Çığlığın mahallesinden karanlığın ülkesine

Eğer kurtuluşu toptan bir ölümle arzulamıyorsak, bu düzeni yenisi ve insana yaraşır olanıyla değiştirmekten bir adım bile gerisi yok.

Ersin Erol

Çalışan insanlar için mahalle, çoğunlukla sadece barınmak için kullanılan evlerin toplamı anlamına geliyor. Sabah çıkıp akşamın bir vakti döndüğümüz, doğru düzgün ilişkilenemediğimiz yerler... Fakat pandemi döneminde bir bölümümüz bu alanın dışına çıkamaz olduk. İster istemez bir şekilde ilişkilendik yaşadığımız çevreyle. Ben de yaklaşık bir yıldır yaşadığım, Ankara'nın epeyce eski bir mahallesinin insan malzemesine, karantina günlerinde tanık oldum. Bu dönemde üç beş günde bir etraftaki apartmanlarda kopan kıyameti duydum. Çoğunlukla erkeğin tüm gücüyle bağırışının, kadının ise çığlığının duyulduğu anlardı. Bazen diğer mahalle sakinlerinin sözlü müdahaleleriyle "yatıştı" yaşananlar. Bazen de polis çağrılıp "durduruldu". Ancak dört ayı aşkın zamandır, özellikle havaların ısınmasıyla açılan pencerelerden yükselen bu korkunç seslere tanıklık ediyorum. Bu aralıkta ise ülkenin dört bir yanından gelen kadın cinayeti haberlerinin ardı arkası kesilmiyor. Koşullarda köklü bir değişiklik olmadıkça da bunu beklemek anlamsız. 

İnsan bu anlarda ne yapacağını "şaşırıyor". Bir yanda düzenin temellerinden birini oluşturan "aile içi ilişkilerin mahremiyeti, kutsallığı", diğer yanda bu şiddeti kuvvetle besleyen uygulamalar. Uygulama dediysem öyle birkaç dokunuş, birkaç yasa tasarısı ile düzelmeyecek bir çöplükten bahsediyorum. 

Kadınların bu ülkede maruz kaldığı şeyleri anlatmayacağım. Bu korkunçluğun hedef tahtasına karşı cinsi de yerleştirmeyeceğim. Ben daha çok bir bütüne odaklanmaya ve nasıl koşullara sahip olursak bu tablonun değişeceğini anlatmaya çalışacağım. 

Temel Sorunu Kavramak

Bir çocuğun hayattaki pozisyonunu temelde yetişkinler belirliyor, evet. Ve o çocuklar, günü geldiğinde toplumun içinde devinen yetişkinlere dönüşüyor. Tamam ama hatayı, kusuru, salt çocuklarını iyi yetiştirememiş ebeveynlerde aramak, bir labirentin içinde kuyruğumuzla kavga etmeye benziyor. Ebeveynin çocuğu da kendisi de toplumdan yalıtık değil çünkü. Eğer bir meczup değilsek, toplumsal bir varlık olduğumuzu kabul ederek başlamamız gerekiyor. Anlatmaya çalıştığım şey, insanlar arasındaki gelişkinlik farklarını görmezden gelen, indirgeyip, eşitleyen bir kabalıktan ibaret değil. Yetiştiği ailede iyiyi, güzeli, gelişkini tanıyan, bununla büyüyen bir çocuk da toplumsal yaşamdan azade değil çünkü. Hiçbir canlıya kötülüğü dokunmasa dahi o insanın da kötülüğün muhatabı olma ihtimali var. Adını saymakla bitiremeyeceğimiz tüm yitirdiklerimiz gibi... Tam da bu nedenle bir bütüne işaret ediyorum. Hayat, mutlu adacıkların üzerinde sürüp gidebilecek bir şey değil. 

Bir düşünelim, nasıl koşullar sağlanırsa bu çığlıklar susar? 

Bunu bir örnekle somutlamaya çalışayım.

