ÇEVİRİ | 'Yeni Türkiye'nin Şairi'

Nâzım Hikmet Kolektifi, Nâzım Hikmet'i Türkiye dışında tanıtmayı amaçlayan ilk makaleyi tarihi bir belge olarak soL okurlarıyla paylaştı. Nermin Muvaffak'ın kaleme aldığı makaleyi Merve Tokmakçıoğlu'nun çevirisiyle yayımlıyoruz.

Nermin Muvaffak

Nâzım Hikmet Kolektifi’nin Notu: 1910 doğumlu Nermin Muvaffak'ın yüksek öğrenimini ABD'de Brown ve Columbia Üniversiteleri'nin siyasal bilimler bölümlerinde tamamlarken kaleme aldığı 1932 tarihli bu yazı, şairin şiirlerinin ilk defa İngilizceye çevrilmesi açısından da önem taşımaktadır. Nermin Muvaffak'ın, Merve Tokmakçıoğlu'nun çevirisiyle yayımladığımız bu makalesi, bilebildiğimiz kadarıyla, Nâzım Hikmet'i Türkiye dışında tanıtmayı amaçlayan ilk makaledir. Oryantalist bir bakış açısının izlerini taşıdığı söylenebilse de, Nâzım'ı başta ABD olmak üzere Batı kapitalizminin toplumlarına tanıtmayı amaçlayan bu makaleyi, tarihî belge niteliği itibariyle, okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.

Bâbıâli’nin aşağısındaki, önünde taksilerin beklediği ve korna çalıp durduğu köşe dükkânda, His Majesty’s Voice gramofonları satılır. Biraz yukarıda ise çiçek, yumurta, limon ve biraz da renk olsun diye domates ile süslenmiş vitrinlerinde çirkin çirkin sırıtan koyun kelleleriyle salaş lokantalar yer almaktadır. Hemen bitişiğinde sıra sıra kitap dükkânları dizilmiş. Notre-Dame’ın yakınındaki sahafların haricinde, belki de dünyanın en küçük kitapçılarıdır bunlar. Birkaç metrekarelik vitrinlerinde modern Türkiye’nin en ufak kitaplarını sergiliyorlar çünkü Arap harflerinden Latin alfabesine geçilen bu dönem, ne lüks baskıların ne de üzerinde uzun uzun çalışılmış eserlerin zamanıdır. Ancak bu dükkânların içinde muhtemelen ne hazineler vardır: tezhipli Kuranlar, sadece birkaç adet kalmış eski vakayinameler, erken dönem Karagöz oyunları, büyük şairlerin divanları, sayfaları daha ayrılmamış ilk baskı dergiler ve gazeteler gibi Halide Edip’in romanlarına gelene kadar on yıllar boyunca birikmiş, hemen hemen hepsi çok nadir ve yakın bir gelecekte basılması mümkün olmayan nice eserler.

Caddenin daha yukarısındaki binaların üst katlarında, tehlike arz eden merdivenlerle çıkılan, her yeni basılan sayfa ile zeminin titrediği ve camların sallandığı gazete büroları vardır. Eskiden medrese olan binada yer alan böyle bir gazete bürosunda, ağaç ve yeşillik dolu küçük bir bahçeye bakan matbaa makinası havada asılıymış gibi durmakta. Burayı geçince, cadde tepeye doğru keskince kıvrılarak dik açı yapar. Sonra, memleketin ileri gelenlerinin gömülü olduğu, Sultanahmet Meydanı’na yakın gizli kalmış bir mezarlıkta bitene kadar değişerek devam eder. Tepedeki bu muhteşem alan, birçok yazgının değişimine ve yok oluşuna tanık oldu: imzalanan antlaşmalar, çıkan ve bastırılan isyanlar, bir imparatorluğun ihtişamı ve düşüşü... Bugün burası geçmişinden çok az şeyi barındırıyor; asi yeniçerilerin geçidi ve huzura çıkacak olan elçilerin at arabalarının yerini okul çocuklarının millî bayramlardaki geçit töreni almış.

