Dünden bugüne MHP: Tek amacı sermayeye hizmet

Hep böyle oldu. Ne AKP-MHP ilişkisi, ne de CHP-İYİ Parti ortaklığı düzen siyaseti açısından kuraldışı. İzlediğimiz sermaye sınıfının farklı arayış ve ihtiyaçlarına en uygun yanıtı üretme arayışıdır.

Hakan Aydın

Kahramanmaraş katliamının üzerinden tam 42 yıl geçti. 19-26 Aralık tarihleri arasındaki cinayetlerin, tecavüzlerin, yakılan ve yıkılan evlerin, bu olaylardan sonra topraklarını terk etmek zorunda kalan insanların dramı her yıl değişik biçimlerde yazılıyor, tartışılıyor ve konuşuluyor olsa da olayın kendisinin ve arka planının aydınlatılmadığı gerçeği güncelliğini koruyor. Diğer yandan; bu acıların, ölüm sayılarının açıklandığı anmaların toplu halde yapılmasının yasaklanması, katliamın perde arkası hakkında bazı ipuçlarını işaret ediyor. Perdenin önündeki açık ipucu ise katliamın hemen sonrasında çekilen fotoğraflarda ifade buluyor.

O fotoğraflarda; öncelikle cinayet, ölüm ve birbirinin üzerine yığılmış insan cesetlerini görüyoruz. Yakılmış, yıkılmış dükkân ve evleri de… Bu fotoğrafların arasında mahkeme tutanakları arasına sıkıştırılarak unutturulanları da görüyoruz. Köşe başındaki yakılıp yıkılmamış dükkânın camına, boya fırçası ile “Allah için savaşa” yazıldığını örneğin. Bir başka dükkânın camına, bir sokak kenarındaki bahçe duvarına ya da bir binanın sokağa bakan yan duvarına MHP’nin sembolü olan “Üç hilâl”in çizildiğini görüyoruz. Gerçekler kayıtlarda saklanırken; fırça darbelerinden çıkan sloganlar, parti sembolleri, Kahramanmaraş sokaklarında yaşananların gizli ve açık ipuçlarıdır. Türkiye’deki anti-komünist hareketin tarihiyle birlikte okunmalıdır.

MHP’nin gizli ve açık tarihi

MHP, kendi tarihinin başlangıcı olarak, 3 Mayıs 1944 tarihinde yapılan Sabahattin Ali’nin Nihal Atsız’a açtığı hakaret davasının ikinci duruşma gününü referans alır ve o günü “Türkçülük Günü” olarak imler. 

Nihal Atsız, aynı yılın 20 Şubat ve 21 Mart günlerinde, sahibi olduğu ‘Orhun’ dergisinde, Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na yönelik yayınladığı iki açık mektupla ülkedeki komünist faaliyetleri ihbar etmektedir. Atsız’a göre; “solcu fikirler, bazen sinsi bazen açık yürüyerek büyümektedir, kızıl gözlü, sinsi ve zehirli yılanlar gibi devleti ele geçirecek, baltalama hareketlerine girecektir. Komünistler, tuttukları köprü başlarından Türkiye’yi tahrip etmek için şiddetli bir taarruza girişmişlerdir. Onlar, mert bir düşman olmadıkları için kolay sezilmemektedirler, bunu ancak Türk milliyetçileri görebilmektedir.” Çok uzun ve mistik bilgilerle süslenmiş bu mektuplara; Sabahattin Ali, Pertev Naili Boratav gibi birçok ismin bulunduğu bir komünistler listesi eklenmiştir. Bahse konu davanın sebebi budur.  

Dava, 26 Nisan tarihinde açıldığında Nazi Almanya’sındaki savaşın durumu belirsizdir. 3 Mayıs günü mahkeme kapısında “kahrolsun komünistler!” sloganları eşliğinde dava devam etmektedir. Sonuçlanan mahkemede, kararının askeri Yargıtay tarafından bozulmasına kadar hakaret suçlamasının yerindeliğine hükmedilmiştir. 