Sağlıklı olarak dünyaya gelmiş bir çocuk düşünelim. Açlık çekmiyor. Sadece hastalandığında tedavi olmak için değil daha en baştan korunmak için düzenli sağlık hizmeti alıyor. Daha üç aylıkken annesinden koparılıp anneanne, babaanne, bakıcı ya da kreşe emanet edilmiyor. Yaşının gelişim özelliklerine uygun ve kamusal bir hak olarak, bir plan dahilinde ihtiyaçları karşılanıyor. Okul çağı geldiğinde nitelikli ve bilimsel bir eğitim hizmetine bedelsizce erişiyor. Yaşadığı dünyayı yine yaşına uygun olarak derinleşen bir şekilde anlama imkanına sahip oluyor. İnsanlar arasında renk, dil, cinsiyet, mezhep, sınıf vb. ayrımların pompalanmadığı bir ülkede nefes alıp veriyor. Eğitim hayatının sonunda edindiği mesleğini ve yeteneklerini, yaşıtlarının önüne geçip iş sahibi olmak için değil de toplumun ihtiyaçları için kullanıyor. Çalışmanın, bir engeli olmadığı sürece her insan için hem hak hem de yükümlülük olarak görüldüğü bir toplumda yaşıyor. Kendi türü dışındaki canlıların da doğanın bir parçası olduğunun farkında. Değer görmek, değer vermek, kendi türü içinde eşit olmak, paylaşmak, dayanışmak gibi insanı insan yapan şeyleri yalnızca hayallerinde görmüyor. Sadece kitaplardan veya uygulanmayan hukuk metinlerinden okumuyor. Bunların bizzat içinde yaşıyor. Hal böyle olunca insan ilişkileri de başkalaşıyor. Ne maddi olarak kendisine muhtaç gördüğü "çaresize" diklenebiliyor ne de yaptığının cezasız kalacağı güveniyle hareket edebiliyor. Koşullar değişince insan malzemesi de değişiyor çünkü. Örneğin üremek için maddi koşulları dert etmediği gibi üremezse ayıplanacağı bir toplumda da yaşamıyor. Bir nesneyle, bir insanla veya başka türdeki bir canlıyla, sahiplik üzerinden ilişki kurmuyor. İçinde yaşadığı koşullar buna gerek ya da fırsat bırakmıyor çünkü. Yaşadığı ülkede temel ihtiyaç kalemlerinden tutun da kültür ve sanata kadar nitelikli ve asgari her türlü hizmete erişimi mümkün. Üstelik bunun için bir metropole sığışmak zorunda da kalmıyor. Ulaşım hizmetinde leblebi gibi insanın öldüğü, bir avuç maydanozun yeşillikten sayıldığı, deresine, tepesine, havasına, suyuna zehir akan ülke eskide kalmış. Bir avuç sömürücünün istihdam sağlıyor diye kutsandığı zamanlar geçip gitmiş. İnsanın ve doğanın zenginlikleri, patron sınıfının hükümranlığından çıkarılıp topluma tahsis edilmiş. Planlı, programlı üstelik. Hayatta kalmak için değil toplum için çalışılıyor, üretiliyor. Makul bir mesai süresince ve insani koşullarda elbette. İşten arta kalan zamanların, kazanç doğrultusunda koştura koştura yaşandığı zamanlar da eskide kalmış artık. Mahalleler, çığlıkların yükseldiği değil ülkenin yönetilmeye başlandığı çekirdekler haline gelmiş. Küba gibi yani. Çalışma dönemi geçip de yaşın ilerlemeye başladığı dönem geldiğinde ise her türlü ihtiyacın yine kamusal olarak giderildiği, mali yük olarak görülmeden ve toplumdan dışlanmadan yaşanacak uzun "emeklilik" yılları. Yaşam süresinin bilimsel planlamalar ışığında uzadığı, olur da salgın filan yaşanırsa ilk gözden çıkarılan topluluk olarak görülmeyeceğin zamanlar. Sonrası yaşam döngüsünün tamamlandığı bahtiyar bir ölüm. 

Şimdi soruyorum: tanık olduğunuz kadın cinayeti "sebeplerinden" herhangi birinin bu saydığım koşullarda yaşanması mümkün mü? Ya da ülkede bugüne dek yaşanmış ve artarak yaşanmakta olan her türlü kötülüğün, tablo bu şekilde değiştiğinde tekrar etmesi mümkün mü? 

Ama Nasıl? 

Bir çocuğun hayatını ele alarak değinmeye çalıştığım bu gereklerin eksiği var, fazlası yok. Ve kabaca anlattığım bu toplumsal düzenin adı sosyalizm. Eğer kurtuluşu toptan bir ölümle arzulamıyorsak, bu düzeni yenisi ve insana yaraşır olanıyla değiştirmekten bir adım bile gerisi yok. Bir adım gerisi bu içinden geçtiğimiz zamanlar ve koşullar çünkü. Değiştirmek mümkün mü? Evet mümkün! Peki nasıl? Örgütlenip mücadele ederek! İnsan olarak payımıza, aklımızı ya da yaşamımızı yitirmenin ötesi düşsün istiyorsak örgütlü bir mücadele vermekten başka çaremiz yok. Gündelik talepler konusunda da örgütlü davranmadıkça kazanma şansımız bulunmuyor. Daha kısa ve zahmetsiz bir yol veya bizim yerimize değnek dokunduracak bir süper kahraman yok maalesef. Sosyal medya üzerinden verilen anlık tepkileri görünür ve örgütlü hale getirmek zorundayız. Çevre sorunları, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları, cinsiyet eşitliği vb. başlıklar için ayrı ayrı verilen mücadeleyi birleştirip örgütlenerek, düzeni yenisiyle değiştirebiliriz. Uzak diyarlarda değil, ellerimizin arasında bu seçenek.