İstanbul'un tarihi hiç böyle yazılmamıştı

Akademisyen ve yazar Kaya Tokmakçıoğlu'nun Köle, Kul, Amele kitabı İstanbul'un kuruluşundan bugün tarihini ve kentin emekçilerinin mücadelesini birlikte ele alıyor.

Haber Merkezi

Boyun Eğme dergisi akademisyen ve yazar Kaya Tokmakçıoğlu ile Yazılama Yayınları’ndan geçtiğimiz hafta çıkan kitabı Köle, Kul, Amele’yi ve İstanbul’u konuştu. Tokmakçıoğlu’na göre inanılmaz büyüklükte bir proletaryası olan İstanbul, şehirli mücadelenin ana mekânlarından biri.

Kitabın meşakkatli, titiz bir araştırmanın ürünü olduğu açık. Çok sayıda kaynak ve en sonunda bir dizin bulunuyor. Türkçe'de ve başka dillerde onlarca kitap, tez, makale incelenmiş. Bir kaynak kitap olarak da değerlendirilmesini amaçladığın anlaşılıyor. Nasıl çıktı Köle, Kul, Amele'yi yazma fikri?

Fikir aslında daha yakın bir dönemin ürünü; ama ben çocukluğumdan beri kentin her alanında çok fazla yürüyüş yapan biriyim. Yalnızca Suriçi’nde yürümeyi değil, doğa yürüyüşleri yapmayı da, yeni bir yer duyduğumda hemen orayı keşfetmek için yürüyüşe gitmeyi de çok severim. Liseden mezun olduktan sonra ise arkadaşlarla ya da yurtdışından gelen tanıdıklarla birlikte şehri gezmeye de önem verdim. Dolayısıyla bunların bende yarattığı bir birikim oldu. Bunun bir kitap ekseninde dönüşmesine gelince... Aslında İstanbul üzerine yazılmış yüzlerce kitap var. Bir bölümü bir kentsel mekana odaklanıyor, bir bölümü kültürel yaşama, iktisadi gelişime ya da toplumsal mücadelelerin belli bir momentine odaklanıyor; örneğin işgal dönemi İstanbul’u gibi. Bilebildiğim kadarıyla kuruluşundan itibaren kentin tüm tarihi boyunca toplumsal mücadeleye odaklanan bu tarz bir kitap yoktu. Dolayısıyla o birikimler bu boşluğu doldurma motivasyonuyla birleşti diyebilirim. Kitabı yazma fikri böyle oluştu. 

KADINLARIN SOKAKLARINDA ÖZGÜRCE YÜRÜYEBİLDİKLERİ BİR İSTANBUL 

Kitabı birkaç kuşaktan kadınlara ithaf etmişsin. Ne yazık ki ülkemizde her yıl kadın cinayetleriyle yaşamını yitiren yüzlerce kadın var, ismini duyduğumuz ya da duymadığımız... Ve İstanbul, bu cinayetlerin de en çok yaşandığı şehir. İthafı görünce aklımıza ilk düşen bu oldu, ne söylemek istersin bu konuda? 

Evet beş kuşak. Annemin babaannesiyle başlıyor, onu tanıma fırsatı buldum, kendi kızlarıma kadar iniyor. Ama o ithaf, sadece İstanbul’da değil, Türkiye’nin ve dünyanın pek çok başka yerinde de yaşamları cehenneme dönüşen kadınları gözetiyor. Benim aileme özel bir vurgusu var; ama genelleştirmekte bir sakınca görmüyorum. Şunu da çok eskiden beri önemsiyorum: Masada biriyle oturduğun zaman, sohbet bittikten sonra, saat gecenin belli bir zamanına geldiğinde, karşındaki bir kadınsa onun eve niye rahat dönemediğini insan sorgulamaya başlıyor. Bu çok basit bir şey gibi gelebilir; ama diğer taraftan çok temel bir ihtiyaç. Kadınların sokaklarında özgürce yürüyebildikleri, yanlarında herhangi bir erkek olmadan gece eve dönebildikleri bir kent tasavvuru ve bunun için verilen mücadele... O ithaftaki “şehirli” vurgusu bu açıdan önemli. Halihazırda bu mücadelenin şehirlerde verilebileceğine inanıyorum. İstanbul şehri de bu mücadelenin ana mekânlarından biri.

