Edebiyatımızda II. Abdülhamit istibdadı

Tarihsel olayları, kişileri değerlendirirken gerçeklere, olgulara sadık kalmadan doğru sonuçlara ulaşamayız. Tarih bilinci; bugünü daha iyi anlamak, sağlıklı bir gelecek inşa edebilmek bakımından son derece önemlidir. Günümüzde İslamcı çevrelerin Mustafa Kemal’e karşı çıkarabilecekleri bir tarihsel figüre duydukları gereksinim Abdülhamit’i daha da öne çıkarmıştır.

Turgay Çimen

Başka ülkelerde de böyle midir, sadece bize özgü bir durum mudur doğrusu bilmiyorum. Hemen her alanda olduğu gibi “Türk tarihi”,  buna yön vermiş kişiler başlığında da kafası karışık bir toplumuz. Aslında son yüz yılda değerli tarihçiler yetiştirdik. Dile ve tarihe karşı özel bir özen gösteren Mustafa Kemal Atatürk’e bu nedenle de şükran borçluyuz.

Toplumumuzun bir kesiminin hiç okumaması, bir kesiminin çok az okuması, tarihe bir bilim olarak bakamaması, kulaktan dolma bilgilerle yetinmesi, emperyal merkezlerin bu konuda da yönlendirici olabilmesi vb. bu kafa karışıklığının belli başlı nedenleri arasında sayılabilir.

En nihayetinde tarih bir bilimdir. Gerçeği merak eden insanlar tarihin bir kesitini, tarihe etkisi olmuş bir kişiliği övmek ya da yermek için okumaz. Osmanlı İmparatorluğu’nu, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Fatih Sultan Mehmet’i, II. Abdülhamit’i, İttihat ve Terakki’yi, Mustafa Kemal Atatürk’ü bir tapınma veya nefret objesi haline getiren okuma etkinliğinin gerçeğe yaklaşma olanağı neredeyse yoktur. Bizde çok ciddi başlıklar bile fanatik bir futbol taraftarı tutumuyla tartışılıyor. İşin kötüsü bu sıradanlığa ciddi akademik unvanlar taşıyan insanlar da sıkça düşüyor. Eğitilmemiş, ruhen ve aklen belli bir olgunluğa ulaşamamış kitleler içine düştüğü aşağılık kompleksini hamasetle bastırmaya çalışıyor. Ne yazık ki bu toplumsal yara yıllardır alabildiğine istismar ediliyor.

Bu yazıda son günlerde çokça konuşulan II. Abdülhamit yönetimini edebiyat metinleri üzerinden anlatmaya çalışacağız. II. Abdülhamit, kimilerine göre imparatorluğu 33 yıl istibdatla yönetmiş bir Kızıl Sultan, kimilerine göre de İslam’ın Ulu Hakanı’dır. Dönemin tanığı olmuş, Türk edebiyatına önemli yapıtlar kazandırmış edebiyatçıların ürünleri üzerinden döneme bir ayna tutmayı deneyeceğiz. Olabildiğince kişisel bir değerlendirme yapmadan yazarların yapıtlarına sadık kalmak temel ilkemiz olacak. Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi, Recaizade Mahmut Ekrem,  Tevfik Fikret, Mehmet Akif, Ali Suavi, Halit Ziya, Hüseyin Cahit, Halide Edip, Mithat Cemal, Nahit Sırrı, Şevket Süreyya, Yakup Kadri gibi döneme bir şekilde tanık olmuş edebiyatçıların şiirlerinden, anılarından, romanlarından vb. okuduklarımız bu yazının çerçevesi olacak.

Jön Türkler – Genç Osmanlılar

Modern aydın tarihimizin ilk sürgünleri Jön Türklerdir. Abdülhamit yönetimine karşı biri ülke dışında, diğeri ülke içinde iki ciddi muhalefet hareketi ortaya çıkmıştır. İlki siyasi alandadır. Kânûn-i Esasî’nin yürürlükten kaldırılmasına karşı siyasi mücadele yürüten Jön Türkler, çalışmalarını yurt dışında sürdürmek zorunda kalır. Paris, Londra ve Kahire bu hareketin örgütlendiği şehirlerdir. Abdullah Cevdet, Prens Sabahattin, Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa, Ali Suavi, Ahmet Rıza, İbrahim Temo Batılıların Jön Türkler, Genç Türkler adını verdiği Genç Osmanlılar olarak da tanınan yenilikçi, muhalif isimlerden bazılarıdır. 

Namık Kemal, Abdülhamit yönetiminin hışmına uğrayan ilk aydınlardan biridir. Vatan yahut Silistre adlı tiyatro yapıtının yarattığı toplumsal etkiden rahatsız olan Padişah imparatorlukta oldukça yeni olan modern tiyatro çalışmalarını yasaklar. Gedikpaşa’daki tek tiyatro binasını yıktırır, Namık Kemal’i de sürgüne gönderir. Namık Kemal Ömrünün kalan kısmını sürgünde geçirir. 

