KİTAP | Aylaklar Kumsalı

İnsan denizi seyre daldığında izlediği şey, dışarıda değil kendi içindedir.

Nişan Mesut Oyardı

Bir işe yaramak, işe yarayan şeyler yapmak, işe yarar olmak…

Her birimizin etrafını saran ve birçoğumuzu ele geçiren bir kavram “işe yararlık” ve bu kavram çoğu zaman para kazanmak / kazandırmak ile eşdeğer. Kapitalizmin yarattığı döngüde “işe yararlık” kavramı üretken olmak, para kazanmak ve kazandığını harcamak üzerine kurulu. Bir süredir bu döngüden çıkmaya çalışan, bunun için kentten kaçıp köy hayatına adım atan, işleri oradan yürütmeyi tercih eden insanların sayısı bir hayli arttı. Bunu tercih edenlerin büyük çoğunluğu açısından döngü olduğu gibi devam etmekte, zira kapitalizm yalnızca kentleri kapsamamakta. Kırsala ve köylere dönük bu “safça” yanılgı karşımızda aşılmayı bekliyor.

Alex Nogués, “Aylaklar Kumsalı” kitabında döngüyü kıracağını zannederek kasabaya yerleşen çekirdek bir ailenin hikâyesini on bir buçuk yaşındaki Sofia’nın dilinden anlatıyor. Sofia’nın özel bir bakış açısı var. Annesinin kasabaya taşınınca kapatmak zorunda kaldığı çiçekçi dükkânı rengârenk çiçekler sayesinde ışıl ışıl görünür ama Sofia’ya göre tüm çiçeklerin “güneşi” annesidir. Annesini oradan koparmak, güneşi karanlık bir örtüyle sarmak gibidir. Annesinin “işe yararlığı” çiçek satmak değil, çiçeklere güneş olmaktır Sofia’ya göre. Evin ihtiyaçlarını karşılamak için daha fazla çalışmak zorunda kalan babası ise karanlık bir girdapta kaybolmaktadır. Çok çalışıp çok para kazanması Sofia’nın hiçbir işine yaramaz.

Sofia aynı baskıyı matematik konusunda kendi üstünde de hissettiğinde doğru sorgulamayı yapmayı başarır:

“Kurbağalara bakıyorum, çam ağaçlarına ve minnacık otlara. Hiç kimseye bir şey kanıtlamaya çalışmıyorlar. Yaşam kendi kendine sürüyor. Kandinsky ve solucanlar bana yaşadığımı bir kâğıttaki kesirden çok daha fazla hissettiriyor. Benim için nelerin önemli olduğuna kim karar verebilir ki.”

Sanat, felsefe, müzik, vahşi doğa, hayallere dalmak… İnsanı insan yapan bütün bu eylemlerin “boş iş” olarak değerlendirildiği günümüzde bu işleri yapanlara aylaklar deniliyor. Sofia tam da bu minvalde öğretmenine “İsmim Sofia. On bir buçuk yaşındayım, büyüyünce aylak olmak istiyorum.” diye seslenir. İnsanın “kendi” olmasını sağlayan bu edimler, on bir buçuk yaşında kendi benliğini aramakta olan Sofia için vazgeçilemez şeylerdir. Kandinsky tablolarından esinlenerek yaptıkları tablolar, manastırın kemerli koridorundaki gitar resitali, doğa bilimi dersinde solucanlar üzerine yapılan deneyler, Sofia için ne kadar büyük anlamlara sahipse babası için bir o kadar “işe yaramaz” şeylerdir. Matematikte başarılı olmadıktan sonra ne işe yarar ki bütün bunlar? Ekmek kazandırmaz ne de olsa!

Sofia “aylaklık” ettiği kumsalda karşılaştığı başka aylaklık edenlerde yaşamın anlamının, keyif almanın şifrelerini hisseder.

“Etrafta seyirci yoktu. Müziklerinden neşe fışkırıyordu. Zevk için çalıyorlardı. Nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Müzik yapmaktan öte, müziğin ta kendisiydiler. Dans etmekten öte, dansın ta kendisiydiler. Kumsalda bulunmaktan öte, kumsalın ta kendisiydiler.”

Ne yapması gerektiği konusunda içindeki sesi dinlemeye karar verir Sofia. 

“Derken deniz benimle konuştu. Dalgalar dalgadır. Martılar martı. Bulutlar buluttur. Sofia’nın tek yapması gereken Sofia olmaktır. Bunu ondan iyi başarabilecek kimse yoktur.”

Kendi olmak, size dayatılan bütün “işe yarayan” şeylerin ötesinde, bulut gibi, gökkuşağı ya da deniz gibi sadece kendi olmaktır. İnsan denizi seyre daldığında izlediği şey, dışarıda değil kendi içindedir.