‘Delibo’ ve yanı başımızdakilerin kahramanlığı

Karakter, bu hayatı seçmiş gibiydi. Geçmişini canlandırırken hayatını sorgulamıyordu gerçek anlamda (çünkü böyle sorgulayış değişme yönünde bir iradeyi gerektirirdi), o geçmişi/hayatı bir yas nesnesi haline dönüştürerek bu geçmişten hedonistçe bir zevk alıyordu. Bu arabeski reddediyoruz. 

İhsan Kaan Terman

Murat Uyurkulak’ın yarı-otobiyografik romanı ‘Delibo’ Haziran günlerinde çıktı. Anlatıcının aynı zamanda başkahraman olduğu roman, İzmir Bornova’dan bir kayboluş haberiyle açılıyor. Yusuf’un çocukluğunun geçtiği mahallenin delisi Delibo (Deli İbo) kaybolmuştur. Haberin kahraman anlatıcıda yarattığı çağrışımlar silsilesiyle, haberi veren kişiden başlayarak, Delibo’nun hikâyesine, mahalleye, eski çocukluk çetesinin üyelerine, Yasemin’e, “baba”ya uzanan yol açılmış olur.

***

‘Delibo’daki anlatı yapısı çift-katmanlıdır. Yusuf’un çocukluk anıları şimdiki zamana bağlı olay örgüsüyle paralel anlatılır. Hatta anılar önce gelir. Karakterlerle ilk olarak bu anılarda karşılaşırız. Böyle olunca bu karakterler okuyucu tarafından hep bir arka plan eşliğinde düşünülür. Başka bir deyişle, çocukluk anılarının şimdiki zamanla paralel gitmesi, okuyucuyu, bu anılarla güncel karakterler arasında bir bağ, bir nedensellik ilişkisi kurmaya zorlar.

“Babam da öğretmendi, edebiyat öğretmeni… Eğitim sendikası kurma derdinde, hararetli bir komünistti,” (s. 24)

Kuşkusuz, bu anılar oldukları halleriyle değil, belli bir yaşanmışlığın, yıllar süren bir muhasebenin, acıların, hayal kırıklıklarının izleriyle gelirler.

Yusuf, hep bir utanç içinde hatırlar çocukluğunu. Yoksulluğundan utanır. Ancak sonraları, bu yılların içinde değilken bu yoksulluğu, bu utancı fark etmek daha da pespaye hale getirir. 

Özellikle metindeki koku imgesi bu yoksulluk psikolojisinin anlatımı için bir olanaktır.

Söz gelimi, ter kokusu vb. sefaletin, utancın anlatımı için önemli bir imgedir. Bakkal Tuncay Abi’nin terinin acı kokusu mekânı tutar, terler sürekli etli ensesi; Yusuf, kim bilir kaç kişiye rahatsızlık vermiştir, elinin yumurta, ağzının irin, gömleğinin ter koktuğunu bilmeden. “Yumurta gibi koktu utanç,” der karakter bir yerde. Ve en acısı da sınıftayken, üstelik de yanında “Yasemin’in kulağı ve burnu” varken, suratına karşı söylenen, “Yusuf artık bir deodorant alsan hiç fena olmayacak,” lafının anısıdır. 

“Ve çok geçmeden anladım, sefaletin kokusunu giderecek kuvvette bir parfüm yoktu, çünkü o koku teninden değil, ruhunun en dibinden geliyordu.” (s. 49)

Silikon kokusu vardır sonra. Babası Sefer Kavala’nın oğlunu okutabilmek için heykelcikleri zımparaladığı mekânın kokusu. 

