DOB’da Fabrika Ayarlarına Doğru mu?

Erken seçim olasılığı arttıkça, başta DOB, çoksesli müzik kurumlarında fabrika ayarlarına dönme zorunluluğu, Saray üzerindeki baskıyı arttırıyor.

Melis Gönenç

Türkiye yönetilemiyor. Hemen bütün kurumlar felç olmuş durumda. Osmanlı’nın son dönemlerini andırmaya başladı. Zaten tarihsel dönemi kapanmış olan islamcılığa, bir de başkanlık rejimi eklenince bitkisel hayata girmiş gibiyiz.

Nereye baksanız “ehliyet ve liyakat” avucunda debelenen yönetimler, etik çöküntü gölgesinde hantallaşan çarklar.

'İlerici' çokseslilik

Tekrarda yarar var: Bizde çoksesli müzik, Cumhuriyet’in kuruluş koşullarının sonucu olarak ilericilik anlamı taşır. Oysa, ne Batı ülkelerinde, ne de Sovyetler Birliği ve sosyalist dünyada aynı ölçüde toptancı bir yaklaşım söz konusudur. Çoksesli müziğin herhangi bir yerinde bulunan kişi kendiliğinden ilerici değildir. İlericilik, kişilerin siyasal görüşlerinden çok, müzikal estetikleri, içinde bulundukları müzik akımları ile ilgili bir sıfattır. Çoksesli müziğin bütünü için kullanılamaz. Hepsinin arkasında güçlü siyasal anlamlar vardır: Mozart-Beethoven farkı, Alman-İtalyan opera çekişmesi, izlenimcilik, dışavurumculuk, atonalite savaşları, Nazi döneminde yaşananlar, Rus-Sovyet mirası… Çoksesli müzik tarihinin hiçbir dönemi apolitik değildir. Çünkü çoksesli müzik de, tıpkı diğer müzik türleri gibi, tarihsel dönemlerin ürünüdür. Müzikal estetik ve akımlar, siyasal dönemlerle organik ilişki içinde olduklarından, birinin bilinmemesi, diğerinin açıklanamaz duruma düşmesine yol açar. 

Peki, durum bizde nasıl algılanıyor?

Oldukça toptancı bir yaklaşımla: “Çoksesli müzik seçkinci, apolitik, sanat yoğun, ilerici/çağdaştır.” Nitekim, şarkının, türkünün, arabeskin siyasal fonları bolca konuşulurken, çoksesli müziğinki konuşulamıyor.

 Başlıca nedenleri mi?

a) Çoksesli müziğin yaygın olmaması nedeniyle, ancak seçkin bir azınlığın tüketebileceği ürün olduğu yanılsaması.

b) Çoksesliliğin bir bütün olarak “ilericilik-batılılaşma” anlamı taşıması nedeniyle, müziğin fay hatları ve siyaset-estetik ilişkilerinin algı alanı dışında kalıyor oluşu.

c) Az gelişmiş ülke aydın ve insanlarında bulunan geleneksel entelektüel komplekslerin çoksesli müziği bir blok olarak kutsama refleksi.

d) Ülkemizde çoksesli müzik tarihçiliği, eleştirmenliği ve yazarlığının yok denecek düzeyde oluşu. Bu alanı doldurmaya çalışanların ağırlıklı kesiminin de çoksesli müzik dünyası ile akçeli işler içinde bulunmaları. (Emprezaryoluk, sanat danışmanlığı, festivalcilik, sipariş yayıncılık vb.)

e) Merkez sağ ve sol siyasetlerin çokseslilik konusunda yaklaşım farkı taşımaması. Laik cumhuriyetin nitelikleri arasında kabul edip, meşruiyet tartışmasına girmemiş olmaları.

İslamcı iktidar

Sorun ilk kez islamcı iktidar ile gerçek bir gündem maddesi haline geldi. İslamcılar merkez sağ ve sol kumaştan olmadıklarından, pandoranın kutusunu açtılar. Önceki dönemlerde, çokseslilik tartışmaları gerek eğitim, gerek bestecilik, gerekse sahne düzlemlerinde ulusal bir biçemin nasıl oluşturulabileceği etrafında dönüyordu. Oysa, islamcı iktidar ile birlikte, “Bu müziğe ne gerek var? Bizim değil ki!” noktasına gelindi. İslamcıların ana stratejik hedefi laik cumhuriyeti depoya kaldırmaktır. Bu müzik de, laik cumhuriyetin en önemli kültür simgelerindendir.

Siyasal güç dengeleri elvermediği için çoksesli müzik kurumlarını doğrudan kapatamadılar. Ancak, yasal çerçeve, merkeziyetçilik uygulamaları, sanatsal seyreltme, etik yozlaşma gibi unsurları devreye alarak epey zayıflattılar.

Bu süreçte üç temel aparat kullanıldı:

Bilkent Liberalizmi

1)Bilkent liberalizmi ki, buna Bilkent örneğini izleyerek kurulan diğer özel konservatuar ve orkestralar da dahil edilmelidir.

Dünyada liberal girişimin ne eğitim, ne kurum ne de sahne açılarından anglo-amerikan coğrafyası dışında çokseslilikte köklü ve başat geleneğe sahip olabildiği bir yer yok. Ne kıta Avrupa’sı, ne Rusya.

Bizde durum tam çadır; Doğramacı’nın, Türkiye’yi Amerika’nın kültür eyaletlerinden biri yapma fantezisi ile 12 Eylül generallerinin asabiyet durumlarının evliliğinden doğan Bilkent tam bir şirket. Hani o büyük PR ile kurulan Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi var ya, kârlılık oranı düşük bulunduğundan, patronu tarafından dükkanın bazı bölümlerine kilit vuruldu. Opera-şan dahil.

Neyse, bu hikayeye dalmayalım.

Yarın öbür gün rüzgarların yönü değişir, Doğramacı Holding Bilkent’i devlete neşeli bir fiyata kakalar; bu iş de biter.

Siz bir de öbür holdinglerin acil çoksesli müzik aşkları ve mesenlik öykülerini  bilseniz, Cenab-ı Hakk cennet-i alâ’yı bu ülkeyi teselli etmek için mi yarattı demekten kendinizi alamazsınız.

