öteye gidemeyen edebiyatı okuruz. Veya şematize etmekten öteye gidebilen edebi üretimlerde ise Özlü’nün taşıdığı teselliyi muhafaza etme korumacılığıyla sıkışan edebiyatla yetinmek zorunda kalırız. Ya üçüncü ihtimal? Elbette ne edebi üretimler ne de yaşadığımız gerçeklik birbirinden bağımsız değil. Bu noktada edebi üretimi belirleyen hayatın kendisine bakacağız. Teselli edebiyatının ötesine geçmek için çürümenin/yozlaşmanın köküne dair mücadele etmek, mücadele ederken öteye geçme arzusunu taşıyan, böylelikle gerçeğine müdahale ederek kendi gerçeğini bulan anlatıların çoğalması gerekmekte. Hasılı, mevcut olanla yetinilmemesi için hayatla iç içe geçmiş gelecek kavgasına ve anlatısına ihtiyacımız var!