30 Nisan 1945 tarihinde Hitler’in intihar etmesi, 2 Mayıs günü Berlin ana garnizonunun SSCB’ye teslim olmasından sonra dünya başka bir yöne doğru dönmeye başlamıştır. Yenildiği kesinleşen Nazilerle arasına mesafe koymaya çalışan iktidarın önayak olmasıyla bu dava genişletilerek yenilenir. Irkçılık-turancılık davası adı altında, aralarında Nihal Atsız ve Alparslan Türkeş’in bulunduğu elliden fazla kişi yargılanır. Mahkûm edilenler, askeri temyiz mahkemesi tarafından berat ettirilirler.  

Atsız’ın milliyetçilik hikâyesi; Türkeş’in gölgesi altına bırakılarak, 1969 yılında tasfiye edilecek olsa da MHP’nin kimlik belirleniminin patenti ona ait olacaktır: “Türk milletinin en büyük düşmanı komünizmdir!”  

Bu davalarla geçen dönemde dünya hızla değişmektedir. Faşizm dünya çapında yenilmiş, ABD, SSCB’yi baş düşman ilan etmekle soğuk savaşı başlatmıştır. Türkiye’nin sermaye sınıfı da “SSCB bizden toprak istiyor!” hezeyanları ile ABD’ye yaklaşmakta, aynı zamanda yardımlardan pay kapmaya çalışmaktadır. Truman Doktrini çerçevesindeki askeri işbirliklerine dâhil olur, bu çerçevede düzenlenen bir eğitim için Türkiye’den 16 Subay ABD’ye gönderilir. Bu subaylardan biri Alparslan Türkeş’tir. İki yıl süren ve özel harp teknikleri ile gerilla yönetimini içeren eğitiminin temel amacı, olası bir “Sovyet saldırısı” olarak açıklanmaktadır. Türkeş, bu eğitimin tamamlanmasından kısa bir süre sonra 1955-58 yılları arasında Pentagon ve NATO Daimi Komitesinde görev yapmak üzere yeniden ABD’ye gönderilecektir. 

Bir milat: Tan baskını

Türkiye’deki iç siyaset yeniden kurulmaktadır. Nazi Almanyası ile kurulan ilişkilere karşı yazılar yazan, SSCB ile dostluğun geliştirmesi ile ilgili telkinlerde bulunan Tan gazetesi; 4 Aralık 1945 günü komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle milliyetçi gruplar tarafından yakılır, yıkılır. Aynı gün; komünist kitaplar satılıyor diye ABC kitabevi yerle bir edilir. Eylemi gerçekleştirenler; Büyük Doğu gazetesinin önüne giderek Necip Fazıl lehine sloganlar atmayı ihmal etmezler. Eylemlerden, Amerikan radyosunda övgüyle bahsedilirken; Aziz Nesin, “Ey Türk Faşisti!” başlıklı dillere destan satırlarını, Cumhuriyet gazetesi ise “Yaşasın hür Amerika” kutlamasını yazmaktadır.

1946 yılında kurulan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi (TSEKP) ve Türkiye Sosyalist Partisi (TSP) aynı yıl kapatıldı. Bu partilere bağlı olarak ortaya çıkan 1946 sendikacılığı, iktidar tarafından ezildi. Ezilen sendikacılığın yerine; 1950 yılından itibaren Amerikan Emek Federasyonu (AFL) tarafından anti-komünist sendikacılık eğitimi verilmeye başlandı. 

1945’lerin ikinci diliminden ivme alan milliyetçilik, dernekler yoluyla mantar gibi türemeye başladı. Milliyetçiler Birliği, Komünizmle Mücadele Dernekleri, Milli Gençlik Teşkilatı örgütleri ile birlikte üniversite amfilerine kadar uzanan irili ufaklı milliyetçi dernekler gelişirken, İslamcı akımlar Nurculuk’la yer üstüne çıkarılıyordu. Hemen hepsinde ortak düşman komünizm olarak belirlenmişti. Milliyetçiliğin yüksek dozda kullanıldığı dönemde; Pertev Nail Boratav, Behice Boran ve Niyasi Berkes’in üniversiteden atılmasını sağlamak için Dil Tarih Coğrafya Fakültesi basıldı. Milli Türk Talebe Birliği, komünizmle mücadele eden Türk milliyetçilerini coşkuyla kutluyordu.