Biz işin kültür kısmında kalalım; Bilkent liberalizmi iki zararlı haşere üretti:

a) Kurumsal derinlik ve refleks demodedir; bürokratik hantallıktan başka bir şey doğurmaz. Bu da bireysel gelişim ve girişimin önünde engeldir; sanatsal yaratıcılığa ket vurur. Yönetici kendini kurumsallık baskısından uzak hissetmeli, kendi şirketini yönetir gibi davranmalı, ezber bozmaktan çekinmemelidir. Her kültürel etkinlik aynı zamanda bir gelir-gider hesabıdır. Getirisi olmayan ya da düşük olana yatırım yapılmaz anlayışı.

b) Müzikte tarihsel gelişimin yarattığı farklı türler ve kurallar hassasiyeti demodedir. Gerek beste, gerek yorumda her şey serbesttir. “Tür ve kural disiplini yaratıcılığı önler, ruha dokun yeter düsturu.

Tabii, bu iki haşerenin antenleri daha önceden devlet konservatuarlarında sezilmiyor değildi ama bireysel ve fantezist düzeydeydi. Bilkent ile okullaştı, resmileşti.

Bilkent’ten geçmiş olanların, başta Karahan, çoksesli dünyada yarattıkları hasar gözler önünde. Liberal yaklaşımın muhafazakar kültür ile zorunlu kardeşliği, makam müziğinin bu kanaldan çoksesli kurumlara sızmasında rol oynamıştır.

İTÜ Muhafazakarlığı

İTÜ muhafazakarlığı: Ecdat kapısı mı, tartışmalı miras mı?

2) İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı muhafazakarlığı ki, buna aynı örnek üzerine kurulan Türk Müziği Konservatuarları da dahildir.

Türk Sanat Müziği konservatuarı olabilir mi?

Bu soruya gözü kapalı evet demek kolay değildir. İTÜ modeli, alaturka camianın yalnızca bir kolunu temsil eden Arel-Ezgi’nin geliştirdiği kuram üzerine oturtulmuştur. Kalanları bu kuram ile hemfikir değildir. Ses aralıkları gibi en temel konuda bile uzlaşmanın olmadığı, makam tanımlarının akademik kesinlik taşımadığı bir türün konservatuarı olamaz. Özel eğitimi olur ki, Arel-Ezgi grubu uzun yıllar bu modeli sürdürmüştür. Tıpkı Üsküdar Musiki Cemiyeti gibi.

Öte yandan, bu müziğin öğretiliş biçiminin de (meşk), konservatuar akademizmiyle uyumlu olup olmadığı tartışmaları bugün bile tatminkar bir sonuca bağlanmış değildir.

O halde, niçin kuruldu?

Siyasal nedenlerle. Merkez sağın oy tabanı olan islamcı kesimlerin muhafazakarlık baskısı, 1975’te Demirel’e bu adımı attıracaktır. Aynı yıl Devlet Klasik Türk Müziği Korosu da kurulmuştur.

Bu noktaya nasıl gelindiği, yaşananlar, tartışmalar bu yazının konusu değil; yalnızca şunu söyleyelim: Türk Sanat Müziği’ni diriltmek için kurulduğu söylenen İTÜ konservatuarından daha çok popçu çıkmış, birkaç tane de Cihat Aşkın, Hakan Şensoy tarzı altı kaval üstü şeşhane figür piyasaya sürülmüştür.

Bu okuldan mezun olan ya da orada bir süre okuyan bir dizi isim ise, başta DOB, çoksesli kurumlarda görev almıştır. Onlar kanalıyla taşınan muhafazakar kültür, bugün yaşanan şarkı, türkü çılgınlığının çoksesli dünyaya bulaşmasında belirli bir rol oynamıştır.

Gökmenî Cemaati

Gökmen-Livaneli: Bozacı-şıracı

3) Gökmenî Cemaati işbirlikçiliği. Kurucusu Rengim Gökmen’in adını taşıyan bu cemaat, başta CSO ve DOB olmak üzere bir dizi çoksesli yapı ve kurumun güçten düşmesinde hatırı sayılır pay sahibidir.

Şeyh Rengim Gökmen’in serencamından kuş bakışı söz etmiştik. (AKP kıskacında bir kurum: DOB, soL Haber, 25-28 Eylül 2019) Çok daha ayrıntılı bir çalışmayı hak ediyor.

Genellikle kendi gibi vasat yetenekleri etrafına toplayan şeyhin iki temel düsturu vardır:

a) Mutlaka ilerici/çağdaş kimlik izlenimi yaratarak, laik cumhuriyetçi kesimi şerbetleyip, kendini karşı tarafın sınırsız kullanımına sunmak. Bu yolla, her durumda koltuğu ve bageti korumak.

b) Tekkeyi bekleyenin çorbayı içeceğine iman etmek.

Bu işbirlikçi cemaatin DOB’un il müdürlükleri ile farklı orkestraların yönetim ve şefleri arasında üyeleri vardır. Birçoğunu uzun kariyeri boyunca şeyhin kendisi yerleştirmiştir. Tabii, basında da: “Rüzgar gülü” duayen “Abi”lerinden, “Akil”lerine, emprezaryo dergicilerinden, Antalya’da devlet kesesinden yedirip içirdiği müzik yazarlarına…

Lakin, şeyhimiz bu aralar karalar bağlar.

Neden mi?

İslamcı iktidarın, CSO üyelerinin karşı durmalarına rağmen, zorla şefleri yaptığı Hazret’e, Orkestramız kapıyı göstermiş durumda. Hadi, Orkestra’nın önemi yok, zaten ne DOB’a, ne de CSO’ya sanatçıların desteği ile gelmişti. Yukarısı istemişti. O nedenle de, sanatçıların görüşlerini filan çok önemsemez; merkeziyetçiliği, tek adamlığı savunur. Ama ya Bakan? İşte orada dur; adam istemiyor. Yani, Saray şeyhin hoşafına limon sıkıyor. Durum Niyazi… Şeyh yusuf yusuf.

Neden mi?

Hazret şu ana kadar şeyhlik mertebesinin tüm ama tüm olanaklarından yararlandı. Hem de kana kana. Anladınız değil mi? Elde etmiş olduğu konumu şeflik yeteneğinden çok, güçlü siyasal mahfillerin koltuklamasına borçlu olduğundan, otoritesinin kaynağı kuruyunca, ara ki müridleri bulasın endişesi! Hepsi çil yavrusu gibi dağılır, maazallah. Elinde kala kala konservatuar hocalığı kaldı. Onun gözünde tekaüd kıraathanesi. Oysa, henüz genç, dinamik, enerjisi yerinde… Sırada daha ne orkestralar, ne festivaller, ne… Neyse.

