Covid-19 ve “tam zamanında” tedarik zinciri: Hastanelerdeki solunum cihazları ve marketlerdeki tuvalet kâğıtları nasıl tükendi?

Yaşam standartlarımıza ve aslında yaşamlarımıza yönelik saldırının gerçek açıklaması, kapitalist rekabettir. Her ulus devlet, istikrarı sürdürmesinin, iş güvencesi ve yaşamak için yeterli bir ücret yoluyla işçi sınıfını yatıştırma yeteneğine bağlı olduğunu anlıyor.

Louıs Proyect - CounterPunch (Çeviri)

25 Mart’ta, New York Times gazetesindeki serbest kürsü köşesinde yazan Farhad Manjoo, “Dünyanın En Zengin Ülkesinde 75 Sentlik Maskenin Nasıl Tükendiğini” anlatan bir makale kaleme aldı. Makalenin alt başlığı, Thomas Friedman’ın belirleyici olduğu bir sayfada yazılmasına alışılan türden bir başlık değildi: “Kapitalizmin, ulusal düzeyde hazırlıklı ve dayanıklı olma özelliğimizi nasıl tükettiğini anlatan çok Amerikalı bir öykü.”

Manjoo, Trump yönetiminin salgına hazırlanırken ortaya çıkan pek çok başarısızlığının yalnızca bir tanesini tanımladı. Sağlık ve Sosyal Hizmetler Bakanı Alex Azar, ülkedeki stoklarda yalnızca yaklaşık 40 milyon maskenin bulunduğunu beyan etti. Bu sayı, gerekli olan miktarın yaklaşık yüzde 1’i düzeyinde. Başka pek çok başka tekstil endüstrisinin uzun süre önce Çin’e göçmesi gibi, maske imalatı da Çin’e kaymıştı. 

Manjoo, bunu şöyle bir bağlama oturttu:

“Hastanelerde maskelerin tükenmesi, süpermarketlerde tuvalet kâğıtlarının tükenmesiyle aynı nedene dayanıyor. Çünkü uyguladıkları ve talebi karşılamaya yetecek denli düşük düzeyde stok bulundurmayı esas alan ‘tam zamanında’ (just-in-time) tedarik zincirleri, dayanıklılığı değil, verimliliği optimize etmek için oluşturulmuştur.” 

Tam zamanında stok tekniklerini ilk kez 1990’larda, SSCB’nin çöküşünden sonraki dönemde duymuştum. Tam zamanında terimi, ayrıca “yalın üretim” ya da “stoksuz üretim” olarak da adlandırılıyordu. İşletme guruları bunu, israfı ortadan kaldırmanın ve üretkenliği sürekli artırmanın bir yolu olarak görüyorlardı. Toyota şirketi bunu 1950’lerde benimsemişti. Amerikalı otomobil imalatçıları da 1980’lerde benimsediler. Ne gariptir ki, bu tür bir ileri endüstri mühendisliği, SSCB’nin ilk yıllarında Lenin’in yöntemini uygulamaya çalıştığı Frederick Taylor’dan esinlenmiştir. 

Günümüzde tam zamanlı stok uygulaması en belirgin olarak Wal-Mart (ABD’li perakende tekeli – ç.n.) tarafından benimsenmektedir. Sofistike bilgisayar sistemleri kullanarak, düşük perakende marjları olan kalemlerde kârlılığı garanti edebilmektedir. Bu uygulama, sendikalı olmayan bir işgücü ile birlikte, Wal-Mart’ı kapitalist sistemin en başarılı şirketlerinden biri haline getirmiştir. 

Solun bir kesimi, Wal-Mart’ın teknolojik maharetinden o denli etkilenmişti ki, bunu sosyalizmin işleyebileceğinin kanıtı olarak gördü. Jacobin yazarları Leigh Phillips ve Michal Rozworski, “Walmart Halk Cumhuriyeti: Dünyanın En Büyük Şirketleri Sosyalizmin Temelini Nasıl Atıyorlar” ismiyle yayımladıkları kitapta, planlamanın kapitalizmin bir dinamosu için işe yaradığını; devlet mülkiyetindeki işletmelerde de işe yarayabileceğini iddia ettiler. Toyota’nın, Wal-Mart’ın öncüsü olduğunu belirttiler: 

“Aynı olgu, imalatta olduğu kadar perakendede de gerçekleşiyor (zaten imalat, perakende tedarik zincirindeki bir halkadan ibaret). Toyota, Wal-Mart benzeri “Kanban” sistemi aracılığıyla, firma içi ve firmalar arası malumat şeffaflığını hayata geçiren ilk firmalardan biri oldu. Aslında bu stratejinin kökleri 1940’lara dayanıyor. Wal-Mart tedarik zinciri yönetiminin gelişmesinde başat role sahip. Ve büyük şirketlerin çoğu onun pratiğini, bir tür tedarik zinciri görünürlüğü ve planlama çaprazlaması ile kopyalayarak, bir firma içerisindeki planlamayı kapitalist ‘pazaryeri’ çapına genişletiyor.” 

Farhad Manjoo’nun, hayat kurtarıcı maskelerdeki kıtlığın nedeni olan tam zamanında teknikleri ile ilgili söyledikleri, gerçeğin yalnızca bir bölümü. Kıt olan şey yalnızca maske değil; hastane yataklarında da kıtlık var. Hastanelerin, günümüzdeki gibi bir salgın ya da, tanrı korusun, bir nükleer savaş gibi bir felaket durumunda, “tıbbi kapasite ve yetenek artışı kapasitesi”ne (surge capacity1) sahip olmaları beklenir. Şimdi hastalar hastanelerin koridorlarında sedyelerde yatıyorlar. Ne oldu “tıbbi kapasite ve yetenek artışı kapasitesi”ne? 

Toyota ve Wal-Mart’ın izinden gittikleri anlaşılıyor. Üniversite sistemi gibi hastaneler de 20. yüzyılın ortalarında, görece ileri bir vergi oranı sayesinde her yıl yatak sayısını artırarak büyüdüler. 1950’lerin sonlarında bin kişiye 9 hastane yatağı düşüyordu. Bu yataklar çoğunlukla boş kalsa da, aşırı talep zamanlarında önem kazanıyorlardı. Örneğin 1957 ve 1958 kışlarında bir grip salgını yaşanmıştı. Bu salgın, 1918’dekinden bu yana görülen en kötü salgındı. Ancak hastaneler çok az sorun yaşayarak toplumun ihtiyaçlarını karşıladılar. Bugün olduğu gibi, salgının en kötü etkilediği kent New York’tu. Yalnızca birkaç yatak eklenmesi, yükselen talebin karşılanmasına yetti. 

1983’te her şey değişmeye başladı. Geniş tabanlı vergiye tabi olan diğer bütün kurumlar gibi hastaneler de, Grover Norquist’in “hayvanı açlıktan öldürme”2 politikasının sonuçlarıyla baş başa kaldılar. Kongrenin kabul ettiği bir yasayla, Medicare3 ödemeleri, hastaneye yatan bir hastanın masraflarını çok daha az karşılar hale geldi. Ödemeler gün bazında değil, vaka bazında yapılır oldu. Üniversitelerin kadroları azaltması gibi, hastaneler de yatakları azaltmaya başladı. 1990’ların başlarına gelindiğinde, bin kişiye düşen yatak sayısı yüzde elli azalmıştı. 

Hastane idareleri, maliyetleri dizginlemek için tam zamanında tekniklerine başvurdular. Taylorizm’e geri dönüş anlamına gelen bu tekniği, “yönlendirilmiş sağlık hizmeti” olarak adlandırdılar. 2015’te, Chicago’daki Mercy Hastanesi’nin bir tedarik zinciri yöneticisi gazetecilere şöyle dedi: “Klinisyenler bir şeye gereksinim duyduklarında, o şeye sahip olmalarını güvence altına almak bizim işimiz. Ancak stoka fazla para gömülmediğinden de emin olmamız gerekiyor.” Mercy bu doğrultuda adım atarak, stokunu yarı yarıya azalttı. 

Öte yandan, Wal-Mart’ın kâr etmesinin tek dayanağının sofistike tam zamanında bilgisayar stok sistemleri olmadığını unutmamak gerekiyor. Şirket aynı zamanda, daha iyi ücret veren işler ortadan kalktığı için düşük ücretleri ve kötü çalışma koşullarını kabul etme eğiliminde olan ve sendikalı olmayan bir işgücüne sırtını dayıyor. Ayrıca Wal-Mart, tedarik zincirinin bir parçası olarak dünyadaki ormanlara tecavüz etmeye, sınırsız bir gereksinim duyuyor. Amazon ormanlarına girmeden, sığır yetiştirmek için gerekli arazileri nasıl elde edeceksiniz? Ağaçları kesmeden, tuvalet kâğıdını nereden bulacaksınız?