Yüksek dozdaki milliyetçilik; ABD’nin talebiyle Kore’ye sorunsuz şekilde asker gönderebilmesinin önünü açarken, ülkede Kıbrıs duyarlılığı yaratmak üzere tertiplenen 6-7 Eylül olaylarıyla azınlıklara ait mülkiyetlerin yerli burjuvazi yaratmak adına aktarılmasını da meşrulaştırıyordu. Olaylarda ölenlerin, tecavüze uğrayanların ve kaçanların, el değiştiren malların suçunu komünistlere atmakta el birliği edilmesini de!

MHP’ye giden yolda, milliyetçiler; Nurettin Topçu ile “komünizmle, kapitalizmin yarattığı eşitsizlikler ortadan kaldırılarak mücadele edilir!”, “muhafazakârlar, özgürlük ile mülkiyet arasında sıkı bir bağlantı olduğuna ve toplumsal olanın istikrarı için sınıf ve mevkii farklılıklarının devam etmesi gerektiğine inanırlar” gibi ancak bu toprakların fikri bahtsızlığı denebilecek bir anti-kapitalizm fikrini oluştururlar. Diğer yandan Kemalist devrimin “militan” laiklik anlayışı ve “jakoben” aydınlanmacılığını “normalleştirmek” amacındadırlar. Atsız’daki dinsiz Türkçülük değişime uğratılmıştır, Türklük ve İslam bir bütün halini almak zorundadır. 1960’lar ve 1970’ler boyunca sola karşı yürütülecek savaşın ideolojik arka planı hazırlanmaya başlamıştır. 

Sol sahneye çıkıyor

Yüksek dozda uygulanan milliyetçiliğe rağmen; 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi (TİP), 1965 yılında Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve 1967 yılında Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kuruluşuyla komünizm nam ve hesabına örgütlülükler büyümektedir. Bu örgütlerin sayılarının artmasının, ABD dostu sermaye sınıfı ile anti-komünist unsurlarda komünizm “tehlikesinin” büyüdüğünden başka bir karşılığı olmayacaktır.   

27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren Milli Güvenlik Kurulu tarafından tasfiye edilen 14 subayın arasında bulunan Türkeş, elçilik müşaviri olarak Hindistan’a gönderildikten bir süre sonra Türkiye’ye döner ve birlikte tasfiye edildikleri dokuz subay arkadaşı ile birlikte Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CMKP)’ne katılır. 1965 yılında yapılan olağanüstü kongrede, Türkeş genel başkanlığa seçilir. Subay arkadaşlarının tamamı parti yönetimindedir. CMKP eski yönetimi “partinin ele geçirildiği gerekçesi” ile istifa ettiğinde, parti, milliyetçiliğin yeni lideri Türkeş’indir. Parti, “9 Işık” programıyla yeniden yapılandırılır, Türk milliyetçiliği “Türk ulusu, kültürü ve devletine hizmet duyguları” ile yeni bir biçime kavuşturulur. 

1961 yılında Saraçhane Mitingi ile başlayan işçi sınıfı direnişleri sonrasında 1965 yılına kadar tüm ülkeyi etkisi altına almayı başaran bir işçi eylemliliği gelişmiştir. Aynı yıl; Türkiye ile SSCB arasında yeniden bir bağ oluşmuş, SSCB yardımları ile yeni fabrikalar kurulmaya başlamıştır. Türkiye’nin NATO’nun askeri gücüne katılmayacağını açıklamasına karşılık olarak SSCB Türkiye’nin Kıbrıs’taki federasyon talebini desteklediğini açıklamıştır. SSCB Dışişleri Bakanı’nın TBMM’nde konuşma yapması, ardından Başbakan Suat Hayri Ürgüplü’nün SSCB’yi ziyarette bulunarak yeni anlaşmalara imza atması hem ABD’yi hem de Türk milliyetçiliğini tedirgin edecektir. Ortalık buram buram komünizm kokuyorsa, Türk milliyetçiliğinin en büyük düşmanına savaş ilan etmesi kaçınılmaz sonuç olacaktır.   