Ha, bu arada, önce İDOB’un başına hazırladığı, Karahan yıpranmaya başlayınca, vitesi büyütüp genel müdürlük koltuğuna yönlendirdiği müridlerinden biri, bakanlık koridorlarında harıl harıl kulis yapmaktaydı, Saray’a sıcak mesajlar, YouTube’da gevrek gırtlak nağmeleri… Tabii ki, “solcu” kimliği ile. Nazım filan işte canım.

Gariban, kör kuyularda merdivensiz mi kalır acaba?

Cemaatin basın imamı “Abi”lerine sormalı.

Şeyhimizin elinde kapı tokmağı kalınca, akil adam borç ödeme kabilinden bir mersiye düzer. Aman efendim, bu şevketlü şeyh meğer neler neler başarmış; neredeyse, DOB ve CSO’nun Asr-ı Saadet dönemi. (Şefik Kahramankaptan, “CSO ile Rengim Gökmen'in Yolları Ayrıldı...”, sanattanyansimalar.com, 4 Haziran 2020)

DOB ve CSO’da ne dönemi olduğu epey tartışılır da, akilimiz için gani gani bereketli bir dönem olduğu asla tartışılmaz.

Kısa bir süre sonra, şeyhimizin, Saray’ın baskısına karşı laik cumhuriyeti savunduğu için kutlu yoluna taş konduğunu ima eden demeçlerini, sipariş yazıları görürseniz, hiç şaşırmayın. İslamcılar düştükten sonrasıysa tam cümbüş; yıllardır Atatürk’ün müzik devrimi ve kurumlarını islamcı baskılara karşı nasıl savunduğu, eğer o olmasaydı, bütün kurumların kapatılmış olacağı falan. TÜSAK yellozluğunu unutmadınız değil mi?

Sonrasında, yakaladığı her orkestraya İzmir Marşı’ndan 1 Mayıs Marşı’na yelpaze açtırma olasılığı kesin sayılmalı. 

Bakalım, bu sefer de “şeyh uçmaz müridi uçurur” deyimi doğrulanacak mı?

İşte, bu cemaatin üyeleri, yıllardır, islamcı iktidarın ecdat kültürü ile siyasal üslubunu, el ayak çekildiğinde, çoksesli kurumların arka kapısından içeri sokan işbirlikçilerdir.

Yukarıdaki üç aparatın iç içe geçmeli bir görünüm sergilediğini anımsatalım. Her biri kolaylıkla diğerinin şapkasını takabiliyor. Eh, ortak payda liberallik olunca…

Karahan: Sona doğru 

İnsan bu oğlana baktıkça billahi üzülüyor. Hiç siyasal aklı yok, diğer aklı ise full ergen. Tamam, biyolojik yaşı ile akıl yaşı arasındaki makas biraz geniş duruyor ama, bu durum çocuğa ilginç bir tutarlılık kazandırmıyor da değil hani.

 “Tutarlılık” sözüne mi takıldınız?

Şöyle:

Önceleri, Karahan’ı kendi cemaatlerine katmak için uğraşan Gökmenîler, kendileriyle doku uyuşmazlığı taşıdığını ve genel müdürlüğü götüremeyeceğini anladıktan sonra, düşüşünü hızlandırmak için her yolu denemeye başladılar.

Gökmenî cemaatinin sanatsal ve siyasal ömrünü henüz tamamlamamış olduğuna inanıldığı dönemden ilginç bir belge:

Gökmenî: Muratçığım, bizim şeyhin selamı var.

Karahan: Aleykümselam.

G: Diyor ki, yurt dışında çok müthiş bir kariyer yapıyor, genel müdür olup buna zarar vermesin. İlle de olmak istiyorsa, bu iş için öncelikle bazı hazırlıklar yapması gerekiyor.

K: İyi de, beni zaten Saray istiyor, daha ne hazırlığı?

G: Evladım, Saray’ın istemesi yetmez. O yalnızca kağıda mühür basar. DOB’u yönetmek başka iştir.

K: Nasıl yani?

G: Sen bizim cemaat toplantılarına gel; şeyhimiz seni irşad eylesin. Biliyorsun yıllarca DOB’u yönetti.

K: Anneme sormam lazım. Ayrıca, sizin şeyh o ÇÜŞAK işinden dolayı görevden alınmadı mı?

G: TÜSAK oğlum, TÜSAK! Sen o görevden alınma işine bakma; onlar önceden ayarlanmıştı. O yasa tasarısını hazırlayanlardan biri bizim şeyhimizdi.

K: Allah, Allaah! Yani, kendi hazırladığı tasarıya karşı çıkıp, kendini görevden mi aldırdı?

G: Laik cumhuriyetçi kamuoyu baskısı nedeniyle mecbur kaldı. CSO’ya yatay geçiş yaptı.

K: Kimin oyu dedin?

G: Laik cumhuriyetçi kamuoyu…

K: Bu tam olarak ne oluyor?

G: Muratçığım, bilmem ki nasıl anlatayım. Hani Atatürk var ya…

K: Ha, onu biliyorum. Zeki Müren’i çok sever, her akşam fasıl dinlermiş.

G: Şey… Yani, aslında… Tabii, tabii de sen yine de bunu başkalarının yanında söyleme. Seni kıskanırlar, ileri geri konuşurlar. Üzerler.

K: Dayım anlatmıştı; Atatürk iyi bir amcaymış ama etrafındakiler onu kandırmışlar. Onlara solcu denirmiş. Kötü insanlarmış. Saray’daki abi de öyle söyledi; ecdadımızı ve Zeki Müren’i sevmezlermiş.

G: Hıh! İşte, sana tam da bu konudan söz etmek istiyordum. O kötü insanlardan çok var.

K: Kaç kişiler ki?

G: Onların sayıları bildiğin toplama işlemiyle bulunmaz. Az olduklarında bile çokmuşlar gibi etki yaratırlar. Sayıları matematikle değil de “tarih” denen bir başka hesap cetveliyle tutulur. Sana biraz karışık gelebilir. Şöyle söyleyeyim: Hani sen Verona’da söylüyorsun ya; senden çıkan ses yüzlerce insanı bir araya getirsen çıkmaz. İşte onun gibi bir şey.

K: Ha, tamam; şimdi anladım.

G: Bu kötü kişilerle aran çok iyi olmalı. Hatta, onlardanmışsın gibi görünmelisin.

K: Niye ki?

G: Uzun hikaye. Şu kadarını bilsen yeter: Bu kötü kişiler DOB’a çok önem verirler. Başında mutlaka kendilerinden birinin olmasını isterler.

K: Tamam da, ben onlardan değilim ki. Dayım, “Biz Merkez Efendi’deniz” derdi.