Neoliberalizmin elli yıllık yürüyüşüne bakarsanız, ilk tepkiniz, saati geri almak olabilir. Pek çok açıdan Bernie Sanders’ın kampanyasının ana fikri buydu. Vergi tabanını, Eisenhower dönemindeki düzeyine yükselt. Geliri, hastanelerde yatak ve üniversitelerde kadro sayısının artması için kullan. Bu, günümüzdeki kördüğüme yol açan şeyin açgözlülük olduğu varsayımına dayanıyor. Stephen Schwarzman’ın, vergi artışını Hitler’in Polonya’yı işgal etmesiyle kıyaslamasının4 en önemli sorunumuz olması gibi. Evet, Schwarzman gibi insanların, 70. Yaş günlerinde 20 milyon dolar harcamamaları durumunda yaşamlarının eksik olacağını hissetmelerini anlıyoruz. Ama mesele bundan ibaret değil. 

Yaşam standartlarımıza ve aslında yaşamlarımıza yönelik saldırının gerçek açıklaması, kapitalist rekabettir. Her ulus devlet, istikrarı sürdürmesinin, iş güvencesi ve yaşamak için yeterli bir ücret yoluyla işçi sınıfını yatıştırma yeteneğine bağlı olduğunu anlıyor. 20. yüzyılın başlarında, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkeler, yurt içinde barışı sağlamak için imparatorluklar inşa etmek zorundaydı. Lenin bunu, Emperyalizm isimli eserinde şöyle ifade ediyor:

“Ve yakın arkadaşı gazeteci Stead’in belirttiğine göre, Cecil Rhodes, emperyalist fikirlerini, 1895’te kendisine şöyle anlatmıştı: ‘Dün Londra’nın East End bölgesindeydim [işçi semti] ve orada işsizlerin bir toplantısına katıldım. Hararetli konuşmalar duydum: ‘Ekmek! Ekmek!’ diye bağırıyorlardı. Eve dönerken, gördüklerim üzerine düşüncelere daldım ve emperyalizmin önemine her zamankinden daha çok kani oldum: Çok hoşuma giden düşüncem, toplumsal sorun için bir çözümdür: Birleşik Krallık’ın 40 milyon sakinini kanlı bir iç savaştan korumak için, bizler, sömürgeci siyasetçiler, nüfus fazlalığımızı yerleştirmek için, fabrikalarda ve madenlerde üretilen malları satmak için yeni topraklar ele geçirmeliyiz. Her zaman söylediğim gibi, imparatorluk, bir ekmek meselesidir. Eğer iç savaş istemiyorsanız, emperyalist olmanız gerekir.”

Eğer sömürgeci imparatorluklar kurmak artık gerçekçi değilse, egemen sınıf, kâr aramak için başka yollar aramalıdır. Dolayısıyla bunun yerine, çevre ile ilgili sonuçlarına hiç bakmaksızın, Latin Amerika, Afrika ve Asya’da topraktan sökülüp alınmış hammaddeleri kullanan Çinli imalatçıları görüyoruz. Çin; Etiyopya ya da Zimbabwe gibi çaresiz ülkelere, altyapısını geliştirmek için düşük faizli kredi verebildiği sürece, tedarik zincirinin bu halkası sağlam kalacaktır. Dahası, eğer Çin malları Wal-Mart’ta ucuza bulunabilecekse, bu, eskiden sendikalı olan Amerikalı bir işçiyi de yatıştırabilir. 

Ancak, eğer sığır yetiştiriciliğinin ormanlara doğru yaygınlaşmasının sonucunda ortaya çıkan bir virüs, bu işçi işini kaybettikten sonra açlık ve evsizlik ile onun yaşamını tehdit ederse, her şey mümkün hale gelir. 

Çeviri: Murat Akad

Bu makale, ABD’de hazırlanan counterpunch.org isimli sitede 3 Nisan 2020 tarihinde yayımlanmıştır. 

  • 1. Bir afet durumunda, hastanelerin kapasitelerinin ne kadar genişlemesi gerektiğine ilişkin kapasite tahmini.
  • 2. “Hayvanı açlıktan öldürme” (starve the beast), 1980’li yılların ilk yarısında ABD’li muhafazakârlar tarafından geliştirilen bir stratejiydi. Vergilerde indirime giderek ve böylece ABD federal hükümetini “gelirlerden” mahrum bırakarak, hükümeti harcamalarını azaltmaya zorlama fikrine dayanıyordu. (ç.n.)
  • 3. ABD’deki ulusal sağlık sigortası sistemi. (ç.n.)
  • 4. ABD’li işadamı Stephen Schwarzman, Trump’ı desteklemiş ve Obama’nın yüksek vergi politikalarını Hitler’in Polonya’yı işgal etmesine benzetmişti. (ç.n.)