CMKP’nin iddiaları arasında bulunan “İnsan hak ve özgürlükleri” sınaması 1965 yılında gerçekleşecektir. TİP ve FKF’li gençlerin Kızılay Meydanında gazete dağıtım çalışmasına yapılan organize saldırı, alanlardaki ilk örgütlü şiddet eylemi olarak tarihe geçmiştir.

1966 yılında Ülkü Ocakları kurulur. Parti adı; Milliyetçi Hareket Partisi’ne dönüştürülür. 1968-1970 yılları arasında Türkiye’nin 45 şehrinde Komando Kampları kurulur. Hızlı bir şekilde; anti-komünist sokak savaşçıları yetiştirilir. Soğuk savaşın Türkiye cephesi MHP eliyle inşa edilmekte, iç savaş hazırlığı kitleselleşmektedir. 

27 Mayıs 1960 darbesiyle birlikte kapatılan, Komünizmle Mücadele derneği 1963’te İzmir’de yeniden açılmış, 1968’e gelindiğinde şubelerinin sayısını 141’e çıkarmıştır. Benzer şekilde; Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) ve Türkiye Milli Talebe Federasyonu (TMTF) aracılığıyla, “komünizmle mücadele” şiarı etrafında üniversite gençliği de gerici-faşist hareketlere çekilmeye çalışılmaktadır. Bu örgütlerin liderleri CMKP ile sıkı bağlar içerisindedirler.  

Aynı yıllar; NATO üyesi tüm ülkelerde, çok daha ileriki zamanlarda kabul edilecek olan Gladio, SüperNATO, Özel Harp Dairesi vb. adlarla anılan kontrgerilla ya da iç savaş aygıtlarının devlet içinde örgütlendiği ve faşist hareketlerle işbirliğine girdiği yıllardır. 

Sol, 15 Temmuz 1968 tarihinde Dolmabahçe’ye demirleyen ABD 6. Filosu’na karşı düzenlenen protesto eylemleriyle, 17 Temmuz 1968 tarihinde ABD askerlerinin Dolmabahçe'den denize dökülmesi ile kendini sınamıştır. Protesto sonrasındaki polis müdahaleleri, İTÜ öğrencilerinden Vedat Demircioğlu’nun ikinci kattan atılarak öldürülmesini getirmiştir. 

6. Filo’nun İstanbul’u ikinci ziyaretinde; Komünizme Karşı Mücadele Derneği ve Milli Türk Talebe Birliği’nin başını çektiği milliyetçi örgütler, toplu halde namaz kıldıktan sonra 76 adet işçi ve gençlik örgütünün çağrısıyla Taksim'de yapılan Emperyalizm ve Sömürü Karşıtı Mitinge saldırırlar. 16 Şubat 1969 günü gerçekleşen, iki kişinin ölümü ve yaklaşık iki yüz kişinin yaralanması ile biten olay ‘Kanlı Pazar' olarak anılacaktır. Milliyetçi hareketler örgütlü hareket etmeyi öğrenmiştir.

MHP’de Türk-İslam aşaması

Alanlarda sözü geçen bir parti haline gelen MHP, üçüncü ideolojik aşamaya Seyit Ahmet Arvasi ile geçmektedir. 1966 yılında Türkeş ile tanışarak CMKP’ye katılan Arvasi, Türk-İslam Sentezi’ni “Türklüğün İslamla şereflendirilmesi” ile “Türklerin İslama yaptıkları hizmet” üzerinden Türk-İslam Ülküsüne taşıyacaktır. Arvasi, Milli Türk Talebe Birliği’nden doğan ve 1970 yılında kurulan Aydınlar Ocağı’na bağlıdır. Aydınlar Ocağı, devlet içerisinde etkindir, 70’li yıllar boyunca doğrudan milliyetçi/muhafazakar nesiller yetiştirmektedir. Anti-komünist mücadeleye ideolojik/politik bir rota çizmekte, hükümetlere fikir vermektedir. O kadar ki; Turgut Özal 24 Ocak Kararlarının taslağını ilk kez 1979 yılında Aydınlar Ocağı’nda okuyacak, 12 Eylül Anayasasını hazırlayanlar bu ocaktan çıkacaktı.

1970’e gelindiğinde; Ülkü ocaklarının sayısı 200’ü buluyordu. Ülkü ocaklarına köylü çocukları ya da şehrin varoşlarında yaşayan işsiz güçsüz lümpen gençler seçiliyor, kapitalizmin ezerek bir paçavra gibi sistemin dışına attığı gençlerin sisteme duydukları öfke parti yöneticililerinin verdiği eğitimle komünizm karşıtlığına yönlendiriliyordu. 

1977’de Necip Fazıl da MHP ile buluşur. Necip Fazıl’a göre ABD, SSCB’nin ve komünizmin panzehiridir. Komünistler haşeredir, ABD haşerelere sıkmak üzere DDT (haşere öldürücü) üretmektedir. Şöyle demektedir: “Ya Amerika’yı tutacaksınız ya Sovyet Rusya’yı; ya demokrasiyi ya komünizmayı… Onun için, en küçük Amerikan aleyhtarlığı Sovyetleri desteklemek diye anlaşılır.” Necip Fazıl CHP’ye de düşmanıdır. Ona göre; “CHP’nin 1977 seçiminde iktidar olması, sokaklardaki sol muhalefetin yükselişi ile bağlantılıdır. Komünizme karşı gerçek mücadeleyi veren “tek güç” MHP’dir, Türkeş’tir. Umut, Türkeş ve ülkücülerdedir. 

Necip Fazıl, bunlarla sınırlı kalmaz. İleride Devlet Güvenlik Mahkemelerinin temeli oluşturacak olan ve en geniş yetkilerle donatılmış “Komünizma İhtisas Mahkemesi”nin kurulmasını ister. Nüfusu artışını teşvik eder, kadınların çalışma yaşamından uzaklaştırılarak annelik görevine dönmesinde ısrar eder. İdam cezasının istisna olmaktan çıkmasını “caddeler boyunca darağaçları” kurulmasını, bütün partilerin, dernek ve sendikaların kapatılmasını ister. Devletin “baş yücelik devleti” olmasını ve başındaki kişiye karşı söylenecek en küçük sözün bile cezalandırılmasını talep eder. Kılık kıyafetin İslam’a uygun hale getirilmesini, batı etkilerinden uzaklaşılmasını, dış politikanın İslam birliği çerçevesinde yürütülmesini ister. Üniversitelerin adının “külliye” olarak değiştirileceğini söyler.  

MHP’nin adı artık katliamlarla anılacaktır

Açılış, 16 Mart 1978 tarihli katliamla yapıldı. Beyazıt’ta üniversite çıkışında devrimci öğrencilerin üzerine bomba atıldıktan sonra olay yerinden kaçışan öğrencilere polis tarafından yaylım ateşi açılması katliamın devlet içi bağını açıkça işaret ediyordu. 7 kişinin öldüğü, 100’den fazla insanın yaralandığı bu olaydan üç gün sonra “başbuğ” Türkeş, İzmir’de yaptığı konuşmasında “büyük yürüyüş”ü başlattığını ilan ediyordu.  

17 Nisan 1978’de, Malatya’nın sağcı belediye başkanı, bombalı bir paketin patlatılması sonucu öldürüldüğünde; MHP, kentte oluşan gerginliği solculara ve Alevilere ait ev ve işyerlerinin tahrip edilmesine, yakılıp yıkılmasına taşımayı başarmıştı. Eylem, 8 kişinin ölümüne, yüzden fazla kişinin yaralanmasına yol açmıştı. 

Eylül ayında; bu kez Sivas’ta “komünistler camiyi bombaladı” diyerek yapılan provokasyon sonucu, birçok alevi ve solcunun hayatını kaybettiği saldırılar düzenlendi. 

9 Ekim 1978’de Ankara Bahçelievler’de TİP üyesi 7 genç, telle boğularak hunharca katledildi. Eylemi, 16 Mart katliamını da yöneten ÜGD genel başkan yardımcısı Abdullah Çatlı bizzat organize etmişti. Eylem sonrası yakalanan ve suçunu itiraf eden Haluk Kırcı’nın bir gün sonra, Abdullah Çatlı’nın ise ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılması ve yakalanamayan diğer katillerin daha sonra da pek çok cinayette tetikçilik yapmaları ise, devletin bu saldırılardaki suç ortaklığının bir başka kanıtıydı. 

MHP’nin bir provokasyon aygıtı olduğu, planlamalarının niteliği ile devlet işbirliği içinde yürütülen katliamlarından belli oluyordu. Katliam ve provokasyonların ardı arkası kesilmezken, MHP sürekli olarak hükümetteki CHP’yi suçluyor ve sıkıyönetim ilan edilmesi yönünde çağrılarda bulunuyordu. Parlamenter rejimin “anarşi ve terörü” önleyemediğini göstermeye, askeri bir rejimin kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalışıyordu. MHP bir parti olarak iktidarın değil, ülkeyi sermaye sınıfı adına yönetecek, işçi sınıfını ezecek bir darbenin koşullarının yaratılması peşindeydi. 

Adalet Partisi MHP ile girdiği kirli ittifak çerçevesinde; “Kars kalesine oraklı-çekiçli kızıl bayrak çekildiği” söylentisini bahane ederek tüm ülkede “bayrak mitingleri” başlattı. Bu kampanya, MHP’nin elini oldukça rahatlattı ve propagandasının kitlelerde yankı bulmasını kolaylaştırdı. 

Türkeş’in “büyük yürüyüşü” başlattığı açıklamasından sonra provakasyona dayalı eylem taktikleriyle; Malatya, Adıyaman, Maraş, Tokat, Muş, Elazığ, Erzurum, Iğdır ve Urfa gibi birçok orta ve doğu Anadolu kentinde Alevilere ve solculara yönelik saldırılar gerçekleştirildi. 1978 yılı boyunca 23 ilde gerici ayaklanma yaşandı, toplam 1072 insan hayatını kaybetti.

Ancak MHP’yi amacına ulaştıran ve terör dalgasının zirvesini oluşturan eylem, 19 Aralık 1978’de gerçekleştirilecek olan Maraş katliamıydı. Sovyet aleyhtarı bir filmin oynadığı sinema salonunun bombalanması provakasyonunun arkasından başlatılan şiddet eylemleri; aralarında çocuklarında bulunduğu 120 kişinin akıl almaz yöntemlerle öldürüldüğü, kadınlara tecavüz edildiği, 200’den fazla ev ve işyerinin yakıldığı Kahramanmaraş katliamını getirdi. 

Kahramanmaraş katliamı, MHP saldırılarının sonuncusu olmadı. 16 Mayıs 1979 gecesi, Piyangotepe semtinde solcuların gittiği bir kahveye düzenlenen saldırıda 7 kişi öldürüldü, 10 kişi yaralandı. 1980 yılının Mayıs ve Temmuz aylarında Fatsa’da ve Çorum’da devletin kolluk güçleriyle birlikte solculara karşı yine işbaşındaydılar. Aralarında DİSK genel başkanı Kemal Türkler, gazeteci Abdi İpekçi, savcı Doğan Öz, akademisyen Cavit Orhan Tütengil gibi isimlerin bulunduğu milletvekillerinden profesörlere, gazetecilerden cumhuriyet savcılarına kadar pek çok kişi suikastlar sonucu öldürüldü.  

Sonuç olarak; 1970-1980 yılları arasında, işçi sınıfından, solculardan ve aydınlardan oluşan 4 binden fazla insan, tek tek ya da toplu halde MHP terörünün kurbanı oldu. 

Değişen görevler ve değişmeyen MHP

MHP, 12 Eylül 1980 darbesinden beklediği karşılığı göremese de; darbenin Türkiye işçi sınıfı hareketleri ve solun üzerinde yarattığı etkide kendi ifadesini bulmaktadır. Sonuç olarak “fikirleri iktidardadır.”

MHP’nin 80’li yıllarda dağılmaya başladığının ifade edilmesi; birçok üyesinin mafya faaliyetleri ile piyasa içerisinde varlıklarına devam etmesinin, ülke içerisinde ve dışarısındaki gizli operasyonlarda kullanılacak militanların ayrıştırılmasının ya da değişik partiler içerisinde bulunmasının sonucudur. Bu durum aralarındaki organik bağın ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir.

90’lı yıllarda Kürt sorununun savaş düzeyine ulaşmasıyla birlikte, devletin MHP’yi bir kez daha göreve çağırdığı; binlerce özel tim görevlisinin tamamına yakınının MHP referanslı olduğu; İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlerde sol örgütlere karşı yürütülen “yargısız infaz” operasyonlarındaki rolü göz ardı edilmemeli. 

SSCB’nin çökmesiyle birlikte emperyalistlerin av sahasına dönüşen Kafkasya’da devlet adına görevler aldığı, 1994 yılında bahsi kapansa da; Türkî cumhuriyetlerin yönetimleriyle ve istihbarat birimleriyle ilişkiler kurduğu, Ermenistan-Azerbaycan savaşında ülkücü gönüllülerden “Bozkurt Taburu” oluşturulduğu, Yugoslavya’daki iç savaşta değerlendirildikleri biliniyor. 

28 Şubat süreciyle birlikte (Susurluk olayı da kullanılarak) Özel Tim’i tasfiye etmeleri, Milli Siyaset Belgesinde ülkücü hareketin “milli tehdit” olarak yer alması MHP’nin uyarılmasından başka bir anlama gelmemektedir. Türkeş’in ölümünden sonra 2,5 milyon doları aşan kişisel servetinin sorgulanmamasının sebebi de buralarda aranmalıdır.  

Kriz ve emperyalist savaş atmosferindeki dünyada yaşanan genel siyasi gericileşmeyi de arkasına alan milliyetçi-şoven dalganın yükselişi devam ediyor. Tehlikenin farkına varmanın ve ona karşı mücadelenin ön şartı, faşizmin sermaye açısından işlevini ve neler yapabileceğini, yani muhtevasını iyi kavramaktır. Faşizm, sermaye açısından vazgeçilmez bir silahtır ve MHP bunun en iyi kanıtıdır.

Faşizmi “demokrasi karşıtı, şiddet yanlısı aşırı siyasi hareket” olarak sadeleştirmek meselenin özünü ıskalamak olur. Demokrasi ve faşizm kapitalizmin iki farklı yüzüdür. Bu sebeple son zamanlarda Türkiye siyasetindeki tartışmalara da bu eksende bakmak, sağın çeşitli varyantlarının farklı bloklarda yer alması, farklı işbirliklerine girmesini buna göre yorumlamak gerekir. Ne AKP-MHP ilişkisi, ne de CHP-İYİ Parti ortaklığı düzen siyaseti açısından kuraldışı sayılır. 

İzlediğimiz düzen siyasetinde sermaye sınıfının farklı arayış ve ihtiyaçlarına en uygun yanıtı üretme yarışıdır. Emekçi sınıflar için tek seçenek bu denklemin toptan değiştirilmesi, kendi örgüt ve siyasetiyle sahneye çıkmasıdır.