G: Oğlum, o  “merkez sağ”, efendi değil. Sen Demirel, Çağlayangil, Cindoruk Amcalarını biliyorsun değil mi?

K: Elbette.

G: Bak işte, onlar bile Nazım Hikmet’e, Uğur Mumcu’ya falan övgüler düzmek durumunda kaldılar. O kötü kişilerin sevdiği isimler.

K: Ama annemin bir sözü vardır: “Ya göründüğün gibi ol, ya olduğun gibi görün.”  Olmadığın bir şeyi…

G: O, Mevlana’nın…

K: Annem söylüyor ama.

G: Tamam Muratçığım tamam… Ne Annen ne de Mevlana DOB Genel Müdürlüğü yaptılar. Bak Fazıl’a, Zülfü Amcan’a; kenarda köşede bilinmez, duyulmaz zildiler. Şimdi öyle mi ya, maaşallah! Mutlaka Nazım demen lazım. Hani karlı kayın ormanı filan var ya.

K: Ne ormanı?

G: Şarkı adı, Muratçığım. Müzeyyen Senar, Zeki Müren falan söylemiyor ama.

K: Nazım Amca mı söylüyor?

G: (Allahım, sen aklıma mukayyet ol!) Evet, öyle de diyebilirsin. Bak, bu kurumlarda etkili olabilmek için, sağdan bile gelsen, mutlaka karşı kıyıda durman gerek. Alnar, Akses, Altar Amcaları biliyorsun değil mi?

Ayrıca, biraz dobiçsin. Bak bizim şeyhe; filinta gibi. Nedir o zerzevatçı yamağı görüntüleri. Zayıflaman lazım. Müdüriyette ve sahnede zarafet çok önemlidir. Ağzın da sanki kalay atölyesi. Şeyhi örnek al. Adam ağzını açtığında, XVIII. yüzyıl saraylarında gibisin.

K: İyi de, annem, “Ya göründüğün gibi…”

G: Oğlum, sen gabi misin?! Kırk defa söyledim. Yeter!! Bizim şeyhi görmüyor musun? Yıllardır zirvede. DOB’u, CSO’yu, olmadı ikisini de... Uğur Mumcu anmaları, Livaneli geceleri. Günde kaç rekat Atatürk, çağdaşlık, müzik devrimi diyor, biliyor musun? Solda görünmeden bu işi yapamazsın. O kadar!

K: Tamam da, geçen gün bakanlıktaydım, sizin şeyhin poliçe süresinin dolduğundan bahsediyorlardı. Saray’daki abi de aynısını söylüyor. “Artık, sola mal satamıyor, balataları yaktı” diyor.

G: Yapma yahu!!

K: Annem der ki, “Yalanın dostu, gerçeğin de düşmanı çoktur.”

Zavallı Karahan, Gökmenîler gibi kemiksiz bir esnekliğe sahip olamayıp, bir türlü “ilerici” ayağına yatamadığından, cemaat tarafından dışlandı. “Genel müdürlüğü nasıl olsa götüremeyecek, tamamen sıvayacak” inancı ile kendi adaylarını ısıtmayı hızlandırdılar. Ama, Saray şeyhlerinin kaportasını çizince, hafif tertip apıştılar.

Karahan sıvıyor

Bu arada, Karahan gerçekten de sıvamada tam yol ileri. Uçuruma koştuğunu gören en yakınındakiler bile, birer ikişer zamkinosu çekmeye başladılar. Oğlanın etrafı boşaldı sayılır. Çevresindeki herkesin elinde hançerle dolaştığı kanısıyla, paranoya sınırına dayanmış durumda.

İki buçuk yılda üç Ankara, iki Samsun, bir Antalya, bir Mersin müdürü ile, üç genel müdür yardımcısı değiştirdi. Ankara’ya hala başrejisör atayacak. Dişliler kırılıyor, çarklar boşa dönüyor. Kurumsal olan her şey hızla irtifa kaybediyor. Gökmenîlerin, “Gerçek, ayakkabılarını giymeden, yalan, dünyayı üç kez dolaşır.” düsturunu belleyemediğinden, yalanı da doğru dürüst kıvıramıyor. Kıskacın daraldığını gördükçe, panik halinde daha büyük yanlışlar yapıyor. Saray’a yük olmaya başlıyor. Yoksa bileti kesildi mi? Hafazanallah!

Son iki olayı, billahi akıllara zarar.

Olay İzmir’de geçiyor

Aytül Müdire-Cemâlnur Sargut: Rıfaî’ler ile yakın akrabalık. ( Aytül Büyüksaraç’ın herkese açık Facebook sayfasından alınmıştır.)

Opera’nın beyni Ankara, cüssesi İstanbul, zurnası İzmir. İlle bir hırtlık yapacaklar. Aytül Müdire’nin yıllardır sürdürdüğü feraset timsali “gelen ağam, giden paşam” anlayışı nedense bunlara batıyor. Yok, TÜSAK istemezük, yok, Bornova salonu dandik, yok, Pamukkale’de çalmayız… Ziftin peki!

Bornova meselesi nedir mi dediniz?

İzmir Opera-Balesi yıllardır Elhamra’da icra-yı sanat eyler. Malum, devir ekonomi devri; paralar suyunu çekti. Kiralar yüksek. İslamcı kadro para hesabını bilir.

Bu Elhamra’nın kirası yüksek. Bornova’da bakanlığa ait bir yer var. Temeli M.Ö 1993’de atılmış. Bir türlü bitmemiş. Şunu hemen bitirip, Opera-Bale’yi oraya şutlayalım.”

İhale Siirtli bir müteahhide verilir. Güvenilir adam. Daha önce stadyum yapmış. O da bir tür sahne işte. Akustik işlerine aşina. Taraftar tezahüratları falan, sonuçta hepsi ses değil mi? 22 topçu için koca sahne, tribün, soyunma odası yapan, yüz, yüz elli kişilik opera için neler yapmaz ki!

Binaya hızla kaldığı yerden devam edilir. Üç salonlu: Opera için bir, Tiyatro için bir, Klasik Türk Müziği Korosu için bir.

