Çürüyen düzenin salgın duygusu: Yaşasın, Korona geldi!

“Yaşasın Korona!" Şimdi belli çevrelerin bütün dünyayı tehdit eden bu tehlike karşısında gizlice sevinerek ellerini oğuşturduğunu düşünebiliriz. “Eski yöntemlerle yönetememe” tehlikesi karşısındaki iktidarlar hiçbir baskı yöntemine başvurmaya gerek kalmaksızın ve neredeyse “hiçbir tepki almaksızın” bütün toplumu zapturapt altına aldılar.

Cemil Fuat Hendek

Son derece bulaşıcı bir virüs karşısında yüz milyonlarca insan can derdine düşmüşken, mutasyona uğramış virüsle ilgili bilgiler, salgınla mücadele yol ve yöntemleri tartışılıp dururken, bir başka olguya da gözümüzü çevirmeliyiz:

Korona günleri öncesinde burjuvazinin “eski yöntemlerle yönetemez duruma düşmekte olduğu” konuşuluyordu. Aslen geçen yüzyılın sonlarından itibaren iniş çıkışlarla kesilmeyen ve 2008’de ABD’deki krizle birlikte emperyalist merkezleri ve tabii tüm dünyayı saran kriz koşullarında yığınlar arasında huzursuzluğun arttığı gözlemleniyordu. 2019 yılı bu açıdan dünyanın birçok ülkesinde toplu protesto hareketlerinin yükseldiği bir yıl oldu. Türkiye’de dikkatler özellikle Sarı Yelekliler hareketine çekilmekteyken Brezilya’dan, Şili’den komşumuz İran’a ve bölgemizde Lübnan’a, Afrika’da Somaliye ve başka birçok ülkeye dek... Çoğunlukla ekonomik ve sosyal haklar hedefine yönelen bu hareketlenmeler karşısında burjuva iktidar çevrelerinde huzursuzluk ve endişe artmaktaydı.

Birçok ülkede aşırı sağ ve faşist hareketlerin bazı sermaye çevrelerinden de gizli-açık destek alarak yükselmesi, parlamentolara girmesi, dahası hükümet kuracak duruma gelmesi de bu gelişmelerden bağımsız düşünülemezdi. Tekelci sermaye zor durumda iktidarını sürdürmek için yedek güçleri seferber etmeye başlamaktaydı. Bunu da, yığınlar arasında gelişmekte olan memnuniyetsizlik karşısındaki korkunun bir göstergesi olarak bir köşeye yazalım.

Ve derken...

TEHDİT Mİ KURTARICI MI?

“Yaşasın Korona!" Şimdi belli çevrelerin bütün dünyayı tehdit eden bu tehlike karşısında gizlice sevinerek ellerini oğuşturduğunu düşünebiliriz. “Eski yöntemlerle yönetememe” tehlikesi karşısındaki iktidarlar hiçbir baskı yöntemine başvurmaya gerek kalmaksızın ve neredeyse “hiçbir tepki almaksızın” bütün toplumu zaptı rapt altına aldılar. Tepki ne kelime... Birbiri ardına gelen sınırlamalar, yasaklamalar toplumun en geniş kesimlerince onay bulmaya başladı. Varolan yasaları ve uygulamaları yetersiz gören, devletin yurttaşları kontrol işlevini daha da genişletmesini öneren ve yakın zamana dek birçok çevreden tepki alan aşırı sağcı odakların fazla argümana gereksinimi kalmadı.

ALMANYA’DA NE OLUYOR?

Dünyaya yayılma eğilimi gösteren yığınsal protesto eylemleri 2019’da Almanya’ya henüz uğramamış olmakla birlikte, bu eğilimin artacağını gösteren birçok işaret belirmişti. Bütün dünyada olduğu gibi, Almanya’da da bunları en başından önlemek için daha geniş baskı önlemleri, yasalarda değişiklik istemleri yanısıra, bazı hakların verilmesi ve servet dağılımındaki akıl almaz boyutlara varan eşitsizliğe çare arama önerileri üzerine tartışmalar yoğunlaşmakta ve yaygınlaşmaktaydı. Birçok ülkede düzen partileri içindeki tartışmalar çatlaklar haline dönüşürken, iktidarlar sarsıntı geçirmekteyken Almanya’da farklı bir durum olmadı. Finans sermayenin, sosyal demokrasi ve onun güdümündeki sendikaların işbirliğiyle iktidarı pek sağlam biçimde elinde tuttuğunu bildiğimiz bu ülkede de seçimlerden sonra aylar boyunca hükümet kurulamadı. Koalisyon ortakları arasında görüş ayrılıkları derinleşti, tartışmalar sertleşti. İstisnasız bütün düzen partileri içinde de yönetim zorlukları açığa çıktı. Partilerde yönetim kadrolarının seçiminde zorluklar yaşandı. Başkanlar çıktı, indi. İktidar partisi CDU bile Merkel’in başkanlığından bıkmıştı.

Şimdi ise bu tür tartışma ve çekişmeler bitti; herşey duruldu. Yönetim berkemâl, Korona telâşı dışında ortalık sütliman. Hükümet istediği önlemi alıyor. Yereller gerekirse sokağa çıkma yasağı ilan ediyor. İtiraz yok. Askerlikteki gibi: “Yapılacaaak, yap!” Herkes tâbi oluyor. 

En çarpıcı örnek olarak Almanya’da Federal Ordu’nun Korona ile “savaş”a sürülmesini gösterebiliriz. Askerlerin herhangi bir şekilde yurt içinde sivil hayata müdahalesini temelden reddeden ve bu doğrultudaki her türden eğilimi şiddetle protesto edenlerin çoğu suspus oldular.  Hakim düzen fırsattan istifade, orduyu “ülke içinde sefere çıkartma” provası yapıyor! Düzen partileri arasında, Yeşiller ve Sol Parti’nin, kapitalist düzenin savunusu için etkin görev alabilmesini sağlamakta en etkin işlev gören “sol kanatlar”dan bile tık çıkmıyor.

SANSÜRLENEN BİR MEDYA

Hemen tamamı tekelci sermaye mülkiyeti altındaki basılı medyanın yanısıra, sözde kamu denetiminde olan resmi televizyon kanallarının da ne denli yoğun kontrol altında olduğunu, ilan edilmemiş bir sansür denetimi altında hareket ettiklerini söyleyip duruyor, kolay kolay kimseyi inandıramıyorduk. Artık bunu tartışmaya gerek kalmadı. Şimdi en hafif eleştirel yaklaşımları bile belli sınırlar içinde tutmakta olan ahenkli bir “koro”dan bahsedebiliriz.

Bu durumda, Almanya’nın pandemiyle mücadelede pek de başarılı olduğu iddiası şüpheyle karşılanmalıdır. Verilen sayılara inanalım mı? Hayır! Sadece bir örnek verip geçelim: Almanya’da Korona salgını olduğu ilan edilmeden tam bir hafta önce meslek odasından diş tabiplerine bir tamim geldi: Çok sancılı olanlar hariç kimseyi kabul etmeme, tüm randevuları iptal etme ve yeni randevu vermeme uyarısı yapıldı. Demek ki, pandeminin varlığı, ilan edildiğinden en az bir hafta önceden biliniyordu ve kamudan gizli tutulmuştu.

KÂRLI YATIRIM ALANI İÇİN YETERSİZ SAĞLIK SİSTEMİ GEREKİR

Neo-liberal fırtınayla birlikte gerçekleştirilen birçok özelleştirme sağlık sistemini de etkilemiş, birçok devlet ve kent hastahanesi özel sermayeye devredilmiş, geri kalan hastahanelerden çoğunun yönetimlerine de kapitalist işletme karakteri kazandırılmıştı. Bu doğrultuda ülkenin her tarafında, bazıları yasal sigortaları kabul bile etmeyen, sadece özel sigorta sahibi hastalara bakan özel (ticarethane) klinikler fışkırmıştı. Şimdi, her bir hasta yatağının, her bir sağlıkçının çok büyük önem kazandığı şu günlerde bunlar ne işlev görmekteler? Medyadan buna dair bir bilgi alan oldu mu? Hayır. Alman Komünist Partisi’nin haftalık Sağlık Bülteni’nin iddiasına göre, bunların çoğu kısa dönem çalışma ilan etmiş, çalışanlarını eve göndermiş, yatak kapasitelerini ve yoğun bakım ünitelerini de daha önceden ayarlanmış ameliyatlar için Korona hastalarına kapatmışlar.

Korona hastalarına eleme yoluyla bakılacağı “kurtarılabileceklerin” tedavisine yoğunlaşılacağı açıkça ilan edilmiş oldu. Yani doktorlar “bu çok yaşlı, bunu bırakalım; bu da zaten ağırlaşmış, bundan vazgeçelim” gibi ölüme ve yaşama karar vermek zorunluğuyla başbaşa bırakılacak. Fakat sadece hastaların tedavisi değil, sürekli tehdit karşısında bulunan sağlık emekçilerinin korunması için gerekli bütün önlemlerin alınamadığı, gerekli sayıda test yapılamadığı, yaşlılar bakımevlerinde kontrol mekanizmalarının işlemez hale geldiği ve daha birçok olumsuzluk tam bir ketumluk içinde dillendirilmiyor.

KÂRLI BİR META OLARAK İLAÇ ve AŞI

Almanya’da para çoktur, ama kapitalizmin mantığı dünyadaki diğer ülkelerden farklı değildir. Yani, önem sırasında insan yaşamı falan değil, genel olarak özel sektör, onun en başında da tekellerin çıkarları gelir. İster bilim yuvası olarak ünlenmiş Robert Koch Enstitüsü olsun, ister diğer bilim kurumları ve üniversiteler. Şimdi insan yaşamını kurtarma amacıyla COVID-19’a karşı ilaç ve aşı geliştirme çabalarının en belirleyici noktası, ilaç tekelleri arasındaki patent çekişmesidir. Nitekim bu konuda pek çok yol almış ve başarılı olduğu tartışmasız Küba ve Çin Halk Cumhuriyeti’nden gelen yardım ve birlikte çalışma önerileri reddedilmekte.

Robert Koch Enstitüsü’nde 1972’de kurulmuş olan, 16 (sonradan 17) bilim insanının (sözde) gönüllü olarak yer aldığı “Stiko” adında bir aşı kurulu var. Bu kurul, topluma uygulanacak, sigorta şirketlerinin de ödemek zorunda olduğu aşıları önerme ve onaylama yetkisine sahip. Federal Hükümet tarafından iki yıllık bir süre için atanan ve isimleri 2008 yılına dek ilan edilmeyen bu kurulun üyelerinin, çalışmalar ve olası farklı görüşler üzerine açıklama yapması kesinlikle yasaktı. Bu, toplumda akıl karışıklığını önlemek açısından belki anlaşılır bir önlemdi. Ancak, sözde ücret almaksızın, gönüllü olarak çalışan bu bilim insanlarının her birinin hangi kurumlarda çalıştıkları, hangi kaynaklardan para aldıkları da başlı başına bir “muamma” idi. Nitekim, dürüst bilim çevrelerinden, bu kurumun tavsiyelerini bilimin değil, endüstrinin çıkarlarının yönlendirdiği uyarıları ve protestolar hiç eksik olmuyordu. Şaka değil, örneğin, sadece çocuklara uygulanacak kızıl-kızamık-suçiçeği aşısının 2004-2006 arasında iki yıllık uygulanmasının toplam cirosu 240 milyon Avro olmuş. Bu yalnızca tek bir aşı... 2015 yılında yasal sigorta kasasından aşılara ödenen toplam para 1,2 milyar Avro. Sayılara boğmayayım; genel eğilim, doğum oranına ve uzayan yaşam beklentisine oranla hasta ve kullanılan aşı/ilaç sayısının yükselmesi, fiyatların da artması doğrultusunda.  

2008’de Dünya Sağlık Örgütü’nde çalışan bilim insanlarıyla ilgili bir rezalet açığa çıkmıştı. Aşı konusunda söz sahibi olan 16 uzmandan sadece 3 tanesinin “tekellerden bağımsız” olduğu saptanmıştı. Diğerlerinin tümü bir ilaç tekelinin yönetim kurulunda ya da herhangi bir alanında çalışmakta, oradan gelir elde etmekteydi. Bu bağlamda en geniş ücret listesine sahip konsernlerin başında da yoğun aşı üretmekte olan Roche ve GlaxoSmithKlinke (GSK) geliyordu. Merkezi Frankfurt’ta bulunan Medico International’in Yönetim Kurulu Başkanı Thomas Gebauer’in Dünya Sağlık Örgütünü “potansiyel finansörlerin tutsağı” ve “iş çıkarlarının oyun topu” ilan etmesinin üzerinden çok zaman geçti. Nitekim artık bu örgütün finansmanının sadece %20’sinin devletler tarafından karşılandığı, gerisinin tekellerin kasasından aktığı biliniyor.

Bu durumun Federal Almanya’daki bilim kurumları açısından farklı olduğunu düşünmek büyük bir yanılgı olur. Yıllar içinde kamuoyundan gelen baskılar -bunlara bu kaynaktan yararlanamayan şirketlerin itirazları da katılmalı- üzerine aşı kurulu Stiko’da yer alan bilim insanlarının gelir kaynaklarını (kendiliğinden) belirtme zorunluluğu konmuş olmasına ve tüm oturumların kamuya açıklanmasına rağmen, tekellerin yönlendirmesinin tamamen engellendiği iddia edilemez. Nitekim bu kurallar, GSK bünyesinde çalışan Profesör U. Heininger’in uzun yıllar bu kurulda yer almasına ve kızamık-kabakulak bölümüne başkanlık etmesine engel olamamış.

Bu durumda, ülkedeki tüm bilimsel araştırma olanaklarının, birikmiş bilgi ve deneylerin elbirliğiyle ilaç ve aşı bulmaya odaklanmaları beklenebilir mi? Bunların birarada çalışması ve bilgi alışverişini bir yana bırakalım; patent yarışı içinde birbirlerini engelleme önlemleri almıyorlarsa ne mutlu.

YENİ BİR SALGIN – TEKELLERİN HAKİMİYETİNDE YENİ BİR BASAMAK

Son yıllarda ortaya çıkan her salgın tekelci sermayenin hakimiyetini bir basamak daha yukarı taşıdı. Büyükbaş hayvanları vuran BSE (Deli Dana Hastalığı) ile Almanya’da on binlerce rençber hayvanlarını kaybetti. Küçük ve orta büyüklükte çiftlikler kapandı. Tekellerin temsilcisi olan devlet, salgından zarar gören küçük rençberi yardım ederek yeni baştan ayağa kaldırmak yerine, çiftliğini kapatarak emekli olma koşuluyla tazminat vermeye gitti. Sonuç? Binlerce büyükbaş hayvana sahip dev tarım konsernleri. Süt ve süt ürünlerinin birkaç tekelin elinde yoğunlaşması. Nitekim bu olaydan görece kısa bir dönem sonra, 2010 yılında Almanya’daki en büyük 14 işletmenin toplam 37,6 milyar Avro ciroyla Avrupa’da Fransa’dan sonra ikinci konuma yükseldiği gururla ilan edildi. Bir örnek daha vereyim: Geçen yıl Ekim ayında süt firması Deutsche Milchkontor’un ürünlerinin rutin kontrolü sırasında az yağlı taze sütte bir bakteri saptandı. Ve bu firmanın o dönemde marketlere dağılmış bütün sütleri geri çağrıldı. Olayın gerisini bilmeyen “bunda ne var” diye sorabilir. Olay şudur: Bu geri çağırmayla birlikte Almanya çapında METRO’da “Aro Frische”, ALDI Nord’da “Milchsani”, ALDI Süd’de “Milfina”, Lidl’da “Milbona”, Kaufland’da “K-Klassik” ve diğer marketlerde Bartels-Langness markalarıyla ve farklı fiyatlara satılan sütlerin hepsi toplandı! Tekel malı işte böyle bir şey. Salgın ve tekelleşmenin bir başkası da kuş gribinden sonra kanatlı hayvanlarda oldu.

SERMAYE DÜZENİNİN ÖNCELİĞİ HER YERDE AYNI

AB’nin amiral gemisi ve dünyanın önde gelen ihracatçısı olarak çok büyük finansal kaynaklara sahip olduğu bilinen bu ülkede alınan önlemlerin temelde diğer kapitalist ülkelerden hiçbir farkı olmadığını; tüm önlemlerin en başta krizden etkilenen ve “nefes darlığı” çekmeye başlayan tekelleri ve finans çevrelerini kurtarmaya yönelik olduğunu bilmek gerekiyor. 

Federal Devlet büyük işletmelerin üretimi azalma ya da kısa çalışmaya geçmekten doğan zararlarını büyük ölçüde karşılayacağını ilân etti. Ücret kısıtlamalarının büyük işletmelerde işçiler arasında “isyan”a neden olmaması için fark yardımı da yapacak. Ya bu program dışında kalan küçük işletmeler?

Sadece Korona günlerinde değil, sonsuza dek kepenk kapama sırası bazı alanlarda zaten pek azı kalmış perakendeci küçük dükkânlarda, mini marketlerde, dahası, birçok serbest meslek sahibi olarak tek başına çalışanlarda.

BİR SINIFTAN DİĞERİNE GEÇİŞ VE YIĞINSAL YOKSULLAŞMA

Tarih, birçok kereler küçük burjuvaların ve az topraklı köylülerin yığınsal olarak konumlarını kaybederek işçi sınıfına katıldığına şahit oldu. Şimdi artık bu da mümkün değil. İflas edenler işçi sınıfına değil, işsizler ordusuna katılma tehlikesiyle karşı karşıyalar.

Korona’ya gerek yoktu. Uzun süreli işsiz olanların, emekli maaşı açlık sınırında yaşamaya bile yetmeyenlerin, sosyal yardımdan yaşamak zorunda kalanların durumu zaten biliniyordu. İşçi sınıfı ve emekçiler arasında küçük işletmelerde çalışanlar, yarım günlük işte olanlar, kiralık işçiler ve çalıştığı halde yoksulluk sınırında yaşamakta olanlar Korona günlerinde ve daha sonra ne olacak? Federal hükümetin bu konuda hiçbir açıklaması yok.

Federal devlet sosyal yardımı finansal olanaklarının çok küçük bir kısmıyla, sayısı hızla çoğalan yoksullara “açlıktan ölmeyecek”, sefiler sürüleri oluşturmalarını engelleyecek düzeye indirmişti zaten. Bazı alanları da çoktan özel sektöre, ya da artık özel sektör gibi çalışan Arbeiterwohlfahrt (İşçi Yardımlaşma Kurumu) ve Kızılhaç, Caritas, Samariter Bund gibi katolik ve protestan kiliselerine bağlı yardım kuruluşlarına terk etmişti. Bu alanda tek bir örnek verelim: Sosyal yardım alanlara yiyecek malzemesi desteği vermekte olan, haftada bir kez olmak üzere kullanım süresi dolmaya yaklaşmış ya da henüz dolmuş yiyecek maddeleri dağıtan “Tafel”ın işletilmesi bu kuruluşlara bırakılmıştı. Buralarda dağıtılacak mallar da özel marketlerin ve fırınların yadımseverliğine terk edilmişti. Yoksullar için hiç de küçümsenmeyecek bir “iane” dağıtan Tafel’lar Korona nedeniyle kapatıldı. Yoksulların sofrası böylece biraz daha çoraklaşmış oldu.

Yiyecek maddeleri, ilaç ve sağlık malzemesi satanlar dışında çoğu mağazaların kepenkleri indirildi. Bu tabii böyle devam etmeyecek. Bunlar ister istemez bir tarihte yeniden açılacak. Ancak, çoğu Çin’de, Hindistan’da, Sri Lanka’da ve Uzakdoğu ülkelerinde üretilen malları çok ucuz fiyatlara sattığı bilinen birçok perakende satış mağazasının tekrar açılamayacağı şimdiden büyük bir olasılık olarak kabul edilebilir. Böylece yoksulların ayağına 10 Avro’ya bir çift ayakkabı alma, sırtına 3 Avro’ya bir gömlek geçirme şansı da kalmayacak. Bir-iki yıl içinde yamalı pantolonları moda değil, gerçekten yoksulluk nedeniyle giyenlerin sayısında patlama olursa kimse şaşırmamalı.

Bakalım devletin bugüne dek emperyalist yağmayla biriken servetinin kırıntılarıyla işçi aristokrasisinden başlayarak yoksullara dek azalarak uzanan, son 40 yıl içinde dilim dilim budanan ve üzerinde hiç konuşulmayan enflasyonla alım gücünü yitiren “sus payı” bundan sonra ne şekil alacak.