Her ne kadar Bâbıâli’nin yukarı tarafı tarihsel önemini yitirmiş olsa da aşağı tarafı hâlâ edebî hareketliliğin merkezi olmaya devam ediyor. Burada günümüz şairleri, romancıları ve gazetecileri çalışıyor, yiyor içiyor ve evreni tartışıyorlar. Ve burada küçük tozlu dükkânların içinde, yayıncılar İran işi bardaklardan çay içiyorlar. İyiliksever bir topluluk bu, zira gençlere fazla para ödeyemeseler de onları işe başlatmaya hevesliler. İçlerinde öyle kişiler var ki iyi para getiren işlerini ellerinin tersiyle itip, tüm gün kitaplar arasında oturmayı, kitaplar hakkında konuşmayı tercih etmişler. Sessiz sakin bir dünya gibi görünse de, eskinin klasik kibri, dünün romantik karamsarlığı ve bugünün kaotik canlılığı ile tuhaf bir şekilde harmanlanmış fikirlerin birinden diğerine aktarıldığı bir ortam. Ancak sadece fikirlerden oluşma bir dünya da değil; dışarda devam eden akışta insanlar yiyecek, içecek ve gramofon alıyorlar, kaldırımda ayakkabılarını cilalatıyor ve bazen de araba kazalarına karışıyorlar.

Bu ortamda, berrak mavi gözleri, açık renk saçları ve proletaryayı temsil ettiğini düşündüğü kasketi ile uzun boylu, geniş omuzlu ve geniş adımlı genç bir adama nerdeyse her gün rastlanabilir. Bu genç adamın adı Nâzım Hikmet, komünist şair ve belki de yeni nesil şairler arasında en kalıcı izi bırakacak olan tek şair.

Gençliğinde hali vakti yerindeyken, o zamandan bu yana varlıkları hayli azalmış kültürlü bir aileden geliyor. Babası bir zamanlar basın müdürüymüş.1 Ressam olan annesi yetenekli olduğu kadar güzel ve alımlıymış. Ona, taşrada vali olan dedesi Nâzım Paşa’nın adını vermişler. Çocukluğunun büyük bölümünü eğitimli bir insan olan dedesi ile geçirmiş. Dedesi ona mum ışığında uzun saatler boyunca Farsça şiirler okurmuş. Küçük çocuk hiçbir şey anlamasa da kulakları ahenk ile dolarmış. Annesi onu Avrupa edebiyatı ile tanıştırmış. Çok okuyan annesi fikirlerini de paylaşmayı severmiş, böylece oğlunun genç dimağının gelişmesinde büyük etkisi olmuş.

Nâzım on üç yaşındayken şiir yazıyormuş. On altı yaşında da şiirleri basılmış. 1921’de –ki o zaman on dokuz yaşında– o ve üç arkadaşı, işgal altındaki İstanbul’dan Anadolu’ya kaçmışlar. Kurtuluş Savaşı’na katılıp hem ülkeyi hem de insanlarını kurtarmayı ümit ediyorlarmış. Yazdıklarına göre, asker değillerdi. Büyük bir yeniden doğuş olacaktı ve bunun bir parçası olmak istiyorlardı. Önlerinde macera dolu bir yol vardı ve bunu kaçırmak istemiyorlardı.

Akın var,

        güneşe akın!

Güneşi zapt edeceğiz,

        güneşin zaptı yakın!

Karadeniz kıyısındaki İnebolu’dan Ankara’ya kadar yürümüşler. On gün süren bu uzun yürüyüş boyunca Nâzım’ın çocukluğunu geçirdiği ve savaş sırasında gerilimli bir bekleyiş içindeki Anadolu’nun çeşitli yerlerinden geçtiler. Kemalistlere destek vermeye hazır olduklarını belirttiler; dört gençten ikisi –Nâzım ve Vâlâ Nurettin– Anadolu’nun geniş ovalarından, dört bir yanı dağlarla çevrili Bolu’ya öğretmen olarak gönderildiler.