Bu arada, Aytül Müdire’ye, konuyla ilgilenmesi, inşaatın opera için hiç de elverişli biçimde ilerlemediği yollu uyarılar gider. İyi de, Müdire Hanım koskoca Elmas Grup’un varisi, zengin mi zengin, kalkıp da şantiyelere filan gidip, toz toprak içinde, dangul dulgul adamlarla muhatap olacak insan mı, yani. Zaten, iş yukarıdan bağlanmış. Gidersin, söylersin, iplemezler; bu sefer de karizmayı çizdirirsin. Her şey olacağına varır. Ayrıca, ne demişti Kenan Rıfaî Hazretleri:

Başkalarının kötülüklerini düşünmekten size ne? Kendin iyi insan ol! Şeytan sizin sınırlarınızı aşabildi mi? Yoksa siz onun etkisinde kalıp, O da size kötülüklerini bulaştırdı mı?”

Tamam da, bu şeytan Opera’nın sınırlarını aşıp, kötülüklerini bulaştırmaya kalkarsa?

Aytül Müdire Rıfaî Hazretleri’nin güzide öğretisine dalar. Bu konuda bir beyanı olmadığını görünce, yapması gereken bir şey de olmadığını düşünerek kemal-i huzura gark olur.

Nihayet, 17 Mart 2019’da, Saray’ın teşrifleriyle Bornova Kültür Merkezi Resm-i küşadı.

Büyük gün gelir. Ama ortada Sibel Can görünmüyor. Yoksa, Saray gelmeyecek mi?

Korkulan olur. Saray yok.

İzmir’in yerel seçim anketleri rezalet ötesi. Boşu boşuna gidip, o zargananın değnek hareketleriyle kafa ütülemeye değmez.”

Eyvah ki eyvah! Şeyh Rengim Gökmen, “O kadar yolu boşuna teptik. Göze girelim diye, bir de zürafa koro yaptık; İzmir’inkine Devlet Çoksesli Korosu’nu kattık. “Sayın Cumhurbaşkanım…” başlıklı tiradımı da kaç gündür ezberleyip duruyorum. Yoksa bize kıl mı kapıyor?” diye dertlenir. Malum, bir yıl içinde CSO şefliği durumları masada olacak da.

Saray gelmeyince salon boş kalır. Giriş ücretsiz ama gelen giden yok. Kendin pişir kendin ye!

Neyse, üzülmeye değmez. Ne demişti Rıfaî Hazretleri:

Beni aldatmak isteyene, aldanmış görünmekten zevk duyarım.

Opera Bornova’ya taşınır.

Aa! Prova salonu yok. İki yüze yakın sanatçıya tuvalet olarak tek kabin. İzleyicilere beş. Yani, ortak kullanım. Emekli öğretmen Sabiha Teyze ile Verdi’nin Violetta’sı aynı çiş kuyruğunda. Son derece demokratik bir ortam. Operanın halkla buluşması. Ellişer kişilik kadın, erkek korist gruplarına, kostüm değiştirmek için, bodrum katında 15-20 metrekarelik hücre, opera salonu ile tiyatro salonunu ayıran duvarda ses izolasyonu unutulduğundan, tiyatrocu-operacı yumruklaşmasına varacak sıkıntılar, ses açma çalışması için yemekhaneden başka bir yerin bulunmayışı. Akustik tam haşat; sahnede kimse birbirini duymuyor, şef ile ilişki cılız ötesi. Hele bir ısınma sistemi var ki, tamamen avangard: Sistem binanın dışına kurulmuş, bildiğiniz mahalle arası. Çalıştıkça, mahalleli evlerinin içinden şilep geçiyor zannıyla telefonlara sarılıyor. Tabii, belediye müdahale ediyor. Bina buz. Sanatçılar titrek hamsi. Paltolar, gocuklar… Dansçılar dans mı ediyor, buz hokeyi mi yapıyor, ayırt etmek kolay değil.

Soluğu Aytül Müdire’nin makamında alıyorlar. Binanın baştan savmalığını tek tek anlatıyorlar. Aytül Müdire soruna çözümü çoktan bulmuş. Ne demişti Rıfaî Hazretleri:

Sayısız günahlarımızı affeden Allah’ın bir kulu olarak, neden bir suçu bağışlamayalım?”

En nihayetinde, bu binayı inşa edip, kullanımımıza sunan da bir kul değil mi?

Tabii ki, bu azgın hedonistlerden o ince tasavvufi ruhu anlamaları beklenemez. İyisi mi, Ankara’daki kalaycı oğlan devreye girsin:

Kapris yapmayın!

Sonunda bu azgınlara Elhamra’nın yanındaki idari binada bir prova salonu ayarlanır. İki odayı ayıran duvar kaldırılır, ortaya çıkana koro stüdyosu denir. İyi de, havalandırma yetersiz, yangın çıkışı yok, seksen, doksan kişi dip dibe, bu kadar insana tek bir asansör. Bütün bunlara bir de hırçın virüsümüzü ekleyin.

Aytül Müdire hafifçe tebessüm eder:

Bu zavallı azgınlar hep nefislerinin kurbanı. Yazık ki, Rıfaî Efendimiz’in feyzinden nasiplenememişler.”

Oysa, Hazret ne buyurmuştu:

İnsanın hamuruna nur ve zulmet birlikte vaz edilmiştir. Yani, beşer, ruhani ve nefsani kuvvetlerin karargahıdır… Boğuşacak düşmanı yanlış seçmeyin! Kanı dökülecek düşman nefsinizdir.

Hayatta her zaman rahat koşullar olmaz ki! Ayrıca, ille bu dünyada olmasına da gerek yok. İnsan, nefsine söz geçirmeyi bilmeli. Değil mi ya? O eksik, bu eksik… Şikayet marifet değil ki!

Pamukkale zurnası, Pamukkale intikamı

Aytül Müdire tasavvuf dünyasının o harikulade ipeksi sükûnetinde dolaşırken, telefon çalar. Genel Müdür arıyor. Bakalım, balta bu sefer ne isteyecek?:

Gn Md: İyi günler Aytül Hanım. N’aber?

Md: İyi günler efendim. Sağlığınıza duacıyım.

Gn Md: Pamukkale’de Hierapolis var ya, eski taşların falan olduğu yer; orada senin orkestrayla Zeki söyleyeceğim. İşi bağla.

Md: Emredersiniz. Ama takdir buyurursunuz ki…

Gn Md: Tamam, tamam. Sonra konuşuruz.

Bak şu densize! Yahu, virüs zamanı olacak şey mi?! Ya orkestra hayır derse? Konzertmeister Kemal Tören’i bir yoklayalım, bakalım ne diyecek?

Amanın sormaz olaydım; asla olmazmış; bu virüs tükürük zerreleriyle bulaşıyormuş falan. Tabii ki, herif Rıfaî Hazretleri’nden bihaber:

Her zerrede bir nur, her katrede bir zuhur vardır.”