“KENTİN TARİH ÖNCESİNİ YAZDIM”

Byzantion, Konstantinopolis, İstanbul… Hem kitap, hem kitap için başvurduğun birçok kaynak, bu şehrin aslında neredeyse var olduğu tarihten beri, içinden geçtiği çağdaki toplumsal düzenin aynası olduğunu dile getiriyor. İstanbul’u İstanbul yapan bu mudur sence?

Byzantion dediğimiz kentsel mekânla bugünün İstanbul’u dediğimiz kentsel mekân ölçeği arasında azımsanmayacak bir fark var. Ayna olma işlevi ise bence 2500-2600 yıldır ve hatta tarihi yazılmamış önceki dönemler açısından da geçerli. Fakat kitaptaki iddianın şu olduğunu söyleyebilirim: Ben kentin tarih öncesini yazıyorum. Komünist Manifesto’da ya da diğer klasik Marksist metinlerde anlatıldığı gibi, sınıf mücadelelerin tarihi aslında tarih öncesini ifade eder. Bizim tarihimiz de henüz başlamadı. O nedenle de ayna olmak zorunda diyebiliriz. Evet, 19-20. yüzyılda kapitalizmin eşitsiz gelişmesi ile birlikte ayna işlevi daha da belirgin hale geliyor; ama Haliç gibi doğal bir limanı olması, su kenarı olması gibi özellikler yüzyıllardır buradaki bütün mücadelelerin kentin mekânında yansımasını sağlamış. 

Günümüz İstanbul'unu belirleyen süreçlerin yağma, plansız kentleşme, yeşil alanların ortadan kaldırılması gibi hepsi iç karartıcı başlıklar olduğunu söyleyebiliriz. Kitaptan okuduğumuza göre tüm bu süreçler için bir dönüm noktası olarak 1950'leri almak gerek. Bunu biraz açabilir misin?

Kentin tarihinde başka kırılma noktaları da var; ama 50’ler ciddi bir kırılma noktası gerçekten. Kabaca bir milyondan biraz daha az bir nüfustan bahsediyoruz. “Taşı toprağı altın” metaforunda ifade edilen köyden kente göç şehrin tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri. 

Menderes döneminin ekonomi politikası “her mahallede bir milyoner yaratmak”. Bunun için de her mahallede on binlerce emekçinin yığılması lazım. Bu karşıtlığı sağlamadan her mahallede bir milyoner yaratmanız imkânsız. Böyle bir yığınsal hareketlilik kentin tüm çehresini değiştiriyor. Kitlesel boyutlarda gecekondulaşma, kentsel mekanda sınıfsal ayrışmanın keskinleşmesi, milliyetçiliğin dozunun artıyor olması gibi dönüşümler 50’li yıllara özgü karakteristikler diyebiliriz. 

KAPİTALİST DÜZEN İSTANBUL’A HOYRAT DAVRANIYOR

Yine bu yılların önemli noktalarından biri, 57-58 yıkımlarıdır. Dizginlerinden neredeyse kopmuş bir kapitalizmin isteklerine göre kent mekânları düzenlenmeye başlıyor. Düzen bu konuda oldukça hoyrat. Çoğu zaman Demokrat Parti iktidarı muhafazakâr bir ideolojiye sahip diye düşünülür; ama muhafaza etmekten çok tahrip etmeye dayalı bir mekan düzenlemesi öneriyorlar İstanbul’a. Hatta ataları olarak kabul ettikleri Osmanlı’nın anısına dahi saygı göstermiyorlar. Bununla birlikte apartmanlaşma olgusunun önünün açıldığı bir dönem olması da önemli, ki o zamana kadar İstanbul’un mimarisi ahşaba dayalı. Yine şehir içi ulaşımda arabanın ve dolayısıyla başka türden bir tüketim kalıbının yaygınlaşmaya başladığı bir dönem. Son olarak, iç ve dış politikanın iç içe geçmişliğinin bir örneği olarak görmeliyiz, zira tüm dönüşümler aslında Soğuk Savaş Türkiyesi’nin siyasal tercihleri ile uyumlu. 

