Fernando E. Solanas’ın ardından: Devrimci öfkeye güzelleme

Temel tezi geçerliliğini koruyor: onurlu aydının yoksul emekçi halkla kol kola girip değiştireceği o dünyadayız hâlâ. 

Çağrı Kınıkoğlu

Solcu iseniz, sinema ile de ilgiliyseniz, tanışmamanıza olanak yoktur: “Devrimci sinema” veya “politik sinema” denince akla gelen sinemacılardan biriydi Fernando E. Solanas, dostlarının adlandırmasıyla “Pino”… Sinema, siyaset, devrim kelimeleri bir arada kullanılırken hemen akla gelmek, “uçuk kaçık yönetmen” veya “tabu deviren yönetmen” olmak türünden, oluşturulmuş bir imaj ya da marka değeri değildi, bir yaftalama da; bir mücadele sonucu hak edilmiş bir nitelikti.

Hemen söylemeli: Bugün bu nitelik, sahip çıkılması gereken, ihtiyaç duyulan, olmazsa olmaz niteliklerden biridir; sinemacı (sanatçı) kendini memleketine, emekçi halkına karşı sorumlu hissedip, yeteneklerini, becerilerini, birikimini, yıkıcı ve kurucu enerjisini, sanatını, bu sorumluluğun gereğini yerine getirmek üzere sonuna kadar seferber etmekle mükelleftir…

Sinema tarihi kitaplarında olmayan bu seferber ediştir ve bu seferberlik kerteriz alınmadan sinema tarihi yazılamaz aslında… Yirminci yüzyılın en önemli sinemacıları, bir sürü coğrafyada, o yüzyılın çeşitli evrelerinde, bu düsturla, bu ufukla yola çıkıp sinema sanatına damga vuran eserler ortaya koydular. Solanas’ın, Octavio Getino ile birlikte ürettikleri büyük film, bir belgesel olmanın çok ötesine geçen “Fırınların Saati” de (La Hora de los Hornos, 1968) tam böyle bir filmdi, Latin Amerika’da İkinci Savaş sonrasında yükselen devrimci mücadelelerin bir dışavurumu gibiydi. Onlardan aldığı enerjiyi işleyip misliyle geri yükleyen bir dinamo gibiydi. İzleyicisini, Che’nin yüzüne bakacak cesareti kuşanmaya çağıran bir bildiri gibiydi.

Toplumsal değişim arayışı sinemayı da değiştiriyor

ABD önderliğinde emperyalizm Avrupa ve sosyalist ülkeler dışında tüm dünyaya kan kustururken giderek kendi karşıtını da üretmiş, anti-emperyalist bağımsızlık mücadeleleri, emperyalist sömürüden kurtularak kalkınma, toplumsal adalet ve eşitliğe ulaşma arayışını körüklemişti. Çin Devrimi, Küba Devrimi, Mısır’da, Cezayir’de, Irak’ta, Suriye’de, başka pek çok Ortadoğu, Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkesinde yankılanıyor, emperyalist-kapitalist olmayan yol arayışları giderek güçleniyor ve arayışlar sosyalizme yöneliyordu.

Arjantinli Solanas, Getino ile birlikte “Bir Üçüncü Sinemaya Doğru” manifestosunu yazarken, bu siyasal dinamikler ve mücadelelerle birlikte soluk alıp veriyordu. Onurlu aydının, yoksul emekçi halkla kol kola girdiği, siyasallaşıp örgütlenerek, dünyayı değiştirmeye soyunduğu yıllardı. Yazarları, bu çok önemli manifestoyla1, pazarda satılan herhangi bir maldan farkı kalmayan gişe filmi ufkuna da, Marx’ın 11. Tez’de eleştirdiği “dünyayı yorumlamakla yetinen” ve kendini toplumsal mücadelelerden azade gören sinema anlayışına da kökten karşı çıkıyorlar ve bir üçüncü sinema anlayışına duyulan ihtiyacı tespit edip, bu boşluğu doldurmaya soyunuyorlardı.

Solanas’ın, Getino, Sanjines, Rocha, Espinosa, (…) gibi Arjantin’den, Brezilya’dan, Bolivya’dan  Latin Amerikalı yönetmenlerle açtıkları kulvardaki sinema anlayışında şu ortak özellikler dikkat çekiyordu: “i) mülksüzleştirilmiş emekçi yoksul halka bağlanma, ii) başta emperyalizm olmak üzere o halkın verili haline neden olanlara dönük büyük bir öfke ve iii) bu durumu değiştirmeye kararlı bir irade ve iyimserlik ufkunda ortaklaşma. Yoksul halka bağlıydılar çünkü ya kendileri de zaten o halkın içinden geliyordu ve zaten yoksulluk ve cefa göz yumulamayacak haldeydi. Emperyalizme dönük öfkeleri, kendi ülkelerindeki işbirlikçilere ve kozmopolit aydınlara kadar uzanıyordu çünkü halkın verili halini şu ya da bu nedenle mazur göstermeye soyunanlar, halkın emekçi karakterli, gelişkin ve topluma maledilebilecek bir kültür yerine dünyaya sermayenin gözlüğüyle bakmasına sebep olanlar, halka en büyük ihanetlerden birini yapıyorlardı. Toplumsal kurtuluş, tüm Latin Amerika'nın kurtuluşu, eşitlik ve özgürlük, ulaşılabilir ve gerçek hedeflerdi.”2

Belgesel sinemaya dönük özel bir ilgiyle üretiyorlardı: Filmleri adeta kendi memleketlerindeki sermaye sınıfını ve emperyalizmi yargılamaya yönelen birer dava dosyası gibiydi; imgesel gücüyle “yüksek sanat”ın duvarlarını topa tutuyordu bu filmler. Başta “Fırınların Saati”, Solanas’ın belgesel filmleri (“anlatılan senin hikâyendir” denilecek kadar, örneğin adeta Türkiye’yi anlatır gibidir), izleyicisine Arjantin’in (emperyalist merkezleri besleyen) bir tarım ve hayvancılık ülkesi olmaya hapsedilişinin, sanayileşme çabalarının nasıl sekteye uğratıldığının, egemen sınıfın kendi ülkesine ve halkına ihanet edişinin, bir toplumun nasıl cehalete ve emperyalist kültüre mahkûm edildiğinin ama bunlara rağmen bir halkın nasıl mücadele etmeye çalıştığının çarpıcı hikâyesini anlatır: Öfkesinden santim geri adım atmayan ve mücadele etmekten heyecan duyan yaratıcı bir ufuktur Solanas’taki.

Saldırıya karşı: önce savunma, sonra 'karşı saldırı'

Üçüncü Sinema, sinema tarihinde benzersiz değil elbette. 20. yüzyıl, farklı coğrafya ve tarihselliklerde, birçok önemli akıma da sahne oldu ve toplumsal değişim arayışı ile taçlandığı ölçüde tarihe geçti bu akımlar.

Toplumsal değişim arayışı ise, öylece değinilip geçilebilecek bir mesele değil. Geriye dönüp baktığımızda, sadece politik değil, pek çok toplumsal pratikte karşılıklarını görüyoruz: Arayış, gerçek ve radikal bir kopuşa yönelmediğinde, bugün artık açıkça söyleyebiliyoruz, politize olup sosyalizme yönelmedikçe, kendisi erozyona uğramakla kalmıyor, ilham verdikleri sıçramıyorsa, onlarda da erozyona yol açıyor. 

Solanas’ın “Fırınların Saati” ile hem sinema tarihinde hem kendi ülkesinde damga vurduğu çıkış, 1980’lerle birlikte, yerini daha melankolik ve kişiselleşmiş bir sinemaya bırakıyor.

Arjantin’de 1950 ve 60’larla birlikte bu kısa değinide giremeyeceğimiz ölçüde çalkantılı politik süreçler, bir tür sosyal demokrasi olan Peronculuk ile ivme kazanıyor ve Solanas kendi politik serüvenini bu sosyal demokrat çizgi ile ittifak ekseninde belirliyor. Memleketine dönük ilgisi ve sevgisi yine bir sorumluluk duygusu ve düşüncesiyle el ele vermiş olmakla birlikte, öncelikle Arjantin’deki sağcı ve emperyalist müdahalelerin yarattığı politik yenilgiler, askeri darbe ve diktatörlük dönemleri, melankoliye daha fazla alan açıyor. 1980’lerde yönetmenliğini yaptığı oyunculu / kurmaca filmler, toplumsal - politik süreçlerin kişisel izdüşümlerinin peşine düşüyor. Her biri oyunculu filmler olan “Tangolar” (El Exilio del gardel: Tangos, 1985), “Güney” (Sur, 1988), “Yolculuk” (El Viaje, 1992) ve “Bulut” (La Nube, 1998) filmlerinde, çarpıcı sahneler, ilginç fikirler, etkileyici müzikal yaklaşımlarla yüklü, yine önemli ve izlemeye değer işlere imza atıyor, düştüğümüz melankolikleşme ve kişiselleşme kayıtlarını akılda tutarak izlemek kaydıyla. Bu melankoli ve kişiselleşmeye, “Fırınların Saati”nden bildiğimiz ve bizi çarpan o sermaye sınıfına öfke yerine bir tür demokratikleşme özlemi de renk çalıyor. 

Oyunculu filmlerin ardından, yine belgesellere yöneliyor Solanas. “Yağma Anıları” (Memoria del Saqueo, 2004), “Hiç Kimselerin Onuru” (La Dignidad de los Nadies, 2005) ve “Uykudaki Arjantin” (Argentine Latante, 2007) filmleriyle yine Arjantin’in yağmalanışının tarihinin güncel boyutlarına bakıyor. Manzaralar sunduğu yıkım ve halka ödetilen bedeller, 1960’lardaki derinlik ve canlılıkla olmasa da izleyiciyi yine bir öfkenin ve mücadele gereksiniminin eşiğine getiriyor.

Sonsöz yerine: Bir teşekkür ve bir iddia

Başta vurguladığımız noktaya geri dönerek bitirelim: Kavramların kendisi tartışma götürse de, politik sinema / devrimci sinema dendiğinde akla ilk geliveren isimlerden biriydi, demiştim Solanas için… 1968’in “Fırınların Saati”nin üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçmişken, izlemeyeni artık hiç de az değildir. Dünya değişiyor, kuşaklar değişiyor ve izlenecek bir sürü şey arasında, Solanas’a sıra gelmiyordur herhalde… Oysa bir başka açıdan baktığımızda, Solanas izlemenin tam sırası! “Fırınların Saati”yle başlayıp oyunculu filmlerine ve 21. yüzyılın ilk on yılına baktığı belgesellerine yönelmek gerekiyor: Düşülen hataları tekrarlamamak, bir mücadele tarihini selamlamak ve mutlaka ama mutlaka emperyalizme ve sermaye düzenine öfkemizi kuşanmak için.

Teşekkürler “Pino”, aynasında kimi açılardan kendimizi de göreceğimiz bir tarihi, bir süreci belgelediğin ve ilham verdiğin için. Temel teziniz geçerliliğini koruyor: onurlu aydının yoksul emekçi halkla kol kola girip değiştireceği o dünyadayız hâlâ. 

Bir farkla:

Değiştirilmezse tükenecek – o yüzden mutlaka değiştirilecek!

  • 1. Bu manifestonun tamamı Türkçe’de ilk kez 2002 yılında Yeni İnsan Yeni Sinema dergisinin 10. sayısında Bülent Görücü çevirisiyle yayınlanmıştı.
  • 2. Kısaca özetleyebilmek için soL’da yayınlanan başka bir yazı için yazdığım notlardan aynen aldım.