Yahu, bu Kemal Tören nuh diyor peygamber demiyor. Yanına diğer morukları da katmış, gençleri gaza getiriyor. Haytalar zaten nefis özürlü; zangoç gibi yesin, içsin, horlasınlar. Neymiş, ya COVID-19’a yakalanırsalarmış. Oysa, Mürşid Rıfaî Hazretleri hastalığı ile ilgili ne demişlerdi:

O bana bir misafirdir. Ben onu evime gelen bir misafir gibi hoşlarım. Şikayet bize yakışır mı? Gidecekse, hoşlukla gider.”

Bidonlar! Bir de sanatçı olacaklar; ruhsuz muşuklar!

Genel müdüre ne diyeceğiz? Adam zaten mevlasını bulmuş modunda; laf anlayacak halde değil. Saray’ın emri mi, bunun yağdanlık gayreti mi, anlamadım gitti. Son bir ikna turu daha yapmalı:

Arkadaşlar, tüm sağlık önlemleri alındı, ucunda para da var…”

Nankörler! Böyle kazma gibi emir olur muymuş da falan filan. Oysa, Rıfaî Hazretleri ne buyurmuşlardı:

Toprağın, başına inen kazma darbelerinden şikayete ne hakkı var? Kuyucunun her kazma vuruşu, derinleşen bu çukurdan çıkacak suya zemin hazırlar. Manada vuslat olan bu nimete zahmet denir mi?”

En iyisi, ben bir istifa mektubu yazayım. Genel müdüre, “Efendim, size karşı mahcup oldum, bu Kemal takozu yüzünden boynum eğik. Görevimden affıma..” falan diye, egosunu okşarım. Kabul edecek hali yok ya! Bendeki altın, onu baskülde birkaç kez tartar.

Orkestraya da, “Size yapılan bu baskı karşısında, istifa kartını masaya sürdüm. Görsün bakalım İzmir neymiş! Madem öyle, işte böyle” derim.

Peki, ya münasebetsizin biri, “Sen bu işte gözle görünür hata yaptın” derse?

Endişeye mahal yok. Rıfaî Hazretleri ne buyurmuşlardı:

Şunu biliniz ki, asıl korkulacak suç, görünen hatalarınızdan ziyade, kalbi günahlarınızdır.”

Genel müdür, beklenebileceği gibi, “İstifaya gerek yok. Senin suçun yok.” vecizesi ile konuyu bağlar. Ama, konzertmeister’in kellesini ister.

Hadi bakalım, buyur buradan yak!

Aytül Müdire bir koşu Rıfaî Hazretleri’nin güzel nasihatlerine dalar. Bakalım, böyle durumlar için Hazret bir şeyler söylemiş mi? Bulamaz. Her zamanki gibi rahatlar.

Ama, biz bir tane bulduk:

İnsan, kendini silip, kendi menfaatini adalete feda ettiği ölçüde insan olur. Aleyhinize dahi olsa, doğruyu ve hak sözü söyleyin.”

Aytül Müdire Rıfaî muhibbi olduğu için, şeyhin sözlerini daha doğru yorumluyor olmalı ki, 28 yıllık konzertmeister’i görevinden alır. Yerine, 28.05.2020 tarih, 93027861-903.07.04-E.12217 sayılı yazıyla, 1309 sayılı yasaya aykırı biçimde Tolga Kulak’ı atar. Konu, CHP İzmir milletvekili Selin Sayek Böke tarafından meclise taşınır.

Gerçi yasal mevzuat falan eski Türkiye’de kaldı ama, yine de insanın aklına gelmiyor değil; Aytül Müdire bütün bunların altından nasıl kalkacak? Üstelik, 15 yılı aşkın müdürlük döneminde daha neler var, bir bilseniz. İzmir Operası bu yazının konusu değil. Ama, gelin bir tahminde bulunalım: Kendisiyle ilgili söylenenleri ya da gerçekleri “dedikodu” sayacaktır.

Neden mi?

Bakın, Rıfaî Hazretleri ne buyuruyor:

Huzur ve gönül zevki, ruhun dünya dedikoduları ile kalben takıntısının kesilmesine bağlıdır.”

O, “dedikodu” sayabilir. Ama, Rıfaî bendesi olmayanlar başka sayacaktır. Emin olabilir.

Efes Festivali

Karahan çıkmazda. Acilen başarı gerek. Kum saati akıyor. Kumlar bitmek üzere. Saray saati tersine çevirecek. Kendi yerine başka biri… Jeton düşüyor: Her yıl Eylül’de yapılan Efes Festivali neden temmuza çekilmesin ki? Koşullar elverişli:

a) 1Temmuz’dan itibaren sahne serbest. Yani, durum yasal.

b) Devlette para yok. Turizm gelirine muhtaç. Kültürü turizme vidalamak en sağlam yol. Efes bu iş için ideal yer. Turizmci Turizm bakanı her şeye razı.

c) İzmir Müdiresi’nden alacağı, İzmir Operası’na soracağı var. Pamukkale olayında büyük yara aldı. Rezil oldu. İzmir kulağında resmen zurna çaldı. Karizma kestaneye döndü. Yalnızca konzertmeister’in kellesi kesmez.

İzmir Opera-Balesi’ne emir tebliğ edilir: 17 Temmuz’da Carmina Burana, 28 Temmuz’da Zarzuela sahnede olacak.

İyi de, virüs Saray’ın emriyle hareket etmiyor ki! Nitekim, 1 Haziran’dan itibaren uygulamaya konulan “normalleşme”, yalnızca vaka sayılarında artışa yol açtı. Öngörüler gönül ferahlatmıyor. Carmina Burana’da sahnede en az 150 kişi. İkişer metre arayla yerleştirsen, stadyum gerek. İlk çözüm, dansçıların çıkarılması. İkincisi orkestranın. Koro kayıt üzerine söylese olmaz mı? Karaoke canım, ne var bunda?! Akl-ı selim egemen olunca, komik duruma düşmemek için, orkestra tekrar dahil edilir. Şimdilik. Bakalım, daha ne sürprizler, ne oldubittiler göreceğiz.

“Festival iptal” denirse hiç şaşırmamalı, nasıl olsa yaz boz tahtası…

Rıfaî mi?