Bolu’da, sanki bir Poe öyküsünden fırlamış gibi duran bir handa üç ay yaşamışlar. Hanın altındaki ahırlara bütün gece insanlar at değiştirmek için girip çıkıyorlarmış. Oradayken Baudelaire ve Verhaeren okuyup, politika konuşup Türkiye’ye yeniden hayat verdiklerini düşünmüşler. Aynı zamanda da yapılacak ne kadar çok şey olduğunun farkına varmışlar. İstanbul’da düşlediklerinin aksine çok farklı bir Türkiye keşfetmişler. Nâzım’ın şimdi söylemek istedikleri artık ne eksi karmaşık Arap veznine ne de yerine Türk edebiyatına yerleşmekte olan çok basit ve çok düzenli hece ölçüsü kalıplarına sığıyordu. Nâzım Hikmet bütün bu biçimlerden kurtularak kendine ait bir şiir ölçüsü bulana kadar denedi. Yarattığı biçim, uzun ya da “statik” ve kısa ya da “dinamik” dizelerin uyaklarla zengin etkileşimi olup dilin evrimi için yeni ve son derece önemli bir adımdı. Birkaç yıl içinde Nâzım Hikmet’i çığır açan şairlerden biri yaptı.

Ancak o dönem edebiyatta çığır açmaktan daha önemli meseleler vardı. Ankara’da Nâzım ve Vâlâ Nurettin Marksistlerin arasına katılıp Baudelaire ve Verhaeren’e elveda derler. Kemalist bir şehirde, ortaya çıkan tüm görüşlerin içine şevkle daldılar. Gecelerini, sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın problemlerini çözmek için gereken geleceğin olası devlet biçimlerini konuşup tartışarak geçiriyorlardı. Yirmi yaşına basmak üzere olan Nâzım, o zamanlar tam bir anarşistti. Her şey için yeni, tertemiz bir sayfa açmak istiyordu. Bir bomba atıp yeryüzünü temizlemek mümkün olsaydı, o bombayı atardı.

Harika günler geçiren iki arkadaş yalınayak ve hayli aç olarak Anadolu’da geziyor, yürümeye devam ediyor ve bir yandan da sohbet ediyorlardı. Trabzon’a ve Batum’a gittiler. Bir gün sınırda buldular kendilerini –sınırı geçip Moskova’ya vardılar. Moskova’da üniversiteye yazıldılar ve –edebiyat değil– ekonomi politik, felsefe ve sosyoloji okudular. Önde gelen Bolşevik sanatçılarla dost oldular. Sahne yönetmeni Meyerhold, sonradan intihar edecek olan şair Mayakovski, Nâzım’ın bazı şiirlerini Rusçaya çeviren Edward Bagiski bunlardan birkaçıydı. Meyerhold’a ve sanatına saygı etkinliğinde Nâzım bir şiir okumuştu. Nâzım, Meyerhold’un sahneye koyacağı “Piramitler” adlı oyunu yazdı. Oyun daha sonra Nâzım’ın diğer pek çok şiiri gibi Türk polisi tarafından yakıldı.

1925 yılında –Kürt isyanı günlerinde– Nâzım Türkiye’ye geri dönmüştü, komünist bir derginin editörlüğünü yapıyordu. Derginin ömrü kısa sürmüştü. İstiklal mahkemeleri o zamanlar çok faaldi, siyasi açık sözlülüğü sert biçimde bastırıyorlardı. Nâzım komünist propaganda yaptığı için on beş yıl hapis cezası almıştı, Rusya’ya kaçtı. İki yıl sonra dönmek istediğinde Türkiye Konsolosluğu ona pasaport vermeyi reddetti. Bir kaçakçı grubu ile sınırı geçti ama yakalandı. Hopa cezaevinde üç ay, Rize cezaevinde bir ay hapis yattı. Sonra İstanbul’a geri getirildi ve akıllarda kalacak bir günde, elleri kelepçeli halde yanında Vâlâ Nurettin ve arkasında bir katil ve bir deli ile silahlı jandarmalar eşliğinde Bâbıâli’nde yürütüldü. Kimbilir belki de deli, Nâzım’ın şiirlerindeki “sembolist”lerden biriydi:

Çıplak omuzlarıyla atlar


                        çekiyor yedeklerinde:

gecenin siyah yelkenli gemisini…

Zindanın sarı ışıklı havasında sular şıpırdıyor.

