Halk borç içinde kıvranıyor

Dünyada ve Türkiye’de zaten büyük bir sorun olan bireysel borç yığını pandemiyle beraber daha da korkunç bir hal aldı.

Nevzat Evrim Önal

Yoksulluk ve borçlanma arasında çok güçlü bir ilişki, acımasız bir kısır döngü var. İnsanlar yetersiz gelire sahipler, yani yoksullar, dolayısıyla ihtiyaçlarını karşılamak için borçlanıyorlar ve bütçelerine ek bir ödeme kalemi, yani faiz giriyor. Ve böylelikle daha da yoksullaşıyorlar. Ama bu arada, normalde yoksulluktan dolayı satılamayacak olan evler, cep telefonları, televizyon ve beyaz eşyalar, hatta bir noktadan sonra yapılamayacak market alışverişleri dahi yapılmış, yani sermaye müşterisiz, üretilen ve tezgâha konan mallar talepsiz kalmamış oluyor.

Bireysel borçlanma 2001 krizinden önce yok denecek kadar azdı. Bugün 800 milyar Türk Lirasını aşmış durumda. Yani şirketler değil, devlet değil, tek tek yurttaşlar 800 milyar lira borçlu. Ama aynı zamanda, 2001’den bu yana geçen yaklaşık 20 yılda, normalde satılamayacak 800 milyar liralık mal satıldı, şirketler bu satışlardan kâr elde etti. 

2020’de bunun üzerine hastalık, eve kapanma, artan işsizlik, fırlayıp giden dolar kuru yüzünden yükselen fiyatlar bindi. En önemli özelliği utanmazlık gibi görünen çalışma bakanı “ülkede yoksulluk yok” diyor. Sahibinin sesidir, zira sahibi de “evime ekmek götüremiyorum” diyen vatandaşa “abartma” diyordu. Önemli olan şu ki, bunu diyenin de bir sahibi var: Bütün zenginliği elinde toplayan, sömürüden beslenen patronlar sınıfıdır ve asıl diktatör bu sınıftır. Ötekiler vekildir, vekilin vekilidir.

Ve işte bu ortamda, sıradan insanların bireysel borçlara sadece pandeminin patladığı Nisan’dan bu yana neredeyse 200 milyar lira eklendi. Gelin, tabloya bakalım…

Bireysel borçluluk ‘sorunu’

Grafiğin sol ekseninde milyar Türk lirası cinsinden borç yığını, sağ eksende ise borcunu ödeyememiş ve borçluluk durumu devam etmekte olan insan sayısı bulunuyor. Borç verilerinin kaynağı Merkez Bankası, borçlu insan verisinin kaynağı Türkiye Bankalar Birliği.  

Görüleceği üzere, aslında borçlanmanın felakete dönüşmesi 2018 Temmuzunda patlayan krizle başlıyor. Hani şu sonrasında halk domates bulabilsin de başka partilere oy vermesin diye tanzim satış pazarları kurulan, seçimin ertesi günü de o pazarlar kaldırılan, hâlâ içinde olduğumuz kriz. İşte o krizde talep daralması yüzünden sermaye müşterisiz kalmasın diye bir noktada (2019 ortası) kredi muslukları açıldı ve ardından Temmuz 2019-Nisan 2020 arasında borçlanmanın benzersiz bir hıza ulaştığını görüyoruz. Nisan 2020’den sonra ise pandemi faktörü ekleniyor ve sanki arabaya bir vites daha eklenmiş gibi, borçlanma daha da hızlanıyor.

Aynı süre zarfında borcunu ödeyememiş kişilerin sayısı Ekim 2019’a kadar artarak 3 milyon 800 bin kişiyi aşıyor, sonra ansızın düşmeye başlıyor. Sorun çözüldü sanılmasın. Bu düşüşün iki sebebi var. Birincisi, insanların bir kısmı düşük faizli dağıtılan krediler ile eski borçlarını kapatıyor ve bir süreliğine borcunu ödeyemeyen insan tanımından kurtuluyor. Ama daha önemlisi, bankalar borçlarını “varlık yönetim şirketlerine”, yani borç tahsil etmekte uzmanlaşmış, tamamen yasal taciz ve tehdit şirketlerine devredip kayıtlarından düşüyor. Böylelikle borç batağında olan pek çok insan veri kaynağı olan Türkiye Bankalar Birliği istatistiklerinden çıkıp, görünmez oluyor.   