Sahi, nereden çıktı bu Rıfaî işi, diyenler varsa, çok kısaca:

Bu bir tarikat. Yok yok ürpermeyin; bunlar halim selim insanlar. FETÖ falan gibi, “iktidara çökelim, malı götürelim” düsturlu değiller. Hemen hepsi zaten çok zengin. Varlıklılar tarikatı. Aralarına zili, çulsuzu almazlar. Öyle, tesettür filan yok bunlarda. Oldukça özgür tavırlılar. Hatta, bazılarına göre, sınır ötesi özgür de denebilir. Köken Selanik. Anladınız değil mi? En liberal tarikatımız. Çok filim hikayeleri var. Bir başka gün anlatırız.

Aytül Müdire Rıfaîler ile akraba. Pek yakın.

Baba Necdet Bey İzmir Spor’da top koşturmuş. Genç milli olmuş. Becerikli adam. İşini ve parayı bilir. Daha çocuk… denize para atma oyunu; atılan paraları en çabuk bulup çıkarmada mahir. 14-15 yaşlarında gümrük komisyoncusu Arif Erzeybek’in yanına çırak girer. Yaşar Holding falan derken, ülkenin en önemli nakliye-lojistik şirketlerinden birinin sahibi olur (dinyakos.com, 17 Ocak 2018). Aytül Müdire’nin eşi büyük firmalarda üst düzey yönetici. Amerika’larda okumuş. Çocuklarını da Amerika’ya eğitime göndermişler. Pittsburg’da “Doğu Dinleri” eğitimi almış. İlginç. Aytül Müdire’nin ağabeyi Eyüp Cemal Elmasoğlu, İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı. 

Ense kulak yerinde bir aile… Damardan liberal.

Opera’yı Aytül Müdire’ye zimmetlemeyeceksin de, kime zimmetleyeceksin?

32 yaşından beri müdür. 15 yılı aştı. İki kez gitti, üç kez geldi. Yok, yok, İstanbul müdürü proleter Suat gibi, idare mahkemesi kararıyla falan değil, bakanlık ricasıyla. Özellikle, ikinci müdürlük dönemi olan 2007-2014 arasında Gökmenî cemaati ile epey flörtü var. İlginç siyasal ilişkileri de. İKSV’nin İzmir ayağı olan İKSEV’in (İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı) başındaki Filiz Eczacıbaşı Sarper ile ruh gibi arkadaş. Filiz Hanım ünlü Sarper ailesinin gelini. İzmir’deki Eczacıbaşı Festivalleri ile İzmir Operası ilişkileri başlı başına bir yazı konusu.

İyi de, bütün bunlar çoksesli müzik yaşamımız açısından ne anlama geliyor?

Aytül Müdire fenomeni mutlaka yazılmalı.  

 Olay Antalya’da geçiyor

7 Tenorlu Aspendos: Senfonik turizm

Turizmci Turizm Bakanı enseyi karartmış; Ruslar da, Almanlar da nazende gelin: Virüs nedeniyle gelemezlermiş… Vatandaşlarının can güvenlikleri falan fişman. Hepsi terane. Sanki bizimkilerinki patlıcan güvenliği.

Bu Karahan’ı övdüler de övdüler; iyi anlaşırmışız, Bilkentli liberalmiş, bürokrat kafalı değilmiş vesaire vesaire. Şimdiye kadar herifin bir mürüvvetini görmedik. Öyle prodüksiyonlara imza atacakmış da, dünya ayağa kalkacakmış da, ülkeye turist dolacakmış da… Troya’yı batırdı. Maliyeti zor çıkardık. Göbek Tepesi miydi neydi, hamuduyla turist getirecekti. Göbek falan olunca bana da makul geldi; yabancılar oryantali severler. Onu da batırdı. Maliyeti bile kurtaramadık. Adam kaybetme makinesi. “Rab bana, hep bana”; tek bellediği bu. Tamam, hepimiz liberaliz de, bu kadar damacanalık da olmaz ki!

Üstelik, bu DOB Caretta gibi yerdi. Kalın kabuklu, kendi halinde, sesi mesi çıkmaz… Kardeşim, bu oğlan geldi geleli şirazesinden çıktı. Allah’ın günü şikayet, basında dünya laf. Saray da bizi fırçalıyor.

Vallahi, bu son olur. Antalya’da diplomatlara arkadaşlarıyla arya söyleyip, turizmi patlatacakmış. Hiç inanasım yok ama, n’apalım. En azından Saray’a elimizden geleni yaptık deriz. Akıl işi değil; hiç kalantor büyükelçiler gelir mi? Herifler elçiliklerinden burunlarını çıkarmıyorlar. Yine kalırız Katarlı’ya falan. Sen ben bizim oğlan… Dünyanın da masrafı; yedir, içir, gezdir.

Bu Karahan bir süredir bizim Çavuşoğlu’nun peşinde dolaşıp duruyor. Sarayı ikna etsek de oğlanı kültür ataşesi falan diye Dışişleri’ne kakalasak.

Karahan Pamukkale kepazeliğinden sonra, fabrika ayarlarına benzer bir şeyler yapmanın daha gerçekçi olduğunu nihayet idrak eder. Zira artık kontrolü kaybetmiştir. Yabancı misyon da olunca, çağdaş, batılı imaj şart. Aslında, tek başına kendi söylemeli ama yukarısı olmaz diyor. Mecburen altı sebzeyi de yanına alacak. Şefi iyi seçmeli. Şakirt filan olmaz. Aklı başında, façası düzgün biri gerek. Pirolli ideal. Adam İtalyan. Zarif. Öyle, Sicilyalı falan değil; ceketi çıkarıp, dalmaz. Yabancılarda iyi izlenim bırakır. Tek sorun, müzikal kalite, standart filan diye kıllık yapması. İnşallah, sorun çıkarmaz.

Hem işler iyi gitti mi, Çavuşoğlu’nu da iyice şavullamış oluruz. 

7 Tenorlu konser

İş ayarlanır. 7 Tenorlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yabancı Misyon Özel Konseri. TRT 2’den naklen yayın. (Daha başka ayrıntılar için, Müfit Semih Baylan, “Antalya DOB Orkestrası Sirk Orkestrası değildir!”, mavi-nota.com, 22 Haziran 2020)

Tarih: 18 Haziran 2020 Yer: Aspendos Antik Tiyatro

Antalya Opera-Bale Orkestrası provada. İki metrelik sosyal mesafe kuralına göre oturulmuş. İki metre senfonik orkestrada sağırlık anlamına gelir. Pirolli tahta nefeslilerin solosunu duymadığını, yaylı çalgıların sesinin bakır nefeslilerinkine kıyasla az geldiğini söylüyor. Orkestra üyeleri ise, birbirlerini duymadan çalıyorlar. Eh alaturkaya benzemiyor tabii. 4. parça prova edilirken yağmur başlıyor. 20 dakika yağıyor. Her yer pestil: Çalgılar, nota sehpaları, notalar, ışık tesisatı… Allah’tan ses düzeni kurulmamış. Yağmur dinince, Antalya Operası Müdürü Akın Ulutaş, genel müdürün kalaylarına muhatap olma endişesiyle, provaya devam edilmesini istiyor. Konzertmeister ve orkestra müdürü de katılınca, prova kaldığı yerden devam. İki dakika sonra Pirolli, bu koşullarda devam edilemeyeceğini belirtip, provayı ertesi gün saat 18.00’e erteliyor.