Mapuslar abanmış̧

                geminin


                        parlıyan küreklerine...

        - "Ormanın içinde tuttum horozu

        başında kanlı bir tarağı vardı.

        Beni kesme dedi, bana yalvardı.

        Kesmedi horozu körmüş̧ bıçağım.

        Horozun başını koparacağım.

                Koparacağım.

                Koparacağım.

                Kopara

                        kopara

                                kopara

        koy parayı çak kozu..

                Ormanın içinde tuttum horozu.

                Ateş kanadını açtı horozum,

                fırladı elimden, kaçtı horozum.." 

Karşımızdaki


        "NEZARET"e atılan deli :

Sembolist bir şair gibi bağırmaktadır.

Ateş̧ kanatlı horozunu çağırmaktadır.

- "Ormanın içinde tuttum horozu.

Beni kesme dedi.."

Ses kesildi.

Ses yükseldi haykırarak :

- "Vurma bana

kırıldı ateş̧ tarak!!"

Deli şimdi yüzüstü yerdedir.

Ve beyaz donlu bir adam,

                çiğneyip bıyığını,

                        bu et yığınını

        polis palaskasıyla dövmededir..

Hasan dayı bağırdı yanımdan

                sarılıp demir parmaklığa :

- Dövmeyin be deliyi..


                Yol vergimi arttırın iki misli.

                Yatarım doksan gün daha!!

Sarardı Yusuf oğlu :


        gözleri bir mavzer namlusu gibi

                kurşunla dolu..

İstanbul’daki cezaevinin revirinde yirmi gün kalan Nâzım sonraki üç ayı tekrar yargılanacağı Ankara cezaevinde geçirdi. Nâzım sekiz ay süresince gözü pek ve mücadeleci halde şiirlerini yazmaya devam etti. Bu sürenin sonunda Gazi tarafından affedilerek serbest bırakıldı.

İstanbul’a vardığında meteliksizdi ve şairin bol paranın az olduğu Bâbıâli’de iş bulma derdine düştü. Yeni alfabe ile basılan ilk şiir kitabı için kırk beş lira –yirmi dolardan biraz fazla– almıştı. Sinema yazarlığı gibi şiirden daha iyi para kazandıran değişik işler almaya başladı. Daha sonra aylık bir dergide redaktör olarak çalıştı. Ancak bunların hiçbiri çözüm değildi. Her ne kadar kapitalist olmak gibi bir hırsı olmasa da yaptığı işin hamallığından bezmişti:

Ve ben şair musahhih,

ve ben her gün

iki liraya

2.000 kötü satır okumıya

                mecbur olan adam

Yüzünde mürekkep lekesi, cebinde yetmiş beş lira ile matbaadan kaçışını anlattığı şiirde yaptığı işten hoşlanmadığını açıkça belirtiyordu. Nâzım, son birkaç yıl içinde beş küçük şiir kitabı yayınladı. 835 Satır, Jokond ile Sİ-YA-U (uzun şiir), Varan 3, 1+1=1 (yarısı başka bir şairin katkısıyla yazılmış 32 sayfalık bir broşür) ve Sesini Kaybeden Şehir. Hepsi toplamda iki yüz altmış iki sayfa tutuyor. Bu kitaplardaki birkaç şiir 1929’dan önce yazılmış. Nâzım şiirlerin teker teker basılmasında ve ucuz kâğıt kullanılmasında ısrarcı olmuş, zira başlıca iki kesimin şiirlerini okumasını istiyormuş: işçiler ve öğrenciler.