Özetle, 2018 ortasında başlayan krizi sermaye için ertelemek ve emekçilerin sırtına yıkmak için görece düşük faizli krediler dağıtılıyordu ki, pandemi bir darbe daha indirdi. Hesap, kısa vadede talep sıkıntısını çözmek için uzun vadede emekçileri borca batırmaktı. Ama pandemiyle beraber ödenmesi şöyle dursun, “çevrilmesi” bile imkânsız görünen bir borç yığını oluştu.

‘Sorun’ değil ‘çelişki’

İçinde yaşadığımız sermaye düzeninin en temel çelişkilerinden biri “aşırı üretim”dir. Birbiriyle rekabet eden kapitalist şirketler bir yandan birbirlerinin pazar paylarını kapmak için sürekli üretimi artırır, bir yandan da birbirlerine karşı fiyat kırmak ama yine de kâr edebilmek için maliyetlerini kısmaya çalışır. 

Patronlar için en önemli, kısmaya ilk göz dikecekleri maliyet kalemi “işgücü maliyeti” yani ücretlerdir. Ama ücretler sadece patron için maliyettir, işçiler yani toplumun büyük çoğunluğu içinse geçim kaynağıdır. Ücretler bireysel tüketimin, yani insanların ihtiyaçları olan şeyleri satın almak için harcadıkları paranın birincil kaynağıdır. Dolayısıyla ücretler düştükçe, üretilen şeylerin satılması zorlaşır.

Sistem buna iki tepki verir. 

Bir tanesi bu yazının konusunun kısmen dışında ama yine de değinelim: Ücretlerin alım gücü zayıfladıkça, sermaye ücretlilerin ihtiyacı olan temel gereksinim nesnelerini üretmekten kaçar ve zenginlerin, mirasyedilerin, çalışmadan yaşayanların “ihtiyaç” duyduğu lüks şeylerin üretimine ağırlık verilir. İnsanlar kuru ekmeğe talim eder ve alçak sermaye vekilleri tarafından “aç olmadıkları” düşünülürken, aynı anda zevk ve sefa içinde yaşam, yarısından fazlası çöpe atılacak yemeklerle doldurulan, ejder meyvesinin bile eksik olmadığı arsızlık sofraları böyle kurulur.

İkincisi ise, sistemde zaten sermaye fazlası vardır ve sermaye sınıfı bu sermayenin bir bölümünü tüketici kredisi olarak dağıtır. Dağıtır ki, yine kendi üretip sattığı mallar satın alınabilsin. Böylelikle, tüketim artsın diye, gelecekteki geçim olanağına da ipotek konur; gelecek, şimdiye kurban edilir.

Yani ortada bir sorun yok, sistem normal biçimde işliyor ve bu işleyiş, yine normal biçimde, bir borç dağı yükseltiyor.

Mantıksızlıktan tek çıkış

Bu dünyada üzerine fiyat etiketi takılıp satılan faydalı ne varsa hepsini işçiler üretiyor. Ama onların emeği bu üretimde sadece bir maliyet kalemi. Sermaye işçilerin üretken emeğini satın alıyor, ama onlara değil ürettikleri değer kadar, insanca geçinebilecekleri kadar dahi ücret vermiyor. Ama bir yandan da tüm toplumsal düzen “piyasa” üzerine kurulu, yani ihtiyaç duyulan her şey para karşılığı satın alınmalı. Bu yüzden tüm değeri üreten ama ücreti bu değer yığınından insanca yaşamaya yeter bir pay satın almaya yetmeyen milyonlarca emekçi, aradaki açığı borçlanarak kapatmak zorunda kalıyor.

Borçlar biriktikçe daha çok çalışıp daha da az harcamak zorunda kalıyorlar. Kimileri bu sarmalda günden güne yaşayıp gidiyor. Kimileri de tamamen iflas edip, sermaye vampirliğinin kanını emip tükettiği insanlar olarak kenara atılıyor. Düzensiz ve kayıt dışı işlerde, bazen yıllarca iş bulamayıp işsizden bile sayılmadan, çalıştıkları zaman da ücretlerine haciz konacak bir durumda sevdiklerinin, ailelerinin yardımıyla yaşamaya devam ediyor.

Bu sadece gayri insani değil, aynı zamanda saçma. Çalışmayanların zengin, çalışanların ise yoksul olduğu bir dünya kökten saçma. Bu dünya değiştirilmeli. Bu değişimin ilk adımlarından biri de tüm bireysel borçların silinmesi için eyleme geçmek olmalı. Emekçiler, zengin patronlar gibi sefa sürmek için değil, insanca yaşayabilmek için borçlanıyorlar. Ama insanca yaşamak ayrıcalık değil haktır. Hak, parayla alınan bir şey değildir. Tüm bireysel borçlar silinmelidir.