20 Haziran 2020. Konser iki saat sonra başlayacak. Saat:19.00. Sound check yapılıyor. Orkestra şaşkın: Birkaç saat önce, Karahan ve üç tenor oturmuşlar, programda söylenecek üç parçanın yerine, başka üç tane söylemenin daha hoş olacağına karar vermişler. Karahan oluru basmış. Basar mı, basar. Koskoca genel müdür. Tek adam. Eh, orkestra da zaten Pamukkale’den beri düğün orkestrasına döndü. İstek üzerine her boy ve ebatta parça çalınır. Özel orkestra. LİMAK’ın resmisi gibi. Bülent Bezdüz yeni parçayı seslendirecek, lakin, keman ve nefeslilerin yarısında nota yok. Orkestra hercümerç içinde. İyi de, her kumaştan yalaka çıkmaz ki. Orkestra üyelerinden bazıları bu oldubittiye itiraz ediyor. Türk Pavarotti kıyametleri koparıp, birinin üzerine yürüyor, hakaretler falan. Efendim, tırışkadan tutti üyesi, dev tenorlara nasıl kafa tutarmış…

Türk Pavarotti’yi tanıyorsunuz, değil mi?

Öyle biri yok mu, dediniz?

Olur mu? Hakan Aysev, yahu! Hani, İtalyan Pavarotti ile fotoğraf çektirmişti ya. İşte o.

Şef Pirolli de bu oldubittiyi kabul etmez. Parçalar eklenmez.

Ah My Way, vah My Way

Karahan koyu aryalı programa, Zeki Müren olmasa da, popüler bir şeyler koymaktan yana. Diplomatları sıkmamalı. Ayrıca, adamlar, “bu ne biçim ülke, senfoni orkestraları yalnızca senfonik müzik mi çalıyor? Çağın gerisine düşmüşler” falan demesinler. Turizm durumları da var. Bakanın yüzü zaten keşkül; herif suratımıza bakmıyor.

“My Way” harika olur. Sıfır risk. Sağlam yatırım. Malum, bunu Pavarotti de söylemişti. Tam bana göre ama, bu şimdi tutturacak, “senin Pavarotti ile fotoğrafın yok, benim var” falan. Lanet olsun! Zıkkım olsun! Ağzına yapışsın!

Hakan Aysev hindi edasıyla sahneye gelir. Provada bile romantizm tufanı yaratacak. O da ne? Notalar ve düzenlemede sorunlar var. Parça topal ördek. Pirolli programdan çıkartılmasına karar verir. Türk Pavarotti neredeyse acile kaldırılacak. Bir koşu Karahan’a şikayete gider. Opera Müdürü Akın Ulutaş’ı alır mı bir korku?! Ya Karahan hesabı ona ödetirse? Adamın sağı solu belli değil ki:

My Way yoksa, sana da mama yok!

Pirolli’ye yakarış modunda uzun hava yakar:

Aman şefim, canım şefim

Klarinetsiz deneyelim.”

Denenir. Olmaz da olmaz. Pirolli son noktayı koyar: Çalınmayacak.

Karahan küplere biner. “Sen benim iznim olmadan, nasıl çıkarırsın?” diye, Pirolli’ye yüklenir. O da, istifa kartını çıkarır. Neyse, mecburen barışılır.

Yerli ve milli Pavarotti diğer parçasını da değiştirmek ister. Tamam da notaları yok. Konsere artık dakikalar var. Notist Antalya’da fotokopi çektirmekle meşgul, arpçı iki yüze yakın notayı dağıtma telaşında. Orkestra allak bullak.

Kasaba panayırına hoş geldiniz!

My Way iptal olunca, bütün tenorlar iki kez, hindi bir kez çıkar.

Karahan’ın ahı mı tuttu nedir?

Gel gör ki, bakan da orada. Adam burnundan soluyor olmalı:

Yahu, koca konserde bir tane turistik parça vardı, o da tantuna gitti! Bu Karahan uğursuzunun elinden mühür alınmazsa, yakında Antalya’ya meteor bile düşer!

Konser sonrasında Genel Müdür’ü çeyrek ağız bile tebrik etmez. Karahan da orkestrayı.

Garibanların tek tesellisi mi?

Pirolli’nin teşekkürü.

Sonuç

Karahan dönemi kapanıyor. Tam bir kabus olarak anımsanacak. DOB, tarihinin hiçbir döneminde bu ölçüde ayakaltında kalmadı. Çoluk çocuğun elinde oyuncak olmadı. Vatan Cephesi nedeniyle, homurdanıldığı 27 Mayıs’tan hemen sonra bile. 

Koltuk kulisleri ise tam gaz. Gelenin, gideni aratmaması gerektiğine dikkat çekelim.

Bu yarışın bilinen ve bilinmeyen isimleri var. Siyasal akla uygun olan ve olmayanları, hak eden ve etmeyenleri… İslamcıların hesapları ise ayrıca anlatılmalı.

Hepsi başka bir yazının konusu. 

İslamcılık sayfasının kapanmasına çok az kaldı.

Son 15 yılda DOB’a en büyük zararı işbirlikçiler verdi. Karahan hiçbir zaman işbirlikçi olmadı. Karşı taraftandı. Kendini saklamadı. “Züccaciye dükkanında fil” oldu, o kadar. Yaptıkları ve düşündükleriyle öngörülebilir biridir. Kendiyle tutarlıdır. En büyük darbeyi yine işbirlikçilerden yedi. İslamcılar kaybettiği için o da kaybetti. Dönem çocuğudur;  dönemle birlikte gider.

Esas tehlike işbirlikçilerdir. Her dönemin insanları. Yaptıkları, yapamadıkları, ilişkileri, akçeli işleri, isimleri… Tek tek anlatılmalıdır.

Bu yapılmadığı sürece, DOB’un fabrika ayarlarına dönüşü, en azından etik düzlemde olanaklı değildir.

 [email protected]