Jokond ile Sİ-YA-U adlı uzun şiirinde, Doğu ve Batı’nın sembolik bir karşılaştırmasını yapan Nâzım, şiirde “Britanya ve Fransız emperyalizmine olan nefretini” ve “Çin’de devam eden asil özgürlük mücadelesine duyduğu sempatiyi” dile getirmiş. Kısa şiirlerine baktığımızda, bazılarının Türkçede bulunan en güzel dizeler olduğunu, bazılarının ise fikirlerinin bariz bir propagandası olduğunu görüyoruz. Bunların yanında fazla önem taşımayan, cezaevinde kaldığı sekiz ay boyunca öfke anlarında yazdığı hicivler de bulunuyor. Şiirleri her daim cesur ve çarpıcı olup, imgeleri makinaların, fabrikaların, tren yollarının ve köprülerin dünyasından alınmadır. En güzel dilin sanayi dili olduğunu, edebî dilden daha kesin olduğunu ve söyleneni tam verdiğini düşünüyor. Canlı anarenkler, en çok da bütün güçlü tonlarıyla kırmızı renk, bakır ve tunç ve de günışığı en sevdikleridir. Atik imgeler hoşuna gidiyor: (“Havada sesler /ateş tazıları gibi koşuyor”). Kızgın olduğunda, ve hatta olmasa da, bol bol lanet okur. Türkçedeki o kısa ve hayli uygun küfrün virgül gibi değerli olduğunu söyler. Ama bazen sözcükleri aklıselim kullandığı zamanlar da oluyor; tıpkı İstiklal mahkemelerinin yaptıklarını ciddiyetle anlattığı ve bir nevi “Ballades des Pendus”2 adlı şiirin modern versiyonu olan dizelerde yazdığı gibi:

Yuvarlak


                bir masa

Dört şişe.

Dört kişi

                ve dört bardak şarap.

Şarabın

        markası

                Medok.

Bardakta

        şarap var

        şarap yok,


                şarap var.

Dört kişi şarap içiyorlar...

Boşaldı bir şişe.

Dedi ki bir kişi :


-Yarın iddiam müthiştir,

                ilk sözümde işi bitmiştir;

                        mutlak

                                asılacak...

Boşaldı üç şişe .

Cevap verdi üç kişi,

cevap verdi üç ağız :

- Mutlak

        asacağız . . .

Yuvarlak


          bir masa,

boşalmış dört şişe


                ve dört kişi...

Bir şiirinde “güle, bülbüle /ruha mehtaba falan filan karnımız tok” diye yazan Nâzım, bir başka şiirde de “benim şiirime ilham veren perimin omuzlarında açılan kanat, asma köprülerimin demir putrellerindendir” der. Makinalara olan inancı ve hayranlığı, üniversite okuduğu Rusya’ya ve ait olduğu Türkiye’ye has bir durum. Her iki ülkede de makinalar bir anda ortaya çıktı, beraberinde ustalığa dair yeni bir hissiyat ve neredeyse yeni bir öğreti de getirdi. Nâzım’ın şiirinin büyük bir bölümü mekanik olana duyulan tutkudan oluşuyor. Ama öte yandan da bir Rus şiirde görülmesi istenmeyen ama günümüz Türkiye’sinin bir yönünü temsil eden belli bir şiirsellik de mevcut. Örneğin böyle bir şiirselliği, aslında daha güzel olan, aşağıdaki şiirde görüyoruz:

Akıyordu su

gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.

Salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!

Yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere

koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!

Birden

bire kuş gibi

vurulmuş gibi

kanadından

yaralı bir atlı yuvarlandı atından!

Bağırmadı,

gidenleri geri çağırmadı,

baktı yalnız dolu gözlerle

uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

Ah ne yazık!

Ne yazık ki ona

dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,

beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!

Nal sesleri sönüyor perde perde,

atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!

Atlılar atlılar kızıl atlılar,

atları rüzgâr kanatlılar!

Atları rüzgâr kanat...

Atları rüzgâr...

Atları...

At...

Rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

Akar suyun sesi dindi.

Gölgeler gölgelendi

renkler silindi.

Siyah örtüler indi

mavi gözlerine,

sarktı salkımsöğütler

sarı saçlarının

üzerine!

Ağlama salkımsöğüt

ağlama,

Kara suyun aynasında el bağlama!

el bağlama!

ağlama!

Böyle bir şiir, türünün hakkını veren her şiir gibi, çevrilemez. Keats’in dizelerini Fransızca düşünsenize:

Le beauté est la vérité, la vérité la beauté; c'est tout ce que tu sais

Et tout ce que tu as besoin de savoir sur cette terre.3

Doğrusu okur, Nâzım’ın şiirinin çevirisinde, aslında yer alan atlıların azalan nal seslerini pek duyamıyor.

Nâzım Hikmet, başka hiçbir şairin olmadığı kadar Doğu ile Batı arasında duruyor; dünyaya iyilik yapmış olanların mirasını alıp, kötü ve zamanı geçmiş olanla uzlaşmıyor. Batılı yazarların Doğu’yu allayıp pulladıkları sahte albeniyi paramparça ediyor. Pierre Loti’yi alaya alıp, duygulanım peşinde koşan inancı yitik sanatçıları hicvediyor:

Esrar!

Tevekkül!

Kısmet!

fes, han, kervan

      şadırvan!

Gümüş̧ tepsilerde rakseden sultan!

Mihrace, padişah,

bin bir yaşında bir şah.

Minarelerden sallanıyor sedef nalınlar,

burunları kınalı kadınlar

ayaklarıyla gergef dokuyor.

Rüzgârlarda yeşil sarıklı imamlar ezan okuyor!"

Ama sonra bir anda kendisi gibi yeni bir düzen getirmek için mücadele eden Batı’daki kardeşlerine dönüp sesleniyor:

Ben elimi size verdim,

size verdik biz elimizi

kucaklayın bizi

      Avrupanın sankülotları!

Sürelim yan yana bindiğimiz al atları!

Walt Whitman’ın “yoldaş veriyorum elimi sana!” deyişini hatırlatıyor bu dizeler. Gerçekten de her iki şairde kardeşliğin önünde engel olan tüm sınırlara karşı aynı hoşnutsuz bakış var. Ama Türk şair aynı zamanda bir de savaşçı; mücadele edip zorluk çekmemiz ve “yanmamız” gerektiğini, böylece mavi günlere ulaşabileceğimizi söylüyor:

ben yanmasam

      sen yanmasan

                  biz yanmasak,

                  nasıl

                        çıkar

                        karan-

                              -lıklar

                                    aydın-

                                          -lığa..

Mavi günler elbette yeni toplumsal çağın günleridir; Nâzım Hikmet de bu günlere dair çok şey söyledi. Gül ve Bülbül vakti geçti gitti, onun yerine gelecek yeni dönemde “yalnız cumaları, yalnız pazarları” yürüyeceğimiz çiçekli bahçeler tüm gün yeni şarkılar söyleyen yeni insanlar için açık olacak:

Belki ben

      o günden

                  çok daha evvel,

      köprü başında sallanarak

      bir sabah vakti gölgemi asfalta salacağım.

Belki ben

      o günden

                  çok daha sonra:

      matruş çenemde ak bir sakalın izi

                        sağ kalacağım...

Ve ben

      o günden

            çok daha sonra:

                  sağ kalırsam eğer,

şehrin meydan kenarlarında yaslanıp

                                    duvarlara

son kavgadan benim gibi sağ kalan

                                    ihtiyarlara,

bayram akşamlarında keman

                        çalacağım...

Etrafta mükemmel bir gecenin

                  ışıklı kaldırımları

ve yeni şarkılar söyliyen

                  yeni insanların

                        adımları...

Çeviri: Merve Tokmakçıoğlu

  • 1. Hikmet Bey, Matbuat Umum Müdürlüğü görevinde bulunmuştur.
  • 2. “Asılmışların Şarkısı” olarak da bilinen, şair François Villon'un kendi idamını beklerken yazdığı şiirdir.
  • 3. İngiliz şair John Keats’in (1795-1821) “Ode to a Grecian Urn” [Bir Yunan Vazosuna Övgü] adlı şiirinden alınmadır. [Bunu bil, yeter sana, yeryüzünde bunu bil!/ Güzellik, büyük gerçek, tek gerçek, başka değil!..]