Yeni Türk edebiyatın kurucusu sayılan İ. Şinasi’yi daha kötü bir kader beklemektedir. Bir süre Paris ve Londra’da gazetecilik yapan ve meşrutiyet yönetimine dönülmesi için mücadele eden bu öncü aydın, Osmanlı – Rus Savaşı nedeniyle İstanbul’a dönmek zorunda kalır. İstanbul’da onu siyasi baskı, yoksulluk, dışlanmışlık beklemektedir. Kısa ömrüne birçok yeniliği sığdıran Şinasi hayatının son günlerini ağır baskı ve yoksulluk içinde geçirir.

Dönemin ilk kurbanları Mithat Paşa ve Ali Suavi’dir. Osmanlı’nın en yenilikçi valisi, devlet adamı kabul edilen Mithat Paşa; Ahmet Cevdet Paşa tarafından tutuklattırılıp Taif’e sürgün edilir, Mithat Paşa’nın hayatı Taif’te şüpheli bir ölümle son bulur. Ali Suavi ise etrafına topladığı bir kalabalıkla Saray’ı basar, Abdülhamit’i tahtan indirmek ister. Bu “Sarıklı İhtilalci” saray muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa’nın kafasına sopayla vurması sonucu hayatını kaybeder. 

Recaizade Ekrem faktörü

Abdülhamit Yönetimine karşı ikinci muhalefet imparatorluğun başkentinden yükselir. Edebiyat-ı Cedide, Servet-i Fünun gibi adlarla anılan edebi çevre Abdülhamit’ten adeta nefret eden, İmparatorluğun modern okullarında yetişmiş yetenekli gençlerden oluşur. Bu gençleri bir dergi etrafında toplayan Üstat Ekrem’dir. Talim-i Edebiyat’ın yazarı, Muallim Naci ile beraber Galatasaray Lisesi’nin iki etkili edebiyat öğretmeninden biri olan Recaizade Ekrem, Tanzimat’la başlayan yeni edebiyatın kazanımlarını tehlike altında görür. Modern Türk edebiyatının kazanımlarını korumak ve bu kazanımları geliştirmek için öğrencilerini Tevfik Fikret önderliğinde bir dergi etrafında toplar; Türk edebiyatının en yenilikçi, en verimli bir döneminin doğuşuna öncülük eder. Abdülhamit’le arasını iyi tutan Recaizade; etrafındaki yenilikçi ve yetenekli gençleri korur, yönlendirir. 

Edebiyat üzerinden Abdülhamit’e karşı en sert muhalefeti modern Türk şiirinin ilk büyük ustası kabul edilen Tevfik Fikret yapar. Fikret’in “Sis” şiiri dönemin ağır ruh halini yansıtması bakımından ilginç bir şiirdir.

“Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; / Örtün, ve sonsuz uyu, ey dünyanın koca kahpesi!” dizeleriyle sona eren şiir, baskı ortamının zehirlediği bir ruh halinin dışavurumudur. Daha sonra “Rücu” şiiriyle İstanbul için söylediklerini düzeltme ihtiyacı duyan şair, Sis’te İstanbul’u değil, dönemin baskıcı yönetimini eleştirdiğini söyler. Fikret, “Bir Lahza–i Ta’ahhur” adlı şiirinde de Abdülhamit’e karşı yapılan bir suikast girişiminin başarısız olmasından duyduğu üzüntüyü dile getirir.

Abdülhamit dönemindeki aydının genel ruh halini ve basın hayatını yansıtması bakımından Halit Ziya’nın Mai ve Siyah romanı önemli bir romandır. Dönem sansür dönemidir. Dürüst, ülkesini seven, ilkeli, gerçekleri yazan insanların ağır baskılara maruz kaldığı bir dönemdir. Köşe başlarını kişiliksiz, cahil, muhbir insanlar tutmuştur. Mai ve Siyah bu acımasız koşullarda idealist bir aydının, Ahmet Cemil’in, felaketini konu edinir. Bu dönemde genellikle gazetelerin bazı sayfaları boş çıkmaktadır. Sansür kurulunun izin vermediği yazılar basılamaz ve bu yazıların yerleri boş kalır. Türk edebiyatı tarihçiliği Servet-i Fünun Edebiyatı’nın bir bunalım edebiyatı olmasını dönemin ağır siyasi koşullarına bağlar. Servet-i Fünun dergisi, Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” makalesi sakıncalı bulunduğu için kapatılır, bu edebi topluluk dağılır. Hâlbuki makale oldukça masumdur. Makalenin içinde Fransız Devrimi’nden söz edilmesi derginin kapatılmasına gerekçe yapılır.

Kuntay ve Akif için Abdülhamit

Mithat Cemal Kuntay, Mehmet Akif’i anlattığı anı- biyografi özelliği taşıyan “Mehmet Akif Ersoy” adlı çalışmasında ilginç tanıklıklara yer verir. Yine “Üç İstanbul” adlı romanın ilk bölümü de Abdülhamit dönemi İstanbul’unu anlatır. Mehmet Akif, Sultan Hamit’i bir cuma namazı sırasında selamlıkta görür, bu karşılaşma Akif’i dehşet içinde bırakır ve Akif kusmamak için kendini zor tutar. Akif, kimi şiirlerinde Abdülhamit’e yönelik sert eleştiriler yöneltir. Romanda Abdülhamit’in Galata bankerlerinden aldığı yüksek faizli borç paralar, Mithat Paşa’nın ve Ali Suavi’nin katli, hafiye sistemi ve jurnalcilik, sansür, beceriksiz kişilere muhbirlikleri karşılığında verilen makamlar, Osmanlı- Rus Savaşı sonrası imzalanan Ayestefanos Anlaşması’nın ağır koşulları vb. üzerinde durulur.

Abdülhamit dönemini en iyi yansıtan romanların başında Halide Edib’in Sinekli Bakkal romanı gelir. Rabia, birçok yönüyle yazarın kendi hayatından derin izler taşıyan karakteridir. Rabia’nın babası Kız Tevfik, ortaoyunu ve Karagöz sanatçısı bir tiyatrocudur. Sıkı bir Abdülhamit muhalifidir, bu yüzden sürgün edilmiştir. Güzel sesli hafız Rabia, Zaptiye Nazırı Selim Paşa konağının müdavimlerindendir. Selim Paşa, Abdülhamit muhaliflerine karşı sert tutumuyla tanınan biridir. Öyle ki Selim Paşa, Jön Türklerle hareket eden oğlu Hilmi’yi bile falakaya yatırmaktan geri durmayacaktır. Halide Edib’in çocukluk ve gençlik anılarını anlattığı “Mor Salkımlı Ev” de Osmanlı’nın son elli yılına ışık tutan oldukça değerli bir yapıttır. Yazarın babası Mehmet Edip Bey, II. Abdülhamit’in önemli bürokratlarından biridir. Halide Edip’in büyüdüğü mor salkımlı ev dönemin birçok önemli şahsiyetini ağırlamış renkli bir mekândır.

Saray paranoyası

Halit Ziya’nın “ Kırk Yıl, Saray ve Ötesi” adlı iki anı kitabı romanlarından daha dolu ve etkileyici iki kitap. Mor Salkımlı Ev gibi bu iki kitap da imparatorluğun son elli yılıyla ilgili çok sıra dışı bilgiler veriyor. Kırk Yıl, hem İzmir’in hem de İstanbul’un o çok kültürlü hayatından ilginç anekdotlar sunuyor. Yazar, Duyun-u Umumiye‘nin uygulayıcısı konumundaki bir kurum olan Reji İdaresi’nde memurdur. Tütün, üzüm, tuz, incir gibi birçok ürünün satış tekelini elinde tutan bu kurum Abdülhamit döneminde Batılı devletlerin borçlarını tahsil etmek için kurup işlettikleri bir sömürge kurumudur. Bu kurumda genellikle Osmanlı’nın iyi eğitim almış, yabancı dil bilen gençleri çalıştırılıyor. Varlıklı bir ailenin üyesi olan ve siyasete mesafeli duran Halit Ziya, Saray ve Ötesi adlı kitabında Padişah Mehmet Reşat’ın sarayında protokol müdürü olarak görev yaptığı yılları konu edinir. İttihat ve Terakki, bu eğitimli ve dil bilen edebiyatçıya, hem padişahı gözetimi altında tutmak hem de sarayın imajına batılı bir hava kazandırmak için bu görevi verir. Bir gün padişah Mehmet Reşat, sürgündeki kardeşi Abdülhamit’ten söz açar. Abdülhamit’e karşı nefret ve öfke doludur. Çünkü Abdülhamit, kendisine karşı iktidar seçeneği yapılması olasılığına karşı Mehmet Reşat’ı bir ömür sarayda hapis tutar. “Benim tüm ömrüm bu altın kafeste geçti.” der Halit Ziya’ya.

