Burjuva uygarlığının bir çöküş alameti: Jack'ın Yaptığı Ev

Trier depresif bir entelektüel domuz olarak çağımızın pisliğinden besleniyor, onun içinde yuvarlanıyor ve etrafa sıçratıp ilgi çekmeye çalışıyor. Dolayısıyla Cannes’daki gösterimde film bitirmeden salonu terk edenler de, dakikalarca ayakta alkışlayanlar da onun egosunu okşamış oluyor.

Nevzat Evrim Önal

Kendisi hakkında birden fazla kez yazdım, ama Dogville'i izlediğimden beri temel düşüncem değişmedi: Bir uygarlığın başlıca sanat dalının en önemli, en tartışılan sanatçılarından biri Lars Trier ise, o uygarlık artık kendi günbatımını seyrediyordur.

Bu yüzden Trier’in sanatsal rezilliklerine birer öfke nesnesinden ziyade birer alamet olarak yaklaşmaktan yanayım. Sonuçta Trier sınıfsal olarak da, ideolojik olarak da özel mülkiyet düzeninin orta sınıfının bir temsilcisi ve her ne kadar devrimci dönemler dışında orta sınıfın sesi toplumda en yüksek çıkan ses olsa da, söyledikleri kendi sözleri değildir. Orta sınıf egemen sınıfın şölen sofrasından dökülenlerden ve ezilen sınıfın yoksul sofralarından otlandıklarından beslenen bir ara form olduğu için, yani bağımsız çıkarları olmadığı için, “kendisi için sınıf” olamaz. Daima bir kısmı egemenlerin, bir kısmı ezilenlerin yanında yer almak üzere bölünmek zorundadır; devrim güncel hale gelene dek de bu bölünmede büyük bölümünün egemenlerden yana olması normal ve doğaldır.

Lars Trier herhalde son yirmi yıl zarfında bu bölünmede burjuvazinin yanında en tutkuyla yer alan orta sınıf entelektüellerinden biri (gerçi ona yetişip geçmeye çalışan çok, mesela Lanthimos). Ama aynı zamanda vizyoner bir nihilist de olduğu için, filmleri ilgiyi hak ