Doğa talan ediliyor: AKP'den koruma alanlarını yok edecek adım...

Resmi Gazete'de yayımlanan yönetmelik değişikliği ile korunan alanların imara açılabilmesinin, entegre tesis kurulabilmesinin ve maden araması yapılabilmesinin önü açıldı. Değişiklik, zaten büyük saldırı altında olan doğaya geri dönüşü olmayan zararlar verecek. Orman Mühendisi/Avukat Ahmet Hüsrev Özkara, düzenlemeyi soL'a değerlendirdi.

Aslı İnanmışık

16 Mart 2020 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan, "Korunan Alanların Tespit, Tescil ve Onayına İlişkin Usul ve Esaslara Dair Yönetmelik"te değişikliğe gidildi.

Yapılan değişikle korunan alanlar imara açılabilecek, entegre tesis kurulabilecek ve maden araması yapılabilecek. Bu durum doğal alanların geriye dönüşü olmayan bir şekilde yok olması anlamını taşıyor. 

Söz konusu değişikliğin nelere sebep olabileceğini ve mevcut durumu Orman Mühendisi/Avukat Ahmet Hüsrev Özkara ile konuştuk.

Doğal sit alanlarının belirlenmesinde nasıl bir değişikliğe gidildi?

"İsim değişikliğinden ziyade neyi amaçladıklarını doğru görmek lazım. '1. derece sit' için 'Kesin Korunacak Hassas Alanı', '2 derece sit' için 'Nitelikli Doğal Koruma Alanı', '3. derece sit' için de, 'Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı' diye üç başlıkta değişim gerçekleştiriyorlar. Burada önemli olan isim değişikliği değil. Önemli olan mevcut durumda nereye geldiğimiz. Sit alanları henüz Kültür ve Turizm Bakanlığı'ndan Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na geçmeden önce 1., 2. ve 3. derece doğal sit alanı olarak 1265 alan vardı. Bu alanların %72'si birinci derece sit alanıydı. Birinci derece sit, mutlak korunacak alandır. Bunların şu anda büyük bir kısmını ikinci ve üçüncü derece sit alanına çevirme çabası içindeler ve doğal olarak 1. derece sit alanları hızla azaltılıyor. Dolayısıyla yapılan değişikliklerin doğada olumsuzluğa yol açan, çok önemli sonuçları ortaya çıkacak."

'Yaban hayatı koruma sahaları yok edildi'

"Bu durum başka koruma sahalarında da geçerli. Örneğin ülkemizde 'Yaban Hayatı Koruma Sahası' statüsü vardı. Bu sahaların toplam büyüklüğü geçmişte 1 milyon 800 bin hektardı. Bu sahaları daha sonra yeniden düzenlediler. 'Yaban Hayatı Koruma Sahası' ismi kaldı, sahanın tamamı yok edildi. Daha gevşek statü olan çeşitli kullanıma izin verecek 'Yaban Hayatı Üretimi ve Geliştirme Sahaları'na dönüştürdüler. Sonuçta ortaya çıkan tablo şöyle: Bugüne kadar ilan edildiğini duyduğum 'Hatay Yaban Hayatı Koruma Sahası' dışında saha ilanı duymadım, orası da küçük bir saha. 'Yaban Hayatı Üretimi ve Geliştirme Sahası' 1 milyon 200 bin hektar olarak ilan edildi. Yani bir taraftan 600 bin hektar alan daha ilandan hemen sonra kayboldu. Diğer taraftan mutlak koruma alanları kullanıma açıldı. Söz konusu alanlarda önceki statüsündeyken herhangi bir şey yapılmasına izin verilmiyordu. Yani yaban hayvanlarının özgürce yaşayabileceği alanlardı.

Yaklaşık 20 yılda önceki iktidarlarda yaşananlardan çok daha büyük bir yıkım var ve söz konusu anlayış sit alanları için de devam ediyor. Dolayısıyla öncelikle neyi amaçladıklarını görmemiz lazım. Amaçladıkları şey, kendileri açısından dikensiz gül bahçesi yaratmak, idarenin tasarrufunda her türlü işlemi yapabilmenin önünü açmak, bu kadar basit."

Bu değişiklik ile doğal sit alanlarında bir azalma olacağı muhakkak, bu durum doğal ve yaban hayatı nasıl etkiler? 

Koronavirüs tartışılıyor ve dikkat ederseniz insanlar sokağa çıkmadığı için doğa kendini toparlamaya başladı biraz. Bu yalnızca bir buçuk ay sürede olan bir durum. İnsanoğlunun maalesef yok edici bir yaklaşımı var. Girdiği her yerde sanki her şey onunmuş gibi davranıyor. Bu anlayış devam ettiği sürece denizler, sular, havamız, toprağımız her şeyimiz kirlenecektir. Ve geleceğe taşımamız gereken değerler, sahip olduğumuz biyolojik çeşitlilik var. Bizim bunları gelecek nesillere taşıma şansımız kalmıyor. Türlerin kaybedilmesi, nesli tehlike altındaki türlerinin yok olması ya da sadece o ülkeye özgü endemik türlerin yok edilmesi süreci işliyor. O nedenle, eğer korunan alanlar için gerekli hassasiyeti göstermezsek sonuç pek de iyi olmayacak. 

Bu çaba 1956'da başladı ve bugüne kadar yaklaşık %7 alan koruma statüsüne ayrıldı. Bu %7 alan hep tartışmalıdır. Çünkü aynı sahada farklı statüler var. Yine de yaklaşık % 7 olarak kabul edecek olursak, ülkemizin heterojen yani farklı arazi, iklim, toprak yapıları olduğunu, Asya, Afrika, Avrupa ekseninde etkileşim halinde bulunduğunu düşünürsek, ister istemez Türkiye’ye biyolojik çeşitlilik açısından 3'te 1 endemik bir özellik kazandırıyor. Yani gerekli özeni göstermezsek, gelecek nesillere sahip olduğumuz bu biyolojik zenginliği taşımamız, mümkün değil."

'Dünyada kültür balıkçılığı habitata verdiği zarar nedeniyle sona erdi'

Nitelikli Doğal Koruma Alanlarında kültür balıkçılığı, madencilik, turistik entegre tesis kurulması gibi bir dizi faaliyetin önünün açıldığı görülüyor. Bunun doğal koruma alanları üzerindeki etkisi ve kamu yararının olup olmadığı hakkında ne söylenebilir?

"Nitelikli doğal koruma alanlarında bu anlamda pek çok izin tanımlanmış. Bunun yanı sıra örneğin baraj, göl ve denizler hariç deniyor ama ülkemizde 4 binin üzerinde sulu ve kuru deremiz var. Bunların % 7'si yani 300'e yakını koruma alanına tekabül ediyor ve büyük bir tehdit altında. Doğal olarak bu alanları bu şekliyle koruyamayız. Bütün dünyada kültür balıkçılığı habitata vermiş olduğu zarar nedeniyle sona ermiştir. Doğal türler varken böyle bir arayışa girmek, işin kolaycılığına kaçmaktır. Sadece rant gözüyle bakmaktır. 

En pahalı çalışma, restorasyon çalışmasıdır. Kirlettikten sonra, yarattığınız biyolojik kirlilik ister istemez tüm ülkeyi, su kaynaklarını, yaşam alanlarını etkileyecektir. O nedenle nitelikli doğal koruma alanı olarak ifade edilen sahalarda kültür balıkçılığına özellikle bahsi geçen derelerde izin verilmesi kesinlikle doğru değil."

'AKP geçmişteki dönemin 50 katı madencilik faaliyetine izin verdi'

"AKP iktidarı yıllardır geçmişteki alanların en az 50 katı madencilik faaliyetlere izin vermiştir. Doğal varlıklar üzerinden kendi açısından kaynak yaratmayı, ekonomik darboğazını aşmayı hedefliyor. En azından % 7'lik koruma alanlarında yapılmaması şart. Aynı faaliyetler buralarda da yapılacaksa, buraların koruma alanı ilan edilmesinin anlamı ne? 

Hepimiz biliyoruz ki, madencilik faaliyetleri bulunduğu tüm coğrafyayı, çok geniş şekilde, kilometrelerce etkileyen bir faaliyet. Canlıların yaşamını olumsuz etkiliyor. Altın aramada, başka bir maden aramada, taş ocağı çalıştırmada en çok zarar gören hep en yakınındaki köylerdir. Pek çok insan sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kalıyor. Elde edilecek faydadan çok daha büyük bir zarar topluma bırakılmış oluyor. Ardından bu faaliyetler uzun yıllar yapılıp sonlandırılıyor ve terk ettikleri yerleri de o vahşi haliyle bırakıyorlar. 

Entegre tesisler de, birincil üretim aşamasında sonra ürünler fiziksel ve kimyasal işleme tabi tutulacağı tesisler. Bu birincil üretim aşamasından yürüyen bu çalışma bir bütünlük arz ediyor. Siz bunu sürdürülebilir koruma ve kontrollü kullanım alanlarında gerçekleştirirseniz, etrafındaki kesin korunacak hassas alanlar ve nitelikli koruma alanları da doğal olarak etkilenecektir. Altın konusu tartışılıyor mesela ve 'Orası Kaz Dağları değil' diyor, bir zihniyet. Kaz Dağları denilen yer bölgedeki havza üzerinden çok önemli çapta bir alanı kapsar ve tüm havzadaki yeraltı su kaynaklarını, yer üstündeki tüm tarım faaliyetlerini etkiler. Bunu bilmek için kahin olmaya gerek yok. 

Biz bunları söylemeye devam etmeliyiz. Sahip olduğumuz önemli biyolojik çeşitliliğimiz var: 10 bin 500 civarında bitki türü, yüzlerce sürüngen, memeli, çeşitli tırnaklı hayvan türleri ve hem denizde hem karada yaşayan türlerimiz... Bunların hepsi maalesef büyük bir tehdit altında. Gelecek nesillere bunları taşıyamadığımız takdirde sorumluluğumuzu yerine getirmemiş oluruz."

'Hiçbir şart ve koşul yerine getirilmeden ormancılık yapılıyor'

Son olarak yakın zamandaki Çanakkale/Kirazlı'da yapılan ağaç kıyımı ve Salda Gölü'ndeki doğa tahribatını da göz önünde bulundurursak, ülkemizdeki bu sistematik ormansızlaştırma ve doğa talanını nasıl yorumlamak gerek?

"40 yıldan fazla bu konularda çalışmış bir orman mühendisiyim, ormanlar üzerinde böyle bir zulüm görmedim. Ben aynı zamanda avukatım, bilirkişilik de yapıyorum. Özellikle ormancılık faaliyetlerinin sürdüğü çalışmaları yapan kişilerin, orman köylüsünün de söylediği şu: Şartlar çok zor. İş Sağlığı ve Güvenliği ile ilgili 6331 sayılı yasaya da rahmet okutacak bir şekilde, ormancılık faaliyetleri çok tehlikeli iş sınıfında olmasına rağmen hiçbir şart ve koşul yerine getirilmeden çalışanların arazide gerekli kılık kıyafeti, eğitimleri sağlanmadan ve o sahaya ilgili muhafaza memuru yani o işi takip edecek, devlet adına yürütecek bir kişinin bulunmadığı haliyle yürütülen bu çalışmaları şaşkınlık içerisinde izliyoruz. Bu koşullarda yaşanan can ve mal kayıpları giderek artmaktadır.

Ormanlarımızdan geçtiğimiz yıllarda 17-18 milyon metreküp odun hammaddesi alınıyorken bu yıl ilk etapta bunu 30 milyon metreküpe daha sonraki yıllarda da 40 milyon metreküpe çıkarmayı hedeflemektedirler. 'İş adamı' kılığında gezinenler buraları devletten yine istedikleri şekilde teslim alıp, istedikleri şekilde kesip sonuçlandırmaya çalışıyorlar. Yani bir facia yaşanıyor. Bunu bir başarı gibi sunma gayreti var. Ülkemizdeki odun ham madde ihtiyacının karşılandığı söyleniyor. Bir faaliyet her şeye rağmen yapılmaz. Plana, ormanlarımızın taşıma kapasitesine ve çalışanların doğru koşullarının sağlanmasına ve üretim sahalarının denetimine bağlıdır. Ülkenin ihtiyaçları karşılanabiliyorsa, ormanlarınız buna muktedirse, taşıma kapasitesi buna uygunsa ona göre davranırsınız. Bunların hiçbirini göremiyoruz. 'Ben yaparım, olur. Yasa falan da tanımam hatta yasayı istediğim şekilde değiştiririm' anlayışı var. 

Uzun yıllardır tek başına iktidarlar sadece ülkemizde değil tüm dünyada böyle davranıyor. Hesap sorulmayacağı konusundaki inancın çok yüksek olması bunu pekiştiriyor. Yukarıdan aşağıya işleyen mekanizmada göreve getirilenlerin atamaları yapılmıyor, vekaleten işler yürütülüyor. Onurlu davranan ormancılığa aykırı iş ve işlem yapmam diyenin yerine, yapacak olanlar getiriliyor. Böylesine kifayetsiz bir durum var ancak bu ülke bunu hak etmiyor. Ülkemizin geleceğini korumamız, sahip olduğumuz biyolojik çeşitliliği, gelecek nesillere taşımamız lazım. Bunu en temel görevlerimizden olduğunu düşünüyorum. Her vatandaşımızın duyarlı olmasını istiyorum. Unutmayalım bu ülke hepimizin."