Şevket Süreyya’nın Enver Paşa, Tek Adam gibi biyografi çalışmalarında da Abdülhamit adına çok sık rastlarız. Şevket Süreyya, Abdülhamit’in ileri derecede bir paranoyak, çevresine karşı güvensiz ve yalnız biri olduğunu söyler. Büyük paralar ödenerek alınan savaş gemilerini Boğaz’da bekletir, gemiler bakımsızlıktan çürür. Çünkü gemilerle kendisine darbe yapılmasından korkar. Yine Balkan dağlarında savaşan subayların aylıkları düzenli ödenmezken jurnalcilerin paralarının hiç aksatılmadan ödendiğini anlatır. Şevket Süreyya, Abdülhamit’in önemli savaşlarda ordunun komutasını kumandanlara vermediğini, ancak cepheye de öldürüleceği paranoyasıyla gitmediğini yazar. Savaşların kaybedilmesini Padişah’ın savaşları Yıldız Sarayı’ndan idare etme inadına bağlar.  Yine henüz orduya katılmış olan genç Mustafa Kemal de gizli örgüt kurma suçuyla Abdülhamit’in nezaretlerinde bir süre ağırlanır, sonrasında Suriye’ye sürgün edilir.

Nahit Sırrı Örik bir Abdülhamitçi kabul edilir. Ancak romanı Sultan Hamit Düşerken başarılı ve nesnel bir tarihi roman olarak değerlendirilir. 31 Mart Ayaklanması, İttihat ve Terakki’nin iktidarı ele alması, Yıldız Sarayı, Abdülhamit’in marangozluğu, İngilizlerin Abdülhamit’in baş nazırının güzel kızı üzerinden dönemin siyasetini etkileme çabaları bir aşk teması üzerinden anlatılır. Giriştiği iktidar oyununu kaybeden Nimet, Fransız Konsolosluğu’na sığınır. Kapitülasyonların yarattığı sınır denetimi zafiyetini de kullanarak yabancı bir gemiye biner, İstanbul’u terk eder. Bu sırada güzel Nimet’e kalbini kaptıran ve onun siyasi manevralarının oyuncağı olan Binbaşı Şefik eski partisi İttihat ve Terakki’nin silahşorları tarafından idama götürülmektedir. 

Abdülhamit için iki övgü şiiri

Son olarak Rıza Tevfik ve Süleyman Nazif’in Abdülhamit’i öven ve onu bir bakıma anlayamamış olmaktan duydukları pişmanlığı dile getiren şiirlerinden söz etmekte yarar var. Rıza Tevfik’in Sevr Antlaşması’nı imzalayan heyetin bir üyesi olduğunu, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra sürgüne gönderildiğini söylemek sanırım bir şeyleri açıklar. Süleyman Nazif ise önce Jön Türklere katılmış, sonra da Abdülhamit’le uzlaşarak önemli makamlar elde etmiştir. Her iki şiirin de İttihatçıların bir oldubittiye getirerek ülkeyi Birinci Dünya Savaşı’na sokmaları sonucunda gelen ağır yenilginin psikolojisiyle yazıldığını söylemek lazım.

Günümüzde İslamcı çevrelerin Mustafa Kemal’e karşı çıkarabilecekleri bir tarihsel figüre duydukları gereksinim Abdülhamit’i daha da öne çıkarmıştır. Abdülhamit, iktidarı süresince meşrutiyetçi Osmanlıcılara ve cumhuriyetçi Batıcılara karşı İslamcılığı desteklemiştir. Dağılmakta olan imparatorluğu İslamcı bir siyaset çevresinde ayakta tutabileceğini düşünmüştür.  Ancak bu siyaset yükselişe geçen ulusçu anlayış karşısında başarısızlığa uğramış, yerini İttihat ve Terakki’ye bırakmıştır.

Tarih ve zaman soyut kavramlardır. Kendi kendine hiçbir yanlışa yol açmaz. Hiçbir yanlışı da düzeltmez. Tarihi yapan da yazan da insan aklıdır, insan iradesidir. Gerçeği aramayan, öğrenmeyen, merak etmeyen toplumlar, bireyler yönlendirilmeye açıktır. Bugün Mustafa Kemal ile ilgili özellikle İslamcıların ve liberallerin ağzından yürütülen kara propagandanın tamamına yakını emperyalist merkezlerin, istihbarat örgütleri ve onlarla iltisaklı “düşünce kuruluşlarının” yönlendirmesiyle yapılmaktadır. Sadece Fetulah Cemaati mi emperyalist merkezler eliyle kurulmuş ve ülkenin başına bela edilmiş bir yapıdır? Bu ülkeyi seven her insanın bunu bir daha sorgulamasını öneririm.

Söylemek istediğim temel olarak şudur: Tarihsel olayları, kişileri değerlendirirken gerçeklere, olgulara sadık kalmadan doğru sonuçlara ulaşamayız. Tarih bilinci; bugünü daha iyi anlamak, sağlıklı bir gelecek inşa edebilmek bakımından son derece önemlidir.