Kokulu pembe silgi…

“Silginin gülü andıran kokusu, Yasemin’in kokusu olup çıkmıştı. O kadar meşguldüm ki silgiyle, koku burnumun içinde yuva yapmıştı. Rüyalarımda bile o kokuyu görüyordum. Koku görülür mü? (…) Dahası, koku yenir mi? Yenir. Yedim. Dayanamadım bir gün, koklamak kâfi gelmedi, silgiyi ısırdım, kopardım ucunu, gözlerimi kapatıp çiğnedim, çiğnedim, yavaşça yuttum sonra, hazla kamaştı çenem.” (s. 23)

Bazen de koku hayati bir ihmalkârlığın nedeni olabilmektedir. Küçük Yusuf’un arkadaşı Selo’yla yapacakları bir soygun sırasında erketelik yaparken duydukları gibi:

“Tam o anda duydum kokuyu. Nasıl keskin bir gül kokusu… Başım dönmeye başladı, gözüm kararırken dünya pempeye kesti, Yasemin’le doldu her yer, çakılıp kaldım olduğum yere. Bir kamyonet belirdi uzakta, yaklaştı, yaklaştı, şubenin önünden geçerken kasasındaki çuvalları, o çuvallardan taşan gülleri gördüm. Gözümü alamıyordum güllerden, beyaz, kırmızı, sarı, pembe güllerden…” (s. 106)

Romanda en fazla ele alınmayı hak eden kahraman anlatıcının (Yusuf) babasıyla olan ilişkisidir.

Babası küskündür Yusuf’a. O kadar ki, bu “bitmek bilmeyen küskünlük” rüyalarına girmektedir Yusuf’un. Serseri olmuştur oğlu çünkü. “Mutsuz bir adamdı,” der Yusuf babası için. Onu alaya alır, ona kızar, onu hoş görür; boşa yaşanmış bir hayatı olduğunu düşünür. Ne de olsa dünyayı değiştirme hevesleri boşa çıkmış bir kuşağın üyesidir ve kendi gibi onun da ömrü heba olmuştur. 

En fazla da sitemkârdır ona karşı. 

Dünya görüşü gereği “fazla kuralcıdır” Sefer Kavala; Yusuf’a göre babasının bu kuralcılığı tutarsızdır, bu yüzden de biçimseldir ve alaya alınmayı hak eder:

 “…iyiliğin zindanından kurtulamıyordu bir türlü, dünyayı kökünden yakıp başka bir âlem yaratmayı hayal ederken, elektrik faturasını ödemeyi iki gün geciktirince telaşa kapılıyordu. Riayet etmediği yasa, itaat etmediği kural yokken, ne cins bir özgürlüktü acaba hasretini çektiği?” (s. 79)

“Lügatında Arapça “tatil”e müsaade vardı, siyasetten konuşmaya başladığında “revizyonist”, “oportünist”, “uvriyerist” gibi mefhumlar havada uçuşurdu, ama perişan Ortadoğulu göçmenlerin ürkek ürkek girip çıktığı izbe dükkanların tabelalarındaki Arapça harfler, İzmirli varoş ergenlerinin devam ettiği dandik mekanlara yapışık İngilizce kelimeler bir taraflarını kaşındırıyordu.” (s. 91)

Çocuk, bu biçimci kuralcılığın altında ezilmiştir. Ve şimdi anıların anlatılış üslubundan anladığımız kadarıyla babasına karşı öfkelidir. Ancak bu pasif bir öfkedir ve tutarlı bir tavra dönüşmekten uzaktır. Her an yelkenleri suya indirmeye hazırdır Yusuf.

“Mutlulukla kırpıştırdım gözlerimi. Dünyanın en güzel azarıydı bu, çünkü babamın azarıydı, çünkü babalar oğullarını azarlardı, çünkü öyle işte…” (s. 117)

Neyse ki, karakterimiz, rüyadan erken uyandığını söyler. Çocuk, babasının kaderini paylaşmayacaktır. Kararını verir: 

“Ağır bir garibanlık duygusu musallat olmuştu ruhuma, durduk yerde gözlerim doluyordu, zira babamın çizdiği o silikon kokulu güzergâhın, onca mevcut ve müstakbel gayrete rağmen, varıp varabileceği menzilin yine yoksulluk olacağını anlamıştım. Babama güvenemezdim artık, planı yanlıştı, durumu umutsuzdu, her daim kaybeden taraftaydı ve o taraftan vazgeçeceğe de benzemiyordu.” (s. 34)

***

Bir yandan anılarda olanaksız bir aşkın anlatımını izlerken, diğer yandan çete üyelerinin Delibo’yu arayışı sürer. Fotoğrafları şimdi ünlü bir dizi oyuncusu olmuş olan Yasemin Berova’nın sosyal medya hesabından paylaşılmıştır. Ancak bir türlü bulunamaz.

Yusuf’un Delibo’nun kayboluşunu niye dert edindiği pek açık değildir. “Delibo’nun kaybolması mühim bir haberdi,” der, ancak bu kayboluşun sonuçlarını salt mahalleli açısından görür, kendine dokunan bir yanı yoktur. Konya’dan İzmir’e gidişinin gerekçeleri de pek açık sayılmaz (bu soruyu romanın sonlarına doğru kendisine de soracaktır), ancak geçmişi çağrıştıran kayıp haberinin ardından, nedenin, anıların gücü olduğu söylenebilir.

Nihayetinde romanın sonunda Delibo’nun –mahallenin delisi olmasının dışında– aslında solcu Altıncı Enternasyonal’in gizli liderinin ikizi olduğunu, bu yüzden Sefer Kavala ve Yasemin Berova’nın gündeminde olduğunu öğreniriz. Sefer ve Yasemin de anlaşılacağı üzere bu örgütün üyesidirler.

Bu zorlama final romanın en başarısız kısmını oluşturur. Detaylar pek keyfi, tutarsız ve gerçek dışı görünür. Karakterlerin ansızın eve girdiği bir sahnede, Sefer Kavala’nın yarı bodrum dairesinde, Altıncı Enternasyonal’in üyeleri toplanmıştır. Pek çok milletten insanın yanında, bir yanda yönetmen Ken Loach, bir yanda Sungur (Savran?), bir yanda da Yasemin’in matbaa işçisi eski sevgilisi Abdurrahman vardır. En son kollar dirsekten kırılıp Enternasyonal okunur ve üyeler dağılır. 

Dahası var.

Sefer Kavala oğluna Altıncı Enternasyonal’in programını uzatır.

“Vaktiyle beni sormak için kapısına gelen Yasemin’i maharetle zımparalayıp örgütleyen Sefer Kavala, şimdi beni de örgütlemeye çalışıyordu, yoldaşı olayım istiyordu.” (s. 192)

‘Delibo’ romanı insana, yaşama dair ne söylüyor?

Her roman okuyucuya bir insan imgesi sunar; örtük de olsa ahlaki bir önermesi, bir dünya görüşü vardır.

Yusuf karakteri, romanda da ifade edildiği gibi, ‘rüyadan erken uyandığını’ sanarak, bu dünyanın ‘ayıklık, uyanıklık, hesap kitap gerektirdiğini gecikmesiz anlamış’, babasını izleyerek onun bir anti-tezi olarak kendini inşa etmeye kalkışmış, ancak hiçbir şey olamadan –tabiri caizse– kürkçü dükkânına geri dönmüştür. Zamanında ‘iyiliğe güzelliğe dair ne varsa hepsini fırlatıp attığından’ (çünkü seçtiği yol böyle bir kişilik yapısını, saftirik olmamayı gerektiriyordu) sevinçli anların duygusallıklarına tahammülü yoktur. 

“İşte yine midem bulanıyordu, işte yine gözlerim doluyordu, zira mutluluğa, hazza, neşeye, zevke, keyfe dair, insan olmanın, insanlarla bir arada olmanın ihtişamına ve pespayeliğine dair nefret edip bayıldığım ne varsa, şimdi bu mekânda, mekânın iyi ve güzel olan her şeyi hatırlatan ışıltısında, şekerden örülmüş bir örümcek ağı misali kuşatıyordu etrafımı. Yumruklarımı dişlerime dayayıp, can sevincinden, yaşama coşkusundan hüngür hüngür ağlayasım vardı.” (s. 118)

Haksızlık etmeyelim. Yine de bir değerinin olduğunu bize belli etmek ister karakter. Delibo’yu aradıkları sırada kendilerine engel olan üç kampüs görevlisini yere serdiğinde, yanındakilerin –babası ve Yasemin’in– takdirlerini kazanır, ancak havanın yumuşamasına izin vermez, hatta bu tutumlarını ikiyüzlü bularak nefretle bakar onlara. 

“Bugüne kadar, olmak istemedikleri ne varsa bende görmüşlerdi, sanki bir tür ölümü hatırlatıyordum onlara, bu yüzden benden uzak durmuşlardı, hiç arayıp sormamışlardı. Ama şimdi benim de bir kıymetim, bir cevherim olabileceğini hissediyorlardı ufaktan.” (s. 119)

Metnin iletisi olarak görebileceğimiz –yukarıda bir kısmını alıntıladığımız– pasaj, insana dair bir şeyi söylüyor olabilir.

Aynı pasajda, “İnsanlar yanı başlarındakinin kahramanlığına kör,” der, anlatıcı-karakter. Yusuf, ortak bir dava uğruna adamları yere serdiğinde, gerçekten de çevresindekilerin asla yapamayacakları, yapmaya cesaret edemeyecekleri bir şeyi yapmış olur. ‘Bu şeyi’ yapıyor oluşu, onda, başka bir dünyanın (hapishane hayatının, ‘sert’ koşullarda yaşamanın vs.) bilgisinin varlığıyla açıklanabilir. Bu birdenbire –pratikte– ortaya konulan bilgi, çevresindekilerin o zamana kadar Yusuf hakkında verdikleri yargılarını (hayatının başarısızlıkla, kötülükle, düşkünlükle malul olduğunu düşünmeleri) başka bir ışıkta görmelerine, aslında onun da bir geçmişi, hayatı olduğunu düşünmelerine neden olur. 

Böyle bir ileti şu soruları da beraberinde getirir: Karakterin kendini bu tarzda bir haklı çıkarışı meşru mudur? Boşa harcanmış bir yaşamın ölçütü nedir? Kişinin yaşamı, ortaya koyduğu bir hareketle bambaşka görünebilir mi? 

Bana kalırsa, yazarın aktarmaya çalıştığı bu iletinin, “Evet, Yusuf gibi adamlara da ihtiyaç var, kavgada iki üç adam indirir, fena mı,” lafının ifade ettiği gerçeklik dışında bir anlamı yoktur. 

Sonuç

Geçtiğimiz yıllarda Nâzım Hikmet Kültür Merkezleri’nce düzenlenen “Çürüme Edebiyatının Anatomisi” sunumları günümüz edebiyatındaki birçok gerçeğe işaret etmesi açısından anlamlıydı. Söyleşilerin birinde Nevzat Evrim Önal, “Sefil, sefaletten kurtulmuyorsa geriye tek bir şey kalır, sefilliğin kendisinin bir kimlik olarak benimsenmesi,” diyor ve ekliyordu: “Zaaflarımızı sevmek alçaklıktır!” Tam da Uyurkulak’ın başkahramanındaki durum buydu. Karakter, bu hayatı seçmiş gibiydi. Geçmişini canlandırırken hayatını sorgulamıyordu gerçek anlamda (çünkü böyle sorgulayış değişme yönünde bir iradeyi gerektirirdi), o geçmişi/hayatı bir yas nesnesi haline dönüştürerek bu geçmişten hedonistçe bir zevk alıyordu. Bu arabeski reddediyoruz.