Fransa Devrimci Komünist Partisi Genel Sekreteri Cukierman yaşamını yitirdi

Fransa komünist hareketinin değerli üyesi Maurice Cukierman yıllardır mücadele ettiği kansere önceki gün yenik düştü.

Haber Merkezi

1949 doğumlu Maurice Cukierman inatçı bir komünist ve aynı zamanda sanat tarihçisiydi. 1963'te Komünist Gençlik'e ve 1968'de Fransız Komünist Partisi'ne (PCF) üye oldu. Vietnam ve Portekiz halklarıyla dayanışma çalışmalarına katkı koydu. 1976'da PCF'nin proletarya diktatörlüğü hedefinden vazgeçmesine ve Sovyetler Birliği düşmanlığına başlamasına muhalefet etti. 1982'de PCF içindeki muhalif komünistlerin Merkez Komite'ye bu doğrultuda yazdığı mektubun imzacılarındandı. 1991'e dek PCF'nin apartheid rejimine karşı mücadelesinde sorumluluk üstlendi ve Güney Afrika halkıyla dayanışmasını bu konuda yazdığı bir kitapla güçlendirdi. PCF içindeki muhaliflerin 1994'te çıkarmaya başladığı Intervention communiste gazetesine yazılar yazdı. 1999'da PCF'den ayrılıp "Devrimci bir Komünist Partinin Kuruluşu için Komünist Koordinasyon" adlı oluşumun kuruluşunda yer aldı. 2016'da kurduğu Fransa Devrimci Komünist Partisi'nin (PCRF) genel sekreterliğini yaptı. 2017 seçimlerinde Hauts-de-Seine bölgesinde bu partinin adayı oldu.
 
PCRF Merkez Komitesi dün yayımladığı açıklamada Maurice yoldaşın ailesine başsağlığı dilerken zorlu mücadeleyi onun çizdiği devrimci yolda onun bıraktığı mirasın verdiği güçle devam ettireceklerinin altını çizdi.
 
Maurice Cukierman ilerleyen hastalığına rağmen son anına dek mücadelesini büyük bir coşkuyla sürdürdü. 2019 Şubatı'nda Türkiye Komünist Partisi'nin girişimiyle Avrupa Komünist İnisiyatifi çatısı altında düzenlenen 'Komünizm için Mücadele: Yüz Yıllık Miras' toplantısı için İstanbul'a gelen komünist parti temsilcileri arasında Cukierman da bulunuyordu. 

 
Cukierman'ın Notre-Dame Katedrali'nin yanması üzerine yaptığı değerlendirmeyi daha önce soL okurları için paylaşmıştık. 
 
Cukierman'ın aşamacılık konusunda yazdığı bir kuramsal makaleyi Türkiye Komünist Gençliği Uluslararası İlişkiler Komitesi'nin çevirisiyle yayımlıyoruz: 

Temel bir stratejik sorun: ‘aşamacılık’

Bütün ülkelerde uluslararası komünist hareketin karşısına çıkan önemli stratejik sorulardan biri şudur: devrimin inşaası, geniş kitlelerin ve işçi sınıfının örgütlenmesi için bir toparlanma aşamasını, sosyalist devrimi hazırlayacak ve ilerici hükümet adı altında “burjuva” devletinin organlarına katılmaya kadar gidecek bir demokratik, anti-emperyalist aşamayı gerektirmekte midir? 

Burada “burjuva”yı hükümetin sınıfsal içeriğini anlattığı için tırnak içine alıyoruz. Gerçekten de varolan devletin bir parçası olarak hükümet tamamen burjuva toplumunun çıkarlarını yönetmekle yükümlü bir hükümettir.

Ele aldığımız sorun, görünüşüne kıyasla, politik anlamda oldukça karmaşık, neden?

Çünkü bu sorun, başlangıçtan bu yana, işçi sınıfının devrimci mücadele tarihiyle ilgili. Temel çelişki sömüren sınıflar ve proletarya arasında olsa da aslında Marx ve Engels döneminde toplumun gelişimine damga vuran burjuvazi ve feodal aristokrasi arasındaki çelişkiydi. Cumhuriyet biçimini hedefleyen savaşım, örneğin, işte bu bakımdan acil bir siyasi konuydu, tıpkı burjuva demokrasisi ya da ulus sorunu gibi. Komünist Manifesto’da yazarlar, komünistleri diğer devrimcilerden nelerin ayırdığına dikkat çekmişlerdi. Fakat 1848’den sonra işler değişti, Paris’te yapılan Haziran Devrimi ve devamında Avrupa’daki devrimci hareketlilik, burjuvaziyi, özellikle Almanya’da, gericiklikle ittifaka sürükleyecekti. Öte yandan, Rusya’daki otokratik imparatorluğunsa devrilmesi gerekiyordu.

Kapitalizmin emperyalizme dönüşmesiyle önemli değişikliklerin yaşanması 20. yüzyılın başına denk geldi. Bunun işçi hareketi ve İkinci Enternasyonal üzerinde de ani etkileri oldu: Aslında Marx ve Engels Komün’den beri işçi sınıfını tam olarak devrimci olmayan bir bağlamda (kimse kusura bakmasın ama ne goşist ne de Troçkist anlamda) gerçekleşecek bir devrime hazırlamanın gerekliliğini vurguluyordu, oysa siyasal yaşama seçimleri de içeren biçimde katılan, küçük burjuva egemeliğindeki kitlesel işçi partilerinin kuruluşu parti programıyla seçim programını birbirine karıştırıyordu. 1898’de revizyonizmin ortaya çıkışı (Bernstein) sorunu arka plana “itti”: revizyonizm devrime giden yolda bir aşama değil, artık gerekli görülmeyen devrimin reddi olarak sunuluyordu. Nitekim Almanya’da Bernstein’a, Fransa da Millerandizm’e (SFIO’nun kuruluşu ve bir burjuva hükümete katılmanın reddedilişi) karşı büyük bir cephe açıldı. Aşama sorunu bir süreliğine aşılmış gibiydi. Fakat oldukça kısa bir süre içerisinde, bu sefer emperyalist çekişmenin tam da ortasında yer alan bir partide, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nde bolşevik-menşevik cepheleşmesinde ortaya çıktı. Menşeviklerin stratejisine göre hazırlanacak devrim aynı 1789’da Fransa’da olduğu gibi bir burjuva devrimiydi, sosyalist devrimeyse sıra daha sonra, ilk hedefler gerçekleştirildikten sonra gelecekti. Bolşeviklerse stratejilerini asgari ve azami programlarla tanımladılar. Asgari program işçi sınıfını burjuva devriminin hedeflerini yerine getirmek için seferber etmeye, bunu otokratik devletin yok edilmesine ve bir proletarya devletinin kurulmasına dayanan bir proleter devrimi perspektifiyle yapmaya adanmıştı. 1905 devrimi bu yaklaşımın haklılığını gösterecekti. Buna karşın, sosyal demokrasinin sol kanadı 1912’de menşevikleri desteklemeye gidecek kadar  kuşkulu (Rosa Luxemburg) yaklaşıyordu.

Bu sorunu karikatürize ederek de olsa çözen pratik oldu: emperyalist savaşta burjuvazinin desteklenmesi, zaferi kazanmak ya da statükoyu yeniden kurmak (açıkça sosyal-şovenler ya da merkezci Kautksyciler) ve devrimi sonra yaparız!

Rusya’da gerçekleşen 1917 Şubat Devrimi sosyalist hareketin uygulamada neler yapması gerektiğini ortaya koydu. Menşeviklerin “aşamacı” stratejisi onların oportünist karakterini de ortaya çıkardı: “Aşama”, devrimin anarko-sendikalist kuramcı Georges Sorel’in “genel grev”i “mit” olarak gördüğü gibi hiç ulaşılamayacağı bilinen bir ideal olarak tahliye edilmesinin bir yoludur. Bütün bu saklanma ve hapis dönemi sonrasında Lenin dışında bolşevikler kısa süre içinde taktiklerinde ve stratejilerinde tereddüt etmeye başlamışlardı (bu sorun Nisan Tezleri’nde ele alındı). Lenin’e göre yaklaşan devrim süreci proletaryanın kendi çizgisinde bağımsız hareket etmesini gerektiriyordu: geçici hükümete hiçbir destek yok, küçük burjuva akımlarla (menşevikler ve SRlar) ittifak yok, “bütün iktidar Sovyetlere” yani işçi sınıfına ve halkın kuvvetlerine. Parti ve Lenin bu düşünceler dolayısıyla “maksimalizmle” (goşizmle, kendi tutkularını gerçeklerin yerine koymakla) suçlanacaktı. Oysa Ekim Devrimi’yle zaferi kazanacak olan işte tam olarak bu çizgiydi ve rakipleri kendi duruşlarının asıl hedefe ihanetten başka bir şey olmadığını kanıtlayacaktı!

Komünist Enternasyonal’in kurulmasıyla beraber “aşama” sorunu Avrupa ve Kuzey Amerika’daki işçi hareketlerinde olmasa da, emperyalizmin egemen olduğu ülkelerde sömürgecilik karşıtı ulusal bağımsızlık hareketlerinde kendini gösterdi. Lenin’in “geriden gelen ülkelerde” sosyalist devrim ihtimalini değerlendirdiğini aklımızdan çıkarmayalım. Bilhassa ulusal kurtuluş devriminin emperyalizmi alt etmek için toplumsal dönüşümü sağlayacak ekonomik temeli yaratmada SSCB’ye ve sosyalist kuruluşa dayanması gerekiyordu. 1923’e dek Enternasyonal için, işçi sınıfı için acil olan sosyalist devrimdi. Dünya Savaşı’nın ardından burjuva devletlerinin dizilimi istikrardan uzaktı, strateji Sovyetlere yani ikili iktidara dayanıyordu (Bir Çocukluk Hastalığı’nda Lenin bunu devrimci hareketin duraklama yaşayabileceği ve kapitalizmin görece istikrarlı bir dönem görebileceği biçiminde açıklamıştı). “Aşama” sorunuysa Lenin politik ömrünü doldurduktan sonra Troçki’nin Sovyetler Birliği’nin geleceği üzerine yazdığı tezlerde (bizi troçkizmle suçlayanlar önce gidip bu tezlere bakıp kendilerini sınaması gerekir!) tekrar gündeme geldi: Tek ülkede sosyalizm imkansızdı, (sürekli) bir dünya devriminin utkusunu beklemeliydi ve “işçi hükümetleri” (troçkistlerin varsayımının tersine bunlar “sosyalist” hükümetler yani proletarya diktatörlüğü değil) hedeflenmeliydi. Bu duruşu biraz incelersek bunun “devrimci” bir kelime oyunuyla menşeviklerin stratejisinin yeniden uygulanması olduğunu görürüz. Nitekim, Komünist Enternasyonal bu çeşit bir oportünizmi geri çevirirken Troçki ve hempaları da “karşı devrim solu”nun saflarına katıldı.

Dahası, Komünist Enternasyonal kapitalizmin göreli istikrara kavuşmasının ardından kendi aşamalarını sabitledi: komünist partilerin bolşevizasyonu, ulusal kurtuluş örgütlerinin kurulmasına destek vb. İyi de bu aşamaların bizim ilgilendiğimiz sorunla hiçbir ilişkisi bulunmuyor. Koşulların değişmiş olmasına, devrimin artık “ivedi” bir sorun olmamasına rağmen siyasi durum ile devrim arasına girecek bir “aşama”nın reddi neye dayanıyordu? Emperyalist dünya savaşı ve Ekim Devrimi’yle birlikte krizlerin kapitalizmin özgün niteliği haline geldiği gerçeğine ve bu dönemin dünya ölçeğinde kapitalizmden sosyalizme geçiş evresi olmasına dayanıyordu. 1929 krizi ve Komünist Enternasyonal’in VI. Kongresi, bu çözümlemenin gerekliliğini onaylamak durumundaydı.

Buna karşın “aşamacılık” 1936’da (Enternasyonal kongresinin toplandığı 1935 yılı olmadığı için tarih önemli) özellikle İspanya ve Fransa’da Halk Cephesi politikalarıyla güçlü biçimde komünistlerin saflarına geri gelecekti. Bu dönem boyunca Enternasyonal’in ve ilgili partilerin yönetimleri, komünist partilerin burjuvaziye karşı harekete geçmesi yönünde ve faşizmin sınıfsal köklerini -Komintern’in analizine göre tekelci burjuvazi- kapitalist toplumda bulduğu konusunda hiçbir müdahalede bulunmadı. Kitleleri siyaseten doğrudan kapitalizmin toplumsal temeline yönlendirme (bir devrimci cepheleşmeyi hazırlama) gerekliliği göz ardı edilerek yalnızca anti-faşist barikata vurgu yapıldı. Bu sapmanın (Kongrenin kararları bu yönde değildi.) nasıl gelişebildiğini kavramak gerek: komünistlerin politikası Halk Cephesi politikasıydı. Sosyal demokrasi onu baltalamayı bir an için bırakmamıştı, troçkistler ve anarşıstler onu Devrim namına çatlatmaya (devrimci bir cepheleşme derken biz bu durumu değil partinin kitleleri hazırlamasını kastediyorduk) çalışıyordu. Radikal Parti gibi küçük burjuva partileri de cabası! Burjuvazinin bütün güçleri birleşmişti ve iki temel amaçları işçi sınıfının kadrolarının ve Sovyetler Birliği’nin ortadan kaldırılması ve dünyanın yeniden paylaşılmasıydı. Enternasyonal bunu dikkate almadan edemezdi. Ejov’un (1935’ten 1938’e dek güvenlik sorumlusu) suç örgütüyse bu politikaya karşı eleştirel duruşları olan ya da bundan kuşkulanılan yöneticilere (Bela Kun) saldırarak bu politikada önemli bir rol oynadı.

Komünist hareketin “aşamacılık”la bir sonraki karşılaşması Nazi işgalinden çıkışa denk geldi. Bu defa kalıcı olarak yerleşti. Kendini farklı biçimlerde gösterdi.

Önceleri proleter olmayan ama burjuva da olmayan (dolayısıyla sosyalizme doğru bir aşama olan) devletler olarak sunulan halk demokrasileri işte böyle ortaya çıktı. Açıkçası, Doğu Avrupa toplumlarını sosyalist dönüşüme yönlendiren sınıf mücadelesinin mantığı bile buna dayanıyordu. Bulgaristan Komünist Partisi’nin V. Kongresi sırasında, 1946 yılında halk demokrasilerinin proletarya diktatörlüğünden kaçınmaya imkan vereceğini ilan eden Georgiy Dimitrov, bu konu hakkında yerinde bir eleştiri yapmış ve partinin bu süreçte geç kaldığını göstermişti. Raporunda şöyle diyordu, “Büyük Millet Meclisi seçimlerinin yapıldığı ve hükümetin Partimizin ivedi önderliğinde kurulduğu bu koşullarda; üretici güçlerin gelişimini, ülkenin iktisadi gücünün büyümesini, emekçilerin refahını sağlamak sermaye sınıfının iktisadi temeline köktenci bir biçimde saldırmaksızın mümkün olmayacaktı. Bulgaristan deneyimi faşizmi doğuran kapitalizmin çözülüşü ve burjuva demokrasisinin organik krizi koşullarında hiçbir ciddi ve kalıcı demokratik reformun mümkün olmadığı yönündeki, kapitalizmin dayanaklarını söküp atmadan, sosyalizme doğru adım atmadan ilerlenemeyeceği yönündeki Leninist tezleri doğruluyor.”

Burada ayrıca 1936-1939 yılları arasındaki taktiğin Marksist-Leninist eleştirisinin yapıldığı da saptanabilir.

Ekliyor:

Öte yandan, bir gecikme yaşandığı belirtilmeli... Parti’nin büyük bir bölümü eski eylem talimatları doğrultusunda çalışmaya devam etti. Gerici muhalefetin yenilgiye uğratılmasını ağırdan aldık. Koşullar büyük sermayenin hakimiyetini bütünüyle ortadan kaldıracak kesin önlemleri uygulamaya imkan verirken, sosyalizmin temellerini ülkemizde daha da kalıcı biçimde yükseltmek için gereken olanaklar ve güçler elimizdeyken biz sanayicilerin ve tüccarların özel çıkarlarıyla devletin genel çıkarlarını uyumlu hale getirmek hakkında konuşmaya devam ediyorduk... Fakat şunu da söylemek gerekir ki sosyalizme geçiş o dönemde bize göreli olarak uzak bir geleceğin sorunu gibi görünüyor, dahili ve harici koşullar böylesi köklü bir dönüşüme girişmemize henüz izin vermiyordu... Bu bir kez daha Marksist-Leninist ilkeleri benimsemenin onları toplumsal gelişimin her aşamasında, istenen zamanda ve doğru biçimde uygulamaktan daha kolay olduğunu doğruluyor.

Ardından, halk demokrasilerinin sosyalizmin kuruluşunda proletarya iktidarının bir biçimi oluşuna, dünya ölçeğinde emperyalizm karşıtı mücadeledeki yerine dair bir çözümleme yapıyor.

Kongrenin kapanışında kongreye katılanlar ne demek istediğini anlamadığı için bu konuya geri dönüyor:

Marksist-Leninist konumlanışa göre Sovyet Rejimi ve halk demokrasisi rejimleri bir ve aynı iktidarın iki farklı biçiminden başka bir şey değil: kent ve kır emekçileriyle ittifak kurmuş ve onların önünde savaşan işçi sınıfının iktidarı. Bunlar proletarya diktatörlüğünün iki biçimi... Sosyalizme geçiş kapitalist unsurlara karşı ve ekonominin sosyalist organizasyonu için hareket eden proletaryanın diktatörlüğü olmadan olmaz.

Bu bütün halk demokrasilerinde tartışıldı. Devrimci hareketin hızını kesmeye çalışan, Tito’nun birliği bozduğu esnada nesnel olarak uluslararası burjuvazinin öncüsü olan uluslararası sosyal demokrasicilik oyunları çeviren farklı ülkelerden oportünist unsurlara karşı yoğun bir savaşım verildi. Karşı devrimin yükselişi sırasında halk demokrasilerini sosyalizmin alternatifi olarak sunan “partizanlar”ın (yalnızca Doğuda değil) ortaya çıktığı görüldü: ne burjuva ne proleter olan “demokratik” rejimler. Parti’nin güçlükler karşısındaki ideolojik zayıflıklarını fırsata çeviren ihanet içindeki yöneticilerinin bu yönelimin mirasçısı olup olmadıklarını kendimize sorabiliriz. 

“Aşama” kendini Batı’da ve Latin Amerika’da dayatıyordu. Fransa ve İtalya’da Direniş hareketlerinden kurulan hükümetlerle muazzam toplumsal kazanımlar elde edilmişti! Soğuk Savaş’ın neden olduğu ivedi siyasal perspektif yokluğu ve öyle ya da böyle 1973'e dek kesintisiz devam eden kapitalist büyüme sonucunda komünist partiler işçilere birlik için (sosyal demokrat ideolojinin ve siyasetin yenilgisi anlamında değil de sosyal demokrasiyle ittifak anlamında) ve “mutlu günlere” dönmek için mücadele vaadi verdi! SBKP’nin XX. Kongresi (1956), tıpkı Afrika’da kapitalist olmayan yoldan kalkınma tezi gibi, bu soruna zemin sundu. Bu sorunun üstesinden gelebilen tek parti, IV. kongresi sırasında Portekiz Komünist Partisi oldu. Bu tam da faşizmin devrilişine ve 1948’de Yunan yoldaşların yenilgisinden beri Avrupa’da gerçekleştirilen ilk sosyalist devrim girişimine denk geliyordu. Bugünse 1976'daki VIII. parti kongresinde Alvaro Cunhal’ın çıkardığı dersleri unutmuş görünüyorlar!

Fransa’da bu “sosyalizmin yolunu açan ileri demokrasi” (1968) oldu. Bu demokrasi işçi sınıfının sermayeye karşı son hücuma kalkışmasından önce geçilecek yol olarak sunuluyordu. Ama Sosyalist Parti'yle ortak bir programın katı çerçevesi içinde, burjuva iktidarı çerçevesinde! Toplumsal sorunu (örneğin eğitimin demokratik karakteri) neredeyse kapitalizm altında çözmeyi iddia eden bir programla. İşlerin sonunda nereye vardığını biliyoruz! Bu nedenle, ne olursa olsun, böyle bir fikrin, başka ifadeler kullanılarak dahi, gizlice bile, yeniden sunulabilmesi düşünülemez. Bu herhangi bir yerde olduğu gibi Fransa için de geçerlidir: Latin Amerika’daki “deneyimler” daha değerli olmasına karşın onlar da başka bir sonuca varmıyor: 1973'de Şili (sonrasındaki Bachelet hükümetleri başka bir durum), Sandinist Nikaragua, Farabunda Marti Cephesi’nin El Salvadoru, Cheddi Jagan'lı Guyana, Bolivya (sadece Evo Morales’inki değil) gösterdi ve bugünkü Venezuela gösteriyor ki emperyalist kapitalizme sosyalist devrimden başka üstün gelebilecek bir seçenek yok. Neden? Çünkü bu yaşadığımız dönem kapitalizmden  komünizme geçiş (sosyalist aşama) dönemidir. Bizler (proletarya ve onun öncüsü) tarihi bir yenilgi yaşadık, devrimci hareketi yeniden inşa edip işçi sınıfının özgüvenini yenilemeliyiz, ama çağ mağ değiştirmedik! Bu devrimci durumda olduğumuz anlamına mı geliyor? Hayır. Bu, stratejimize rehberlik etmesi gereken hedefin sosyalist devrim olduğu anlamına ve toplumsal dönüşümün politik bir “aşamasına” hazırlanmamız gerekmediği anlamına geliyor. Yapılması gereken, az ya da çok kısa vadede (ve şu anda, daha da çok...) işçi sınıfını ve tüm emekçileri taleplerin ve temel gereksinimlerin karşılanması için, demokratik haklar için, sermayenin siyasetine karşı harekete geçirecek ve gerçekten kazanmanın kapitalizmin devirmekten geçtiğini kavratacak bir programı öne sürmektir. PCRF Avrupa Birliği’nden kopmayı her şeyden önce bu bakış açısıyla, başka bir tamamen stratejik (ve dolayısıyla programatik) bir düzlemde değil de işte bu bakış açısıyla önüne koyuyor.

Olması gerekenleri güvence altına almak için de aşamalar olacaktır: partiyi yeniden kurmak, komünistleri birleştirmek, sendikacılığı sınıf içeriğine taşımak yönlendirmek, emperyalizme karşı savaşıma dayanan bir barış hareketini yeniden kurmak... Yalnız, “ileri demokrasi” ya da “toplumsal Cumhuriyet” gibi sosyalizm yolunu açan aşamalarla değil, çünkü bu yolun yol olmadığına inanıyoruz. Bu düşünceler burjuvazinin işlerinin yönetiminin (bu onun devlet aygıtı) proletaryanın çıkarlarını koruyabileceğine varıyor!

Görüldüğü üzere, oportünizme olan bu eğilimin ortaya çıkışı derin ve aslında “meşruiyetini” toplumsal ilişkilerin siyasal biçimlerde, seçimcilik ya da sosyalizme barışçıl yürüyüş gibi yanılgılardan, komünistlerin özgünlüğü olanın “unutuluşu”ndan alıyor: komünistlerin varlık nedeni işçi sınıfına kapitalizmi devirip sosyalizm-komünizmi inşa etmek için ihtiyaç duyduğu aracı vermekten başka bir şey değildir.

         PCRF Genel Sekreteri, Maurice Cukierman