GÖRÜŞ | Kadın hakları mücadelesi: Hukukun sorunlu yaklaşımını aşmak

Sorunun yapısal koşullarını örten anlayışın ürettiği hukuksal düzenleme ve mekanizmaların sayısıyla birlikte şiddet gören, öldürülen kadınların sayısı da artmaya devam ediyor.

Neval Oğan Balkız

İçinde bulunduğumuz salgın süreci politik, ekonomik, sosyokültürel  koşullar ve ideolojik, konjonktürel bağlamlar bütünü olarak siyasal sistemin, onun örgütlü hali olan AKP iktidarının halkın büyük kesimi için bir  gelecek ve  yaşam güvencesi oluşturmadığını, açıkça ortaya koydu.  Bu koşullardan ve yarattığı olumsuz sonuçlardan en çok etkilenenler, sınıfsal konumlarına göre farklı şekillerde  ve yoğunluklarda olsa da, bütün kadınlar oldu. Kapitalizmin tüm dünyada, pandemi koşullarını ucuz emek ilişkisinin yeni biçimlerini üretim süreçlerinde çoğaltma, sürekli ve yaygın hale getirme olanağı olarak kullanmasıyla derinleşen  eşitsizlikler, işsizlik ve yoksulluk,  özellikle kadınları  yaşamın tüm alanlarında çok daha yapısal sorunlar ve şiddet koşulları ile karşı karşıya bıraktı.    

Derin ve kalıcı sosyal eşitsizliklerin yarattığı ve beslediği, cinsiyete dayalı  ayrımcılık, ötekileştirme ve  kadına  yönelik şiddetin çok yoğun ve sistematik olarak yaşanmakta olduğu Türkiye, bir ülkede kadınların; istihdam olanaklarına erişim ve istihdam süreçlerinde yer alma, bütçeden pay alma, gelir artış payına erişim, sosyal ve ekonomik  haklardan yararlanma, erkek kadın ücretlerinde eşitlik, sosyal, ekonomik, kültürel yaşama katılmada  fırsat eşitliği, eğitim olanaklarının, sağlık koşullarının ve siyasi katılımının güçlendirilmesi gibi kriterlere göre belirlenen sıralamadan oluşan Dünya Ekonomik Forumunun  yayımladığı 2020 Cinsiyet Eşitliği Raporuna  göre, 153 ülke arasında, 130. sırada bulunuyor! 

AKP, kadınlar ve toplumsal cinsiyet eşit(siz)liği!

AKP iktidarı, siyaset ile dinin iç içe geçtiği bir yönetim pratiğinde, bütün siyasal iletişim araçlarını, kültür ve davranış biçimlerini aktarma yöntemlerini, algısal ve düşünsel  söylem biçimlerini kullanarak  muhafazakar, otoriter,  cinsiyetçi ve eril  bir anlayışı  kurumsallaştırmaya çalıştı. Kendi ideolojik, hegemonik düşünsel temelini oluşturan bu anlayışın görünümü ve  gereği olarak,  kadın ve  erkeğin  onur ve haklar bakımından eşit olduğu ve yaşamın tüm alanlarında eşit muamele görmesi gerektiğini savunan ‘cinsiyetlerarası eşitlik referansını’ kabul etmediğini, her ortamda  dile getirdi. Toplumsal cinsiyet kurgusunu (toplumsal cinsiyet kimlikleri); içinde yapılandığı iktidar ilişkilerine paralel ve onları yansıtacak şekilde dinsel,  kültürel ya da diğer geleneksel önyargılara göre, bu reddetme üzerinden  biçimlendirdi. Bu toplumsal cinsiyet kurgusunu sosyal hiyerarşik yapı içerisinde, yaşamın bütününde geçerli kılacak politikaları uyguladı.

Bu koşullar, toplumumuzda cinsiyet eşitliği ve kadının kimliği kurgusuna ilişkin tartışmaların, kadın bedeni ile onun kamusal sunumu çerçevesinde yoğunlaşmasına, hatta  hapsedilmesine  yol açıyor.

Dayatılan bu kurgu çerçevesinde kadın; biyolojik farklılığı temelinde, belirli bir din ve inanç anlayışının temellendirdiği günah kavramını içerecek şekilde   “bedene dair bir imge’ye” dönüştürülüyor. Böylece “toplumda artık kadından bahsetmek, kaçınılmaz biçimde hemen onun bedenini anımsatır” hale geliyor. (Bu bağlamda: Selçuk Üniversitesi İlahiyat Bölüm Başkanı Prof. Dr. Orhan Çeker’in; “Priz ve fiş eşit değildir”; “dekolte giyen kadının tecavüzden şikayet etmeye hakkı yoktur” (Habertürk.com,2.03.2013); AKP Konya Eski Milletvekili Mustafa Ünaldı’nın; “asıl dekolte giymek, erkekleri taciz anlamına gelir. (Yeni Akit.19 Şubat 2011); Ali Bulaç’ın ;“bir organizma olarak tasarlanmış insan, aldığı uyarılara tepkiler verir. Sürekli uyarılan erkek, haram gibi normlara sahip değilse, fırsatını bulduğunda kendisini uyaran /tahrik eden kadına yönelir… karşılık bulmazsa saldırır.” (21 şubat 2011, Zaman) şeklindeki açıklamalarına benzer örneklerin giderek artmakta olduğu ortadadır). Bu algılamanın en önemli sonuçları da ne yazık ki; bu bedene bakanın zihninde çıplaklığın doğması, çıplaklığın çağrıştırdığı tüm öğe ve olgulardan dolayı kadının suçlanması ve nihayetinde geleneksel, kültürel, dinsel önyargılarla (namus) kadının her türlü şiddete maruz kalması ve bu eylemlerin, bu tür önyargılarla toplumun geniş kesimleri tarafından meşru kabul edilmesi oluyor! Böyle bir  dönüştürme, bir yandan kadın öldürümlerini arttırıyor ve aynı zamanda toplumsal bilinç yapısında, bu öldürümlerin meşru görülmesine zemin yaratmış oluyor.

Bu toplumsal cinsiyet kurgusunun  diğer bir sonucu olarak,  kadının insan olarak kendisiyle, bedeniyle olan ilişkisi ve bunun toplumsal görünümleri,  yalnızca  ‘annelik rolü’ üzerinden oluşturuluyor. Kadınların kamusal ve özel alandaki varlık biçimleri, kariyer ve  hak kategorileri  bu rol üzerinden biçimlendiriliyor. Buna bağlı olarak, kadınlara devlet bürokrasisinde, eğitim sistemi  ve sivil toplum örgütlerinde ikincil roller uygun görülüyor Bu anlamda alternatif (kamusal) alanlar yaratılıyor. Kadına ait görünürlük bu alanlara, kişisel ve bedensel  pratikleri de kapsayan çeşitli dinsel davranış biçimleriyle taşınıyor, patriyarkal dini değerlerin yayılması sağlanıyor.

Böylelikle din, kadın bedeni ve onun pratikleri üzerinden kendini bir eylem repertuarı olarak her yerde hatırlatıyor. Toplumsal bir tasavvur olarak dolaşıma giriyor,  beden ve mekan aracılığıyla görünürlük kazanıyor. 

Toplumsal cinsiyet kurgusunun etkisi ve hukukun sorunlu yaklaşımı

Türkiye’de  hukuk, bu cinsiyet kurgusunun  hegemonik araç olarak hakim kılınma koşulları içerisinde,  iktidarın ayırt edici biçimi olarak, kadına yönelik şiddet konusunda marjinal bir konuma düşmüş ve disipline etme amacının gölgesinde kalmış bulunuyor. Zira, hukuk kuralları ve hukuki söylem; genel olarak, yukarıda açıklanmış olan toplumsal cinsiyet kurgusuna ve cinsiyetler arasındaki doğal farklılıklara başvuruyor. Normatif alanda kadın bedenine atfedilen anlamlardan çıkarımlar yapılıyor, bu çıkarımlardan kurallar oluşturma yoluna gidiliyor. Bu şekilde oluşan hukuk, genel olarak, erkek egemen ideolojinin yeniden üretilmesi ve aktarılmasını sağlayan bir mekanizma oluşturmaktan öteye gitmiyor.

Judith Butler “yasal şiddetin hedefinde olanlar şiddetten kurtulma anlayışıyla hukuka başvuracak olursa, sanık ile yargıcın (anlayış olarak) aynı olduğunu farkederler” saptamasında bulunuyor! Bu saptama ülkemizde, yaygın ve sistematik olarak  kadına karşı  gerçekleşen fiziksel, psikolojik, ekonomik ve  cinsel her türlü şiddet vakaları ile ilgili  yapılan yargılamalarda,  fail erkeklere karşı sergilenen tutumlar ve adaleti gerçekleştirmekten uzak kararlar düşünüldüğünde “hukuk”  üzerinde bu yönden bir kez daha düşünmemizi  gerekli kılar. Çünkü; hukuk, toplumu çatışmalardan temizleyen, davranışları yönlendiren,  toplumsal egemenlik ilişkilerini örgütleyen ve meşrulaştıran, yaşam koşullarına biçim veren ve gözetimini yapan toplumsal bir “alt sistem” olarak, kadın hakları, cinsiyet eşitsizliği ve kadına yönelik şiddet sorunlarının bütün yönleri ve  bağlamlarıyla, merkezinde olan bir alandır.

Türkiye’de; var olan toplumsal cinsiyet kurgusu, kadına yönelik şiddet ile hukuk kuralları ve hukuki söylemi arasındaki ilişki, bu bağlamda genel olarak üç görünüm altında ortaya çıkıyor.

- Hukuk kuralları bazen, kadın vücudunun şiddete maruz kalmasına kendileri olanak veriyor veya yol açıyor. Bu durum özellikle; güvensizlik ve fiziksel istismar karşısında, sığınak arayan kadınları teşvik eden ve onları- yetersiz de olsa- korumayı amaçlayan hükümler yoluyla meydana geliyor. Böylelikle kadın (bedeni); gerek algısal boyutta gerek birer gerçek olgu olarak, şiddete, baskıya maruz kalan, kaçmaya, sinmeye, boyun eğmeye şartlanmış bir bedene indirgenmiş oluyor.

-Hukuk kuralları bazen de; kadın vücudunun anneleştirilmesini güçlendiriyor ve bu oluşumu destekliyor. Bu destekleme; annelik statüsü ile çatışan davranışların yasaklanması veya cezalandırılması ya da çocuk doğuran kadınların sorumluluklarını dikkate alarak, onların ödüllendirilmesini içeren hükümler yoluyla yapılıyor. (Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun, kürtajı sınırlayan kurallar vb). Tüm bu düzenlemeler ve uygulanma biçimleri; “kadın vücudu annelik içindir” anlayışının kurumsallaştırılmasına yol açıyor.

-Hukuk kuralları kimi zaman; kadınlara bazı olanaklar tanımak, bazen de vesayet altına almak suretiyle, kadının beden olarak cinselleştirilmesine katkıda bulunuyor veya olanak tanıyor. Bu durum; özellikle kadın bedenini erotize eden reklamcılık gibi uygulamaları meşru kılan kurallar yoluyla gerçekleştiriliyor. Aynı cinselleştirme; cinsel saldırılar karşısında kadını korumak amacıyla düzenlenen kuralların uygulanması durumunda da söz konusu oluyor. Zira hukuk kuralları, kadınların cinsel konumlarını, tercihlerini, yaşam biçimlerini sorgulayabiliyor; iffetli, namuslu vb. kavramlarda ifade bulan gelenek, örf/ adet ve farklı ahlak anlayışlarından kaynaklı değer yargılarına göre belirlenen konumlarına bağlı olarak, onlara farklı koruma sağlıyor veya bu korumadan mahrum bırakabiliyor. Bütün bu düzenlemelerde kadın; bedensel, cinsel bir nesne konumuna sokuluyor. “Sahip olunabilir/ ihlal edilebilir” olduğuna dair bir anlayış oluşturuluyor. (Şule Çet davasında sanık avukatlarının, uzman sıfatlı(!) bir erkeğe hazırlattıkları raporda yer alan: “Bir kadın bir erkekle tenha bir yerde alkol içmeyi kabul etmiş ve hele erkeğin yalnız yaşadığı evine, odasına giderek birlikte içmiş olursa, cinsel ilişkiye rıza göstermiş sayılır” söylemi çerçevesinde “kadının bakire olmaması, öğrenci iken çalışması, erkeklerle tokalaşması, gece dışarıda gezmesi” şeklinde geliştirdikleri ve mağduru yaşam tarzı, hak ve özgürlükleri üzerinden suçlayıcı savunma ve söylemlerinin yargıç tarafından dava dosyasına kabul edilmesi, bu anlayışın sonucudur.)

Açıklanan bu hukuksal bağlamların tümünde kadın; özerk bir insani varlık değil, ailenin –toplumsal kurumun- bir parçası olarak tanımlanıyor, o kurumu temsil etmekte olana (babaya ya da kocaya) ait görülüyor. Dolayısıyla kaçırılması, cinsel saldırıya uğraması halinde de; kendisinin değil, öncelikle ona sahip olanların mağdur olduğu yönündeki geleneksel anlayış, belirleyici konumda bulunuyor.

Bütün bu sonuçları doğuran hakim toplumsal cinsiyet kurgusu ve kaynağındaki kadın ile erkeğin eşit olmadığı yönündeki anlayış; kadına yönelik saldırı/şiddet eylemlerinin artmasına yol açıyor; bunların önlenmesine ilişkin etkin, kalıcı ve sürekli bir çözüm oluşturulmasına da engel oluşturuyor. Zira; erkeklerin kadınlara şiddet uygulaması, kadın erkek eşitsizliğinin yarattığı bir sonuçtur. Söz konusu toplumsal cinsiyet kurgusu ve anlayışının örgütleyicisi AKP, bu gerçeği görmezden geliyor.

Sorun ile mücadele adı altında; toplumsal yaşamın her alanında, kadın için var olan eşitsizliği dolayısıyla şiddeti yaratan ve sürdüren koşulları değiştirmeden, hatta daha ağırlaştırarak, salt hukuksal imkân ve tekniklerden ibaret düzenlemeler, mekanizmalar öngörüyor. Böylece sorunu kurumsallaştırıyor ve üstünü örtüyor. Sorunun temelini ve yapısal koşullarını örten bu anlayışın ürettiği hukuksal düzenleme ve mekanizmaların sayısı artarken; aynı şekilde şiddet gören, öldürülen kadınların sayısı da artmaya devam ediyor. 

Farklı bir toplum, farklı bir yeniden üretim modeli oluşturma mücadelesi: Sorunlu yaklaşımları aşmak

Kadınlar, hak özneleri olarak, dokunulmazlıklarını güvence altına alan bir eşitlik olmadan sorunun çözülemeyeceğinin farkındalar. Bunun için de;  farklı bir toplum, farklı bir yeniden üretim modelinin, hukuksal, siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel koşullar bütününün, farklı bir dinsel yaşam anlayışının, laiklik temelinde yeni bir toplum yönetimi anlayışının gerekli olduğunu biliyorlar. Bunun da ancak, birey ve şirketlerin  kar etmesi, bu karın aktarım, payaşım, çoğaltım  ve dolaşımını güvenceye alan  (hukuk, siyaset, ahlak vb.) alt toplumsal sistemler bütünü olan  kapitalizmin karşısında,  yaşamı yeniden var edecek  üretimin temel araçlarını geri alma mücadelesi ile gerçekleşebileceğini görüyorlar. 

Böylesine kapsamlı yapısal ve düşünsel bir toplumsal dönüşüm ile ancak; var olan toplumsal cinsiyet kurgusu değişebilir. Kadın bedeni ile onun kamusal sunumu, eşitlik temelinde yeniden yapılandırılabilir. Kadınların kendi vücutları üzerinde bağımsız karar verme hakkının temel bir hak olduğu anlayışı kurumsallaşabilir. Kadınlar için; onları kişisel gelişim olanaklarından vazgeçmeye, belirli bir yaşam biçimini seçmeye zorlamadan, toplumsal kararlara katılmalarını olanaklı kılan pozitif eşitleme politikası hayata geçirilebilir.

Bunun bilinciyle şu andaki hedef Yeşim Arat ‘ın saptadığı gibi: “Kadınların;  dini bütün hayatlar sürmeye teşvik etmeden önce, kendi hayatlarına ve ne yapabileceklerine dair asli tercihlere sahip olmalarını sağlayacak koşulların oluşturulmasının mücadelesini vermektir.  Bunun için de; dini kurallardan ziyade laik, eşitlikçi yasaların anayasal güvence altına alındığı bir siyasi bağlam oluşturma gereği ve zorunluluğu bulunmaktadır”. 

Bu bağlam içerisinde oluşturulacak kadınları toplumsallaştırmayı amaçlayan tam anlamıyla özümsenmiş bir haklar öğretisi, dolayısıyla,  kadınların dokunulmazlığını ve cinsel kimliklerini bireysel ve toplumsal yaşam alanlarında (mekan ve görünüm biçimleri de dahil olmak üzere) koruyan bir tanıma politikası oluşturulabilir.

Bu politika; kadına yönelik cinayetlerin, her türlü şiddetin önlenmesi için etkin, kalıcı ve bütünsel ( şiddetin gerçekleşmeden önlenmesi, gerçekleşmiş ise sonuçlarının olabildiğince telafi edilmesi-giderilmesi ve bu fiillerin gerçekleşmeyeceği toplumsal koşulların yaratılması) tedbirlerin oluşturulmasında ve bir arada uygulanmasında; öncülleri ve norm oluşturma yöntemleri doğru belirlenmiş olan hukukun öncelikli bir araç olduğu gerçeğini kabul etmelidir. 

Ancak daha da önemlisi, bu vurguyu yaparken aynı zamanda, bu eylem biçimleri ile etkin mücadele için hukuksal düzenlemelerin tek başına yeterli olamayacağını; gerekli olan düzenleme ve önlemleri; hukuksal imkan ve tekniklerden ibaret görmenin, onların kapsamını ve normatif anlamlarını daraltmak olduğunu, bu bakış açısı ile oluşturulacak her türlü tutum ve yaptırımın; yeterli, etkili, orantılı ve caydırıcı olmaktan uzak kalacağı, ancak geçici sonuçlar yaratabileceği gerçeğini de, çarpıcı, uyarıcı bir şekilde ortaya koymalıdır.

Dolayısıyla, bu politika gereği öncelikle; erkek ve kadın eşitliğinin fiili olarak tüm toplumsal, kamusal alanda sağlanmasının devletin amaçlarından biri olduğu Anayasa’da düzenlenmeli; Anayasanın “Bütçenin Hazırlanması ve Uygulanması” başlıklı 161. Maddesine; “bütçenin oluşturulması, yönetimi ve kaynakların dağıtılması cinsiyet eşitliğini sağlayacak şekilde gerçekleştirilir. Kaynaklar bu amaçla cinsler arasında adil şekilde dağıtılır. Buna ilişkin düzenlemeler kanunla düzenlenir”. (Gender Budgeting) hükmü eklenmelidir. Bu anlamda modern hukuk devletlerinde (örneğin Avusturya’da olduğu gibi) toplumsal, kamusal alanda cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik bir hukuksal mevzuat oluşturulmalı; Cinsiyetlerarası Eşit Muamele Kanunu ve İş Alanında Kadın Erkek Eşitliğine ilişkin Kanun; Annelerin Korunması Kanunu ve Cinsiyet Eşitliği Avukatlığı Kanunu; Orduda Görev Yapan Kadınların Eğitimi Kanunları hazırlanmalı, derhal yürürlüğe konulmalıdır. Bu konuda uzman mahkemeler ve Kadın Erkek Eşitliği Denetçiliği Kurumu (Ombudsaman) oluşturulmalıdır. Hükümetin kadın ayrımcılığının önlenmesi ve bu ayrımcılığın yarattığı mağduriyetlerin kaldırılmasına ilişkin politika ve icraatlarının değerlendirilmesine ilişkin yıllık rapor hazırlaması ve bu raporun TBMM ‘de görüşülmesi sağlanmalı, bu yönde bir yasal düzenleme yapılmalıdır. Sivil toplum kuruluşlarının bu yıllık raporlarla ilişkin; görüş, öneri ve talepleri öncelikli olarak ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. 

Kadın hakları mücadelesi "eylem planlarına" sığmaz!

Kadınlar; AKP’nin, bu yönde  herhangi bir adım atmayacağının bilincindeler. Buna bağlı olarak, yağma ve rant üzerine kurulu, devasa bir dış borç ve cari açık içinde olan, yüksek faiz için gelen sıcak paranın ülke kaynaklarını tükettiği, yoksulluk ve işsizliğin, pandemi koşulları içinde yaşamsal bir yıkım dönüştüğü, sistematik intiharlara yol açtığı bir ekonomik krizi ötmek, iç ve dış siyasi çıkar amaçlı olarak beklentileri karşılamak amacıyla hazırladığı (2014 ve 2019 yıllarında da benzeri ilan edilmiş olan)  ‘insan hakları eylem planının’ inandırıcı olmadığını biliyorlar. AKP’ nin, insan haklarını ve bu hakların, kadınlar için oluşturulmasını gerekli kıldığı koşulları düzenleyen  kurallardan oluşan kadın haklarını korumak, hakların koruduğu özgürlüklerin yaşanacağı bir toplumsal düzen ve  siyasal sistem oluşturmak gibi bir önceliği, politikası ve amacı olmayacağını, tüm bunların kendi ideolojik yapısıyla, siyasal varlığı ve yönetim anlayışıyla uyuşmadığını (sistematik hale gelmiş Anayasayı, yasayı ihlal etme, mahkeme kararlarını tanımama ve uygulanmasını engelleme, yargının tarafsız ve bağımsızlığını kaldıran atama ve telkinlerde bulunma, anayasal ve yasal hak ve özgürlüklerini kullananların, her ağzını açanın yargılanma ve hapis ile tehdit edilmesi, kayımlar, fezlekeler  gibi  uygulamalardan) görüyorlar. Yaşamın her alanında varlıklarını ve dokunulmazlıklarını güvence altına alan bir eşitlik, adil ve özgür bir toplumsal düzen ve yaşam istemiyle, eylemlilikte daima var olacaklar. Yalnızca 8 Mart’larda değil, her zaman ve yaşamın her alanında.!

Neval Oğan Balkız - Hukukçu, akademisyen. Dayanışma Meclisi üyesidir.