Türkiye nüfusunun neredeyse dörtte biri İstanbul'da yaşıyor. Böylesine çarpık bir nüfus dağılımının ve yoğunluğunun ne kadar olumsuz bir etkisi olabileceğini halen içinde bulunduğumuz koronavirüs pandemisinde bir kez daha gördük. Haritadaki kırmızı mahallelerde adeta bir yangın yaşanıyor. İstanbul bu kadar nüfusu taşıyabiliyor mu? Nasıl taşıyor? Taşımalı mı?

İstanbul plansız büyüyen bir kent. Bana kalırsa kapitalizmin en yerleşikleşmiş kentleri dahi sosyalizmin planlı kentleri ile aşık atamaz, ki İstanbul bunun yakınına dâhi gelememiş bir kent. Kitapta nazım planlarına dair tartışma yürütürken bahsediyorum; Suriçi dediğimiz bölgede kat sınırının olmasını Prost Planı dediğimiz bir plana bağlıyoruz. Oysa Mimar Prost nüfusun üssel olarak artacağını hiçbir zaman öngörememiş. Göç olgusu kentsel mekanın muazzam bir şekilde genişlediği bir mekansal düzenlemeyi beraberinde getirmiş. Örneğin bugün Marmaray’la onlarca kilometre uzaktan emekçileri “merkeze” getirebiliyorsunuz, bu birkaç on yıl önce düşünülebilen bir şey değil. Ama plansız büyümenin sonucu nüfusun dağılımının asimetrik olması. Soylulaştırma da var, emekçilerin şehrin periferisine itilmesi de... Şehirde yer yer milyonluk ilçeler, yer yer göreli az nüfusa sahip uzak köyler var. Elbette kapitalizmin doğası gereği nüfus yoğunluğu ile sermayenin yoğunlaştığı yerler arasında mekansal bir ilişki var. Fakat bunun tersyüz edilmesi gerekir; bu siyasi bir sorun. Öyleyse yanıt da şöyle verilmeli: Bu kadar nüfusu bu düzen taşıyamaz. Bu düzen taşımamalı.

Bir TKP'li olarak İstanbul'u kavgamızın ve gelecek güzel günlerimizin şehri olarak görüyorsun. Bu umudu diri tutmanın yolu olarak ise kitap tarihsel materyalist yöntemi işaret ediyor, bu yöntemle İstanbul'da sınıf mücadeleleri tarihini ele alıyor. Peki gelecek günler yakın mı?

Yaşamın tüm alanlarında olduğu gibi bu alanda da süreklilik ve kopuş arasındaki diyalektik hayranlık verici. Tarih bilincinden yoksunsanız, bugün baktığınızda İstanbul'un belini doğrultamayacak biçimde yok edildiğini düşünebilirsiniz. Daha yaşanabilir bir İstanbul’u düşlemek umudu olmadığı sürece, gelecek güzel günlerin de olmadığını düşünmek mümkün. Ama ben enseyi karartmamak gerektiğini düşünüyorum ve şu tarafından bakmayı daha değerli buluyorum: Kentin inanılmaz büyüklükte bir proletaryası var. Gelin burada Nâzım’ın Kuvâyi Milliye’sinden dizelere kulak verelim:

Sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı


 bir şafak vakti değişmiş olur


Bir şafak vakti karanlığın kenarından


Onlar ki ağır ellerini


 toprağa basıp


 doğruldukları zaman.

İşte bu dizelerle, bu bilinçle baktığımız sürece, gelecekteki günlerimizin fazlasıyla yakın olduğunu düşünüyorum.