Çeşitli alanlarda üretim yapan kültür sanat emekçileri, bu deklarasyonun ardından yol haritalarını görüşmek üzere bir araya gelecekler. Yayınlanan deklarasyonun tam metni şöyle:
"Merhaba. Hepimiz devasa bir endüstri dalındaki üreticileriz. Farklı iş tanımları çerçevesinde ve farklı koşullarda da çalışsak, hepimiz, kültür ve sanat dünyasının çok çeşitli alanlarında emeğimizle değerler yaratıyoruz.
Kimimiz günün on altı saati dekor kurar. Kimimiz bir konserde ya da sette sesi en güzel şekilde insanlara ulaştırır. Oyuncu kimimiz; haftalar süren provaların, sette geçen günlerin yorgunluğudur yüz çizgilerimizi derinleştiren. Kimimizin işi tam da bununla ilgilidir, makyaj yaparız: hünerimiz, görüntüyü bambaşka kılmaktır. Enstrüman çalarız mesela, nasırlaşan parmaklarımızı görmez, müziğimizle coşarken veya hüzünlenirken. Hazırladığımız kostümleri giyen, beş yüz yıl öncesine de, bin yıl sonrasına da ışınlanabilir… Kimimiz ortalıkta görünmez: ya ofisteyizdir ya da kafelerde, nadiren sözleşmeli, çokça “freelance” olarak, mesaimizin bütün hayatımızı işgal ettiğini fark etmeden... Henüz öğrenciyizdir de belki, eğitimini aldığımız alanda deneyim kazanmak, hatta belki okumaya devam edebilmek için düşük ücretle çalışırız… Dekorcu, kostümcü, tonmayster, rodi, kameraman, yönetmen, görüntü yönetmeni, şarkıcı, reji asistanı, enstrümancı, fotoğrafçı, boom operatörü, senarist, animasyon sanatçısı, ışıkçı, metin yazarı, oyuncu, müzisyen, editör, kurgucu, grafiker ve daha pek çok “şey”iz...
Alanlarımız, işlerimiz, uzmanlıklarımız farklıymış gibi görünse de ortak noktamız çoktur. Hepimiz benzer durumlara düşmedik mi:
İşverenimiz bazen ustamızdır, bazen “velinimetimiz”, bazen bize olanak sağlayan arkadaşımız: Emeğimizin, alın terimizin hakkını almaya çalışmak “ayıp” görünür gözümüze… Hep “bir sonraki işte böyle yapmayacağım” der ama bir sürü mecburiyete boyun eğip, devam ederiz… Bazen de büyük holdingler, vakıflar ve yapım şirketleri patronumuz olur. Özgeçmişimize yazmak için katlanırız onca muameleye; orada çalışmanın bize “değer” katacağına inanarak. Oysa çoğunlukla ilk krizde kapının önünde buluruz kendimizi.
Güvencesiz çalıştırılmada da ortağızdır örneğin. Ne bir kaydımız vardır çoğu zaman ne de sigortamız. İşsiz kalmak kadar korkutur bizi, hastalanmak ihtimali... Daha az yorulduğumuz, daha iyi kazandığımız bir iş hayalimiz de ortaktır.
Ama en güzel ortaklığımız emeğimizdir bizim. Dizi ya da film setinde kamera önü veya kamera arkası; tiyatro ya da konser salonunda sahne üstü veya sahne arkası, sokak, metro, vapur, neresi olursa olsun. Biliriz ki biz o üretimin ortağıyız ve yokluğumuzda eksikiliğimiz hemen hissedilir. İşe hazırlık yaparken, üretimde bulunurken veya işi bitirip kablo toplarken, kostümleri kaldırırken, makyajımızı temizlerken, ertesi sabahki set için hazırlık yaparken, bir günü daha bitirmiş olmanın, şairin dediği gibi, “bir iş görmenin saadeti” vardır içimizde. Hep birlikte üretir, koyarız eserimizi ortaya. Koyarız da “Yevmiyeyi ne zaman verirler?”, “paramı alabilir miyim acaba?”, “içerideki haftalıkları alabilecek miyiz?” soruları hiç çıkmaz aklımızdan.
Aylardır ölümcül bir salgınla karşı karşıyayız, aylardır işsiziz! Salgının başında yaşamları hiçe sayılıp çalışmaya zorlanan da bizdik, “hayat eve sığar” sloganıyla açlığa terk edilen de. Kayıt dışı çalıştırılmış olmamızdandır “meğer biz aslında yokmuşuz” dememiz. Yardımlar, tanımlar, tedbirler, planlar, endişeler, talepler ve vaatler tartışılıp dururken, hiçbirinin konusu biz değiliz. Bize çözüm olarak gösterilense şu ya da bu vakfın, şu ya da bu dijital platformun veya sektörün şu ya da bu unsurunun “dayanışma” diye ortaya attığı göstermelik katkılardır: içten içe hepimiz biliriz, yarattığımız, biz olmasak yaratılamayacak değerin yanında bu katkıların devede kulak bile olmadığını…
Özel bir dönemden geçiyoruz. Salgın, işlerin neredeyse tamamen durma noktasına gelmesi, vb. çok sık yaşanacak olaylar değil, evet. Bir süredir ise bu özel dönemin sona erdiği ve normalleşmekten söz ediliyor.
Normalleşme ile kastedilen acaba salgın öncesindeki koşullara dönmek mi? Çalıştığımız bu alanda normal olan ne? Normalimiz, yıllardır açılmayan devlet orkestralarının, korolarının, operalarının ya da tiyatrolarının sınavlarını beklemek; bu olmayınca kötü koşullarda sözleşmeye veya karın tokluğuna özel sektöre kendimizi teslim etmek mi? Normalimiz, okullusuyla ve alaylısıyla sanatımıza biçilen “üç kuruş” değer mi? Normalimiz taşeronluk, sigortasızlık ve güvencesizlik; normalimiz çalıştığımız sette ya da sahnede yaralanmak, sakat kalmak ve hatta ölmek mi?
Sevgili dostlar, kardeşler, arkadaşlar: Normalleşme “aman sus, buna da şükür” deyip, salgın öncesi koşulları bile mumla aramaya başlamaksa, biz normalleşmiyoruz!
Bizler, sinema, televizyon ve reklam sektörü çalışanları, oyuncular, müzisyenler ve sahne emekçileri olarak Kültür Sanat Emekçileri Dayanışma Ağı’nı kurduğumuzu; aklımızı ortaklaştırmak, birlikte çözüm yolları aramak ve yaşadığımız ortak sorunlarla, kol kola mücadele etmek için yan yana geldiğimizi ilan ediyoruz. İçinden geçtiğimiz dönemi gerçekten özel kılacak olan şey, artık eskisi gibi davranmaktan, hak aramaya yüksünmekten vazgeçmek olacak. Biz çalışırken görmekte olduğumuz muameleyi sineye çekmeye mecbur değiliz ama işlerimiz de, işverenlerimiz de bize mecbur. Bizler işimizi bildiğimiz gibi, haklarımızı almak için örgütlenmesini, kol kola girmesini de biliriz.
Gücümüzün, değerimizin farkına varalım: Emeğimize, haklarımıza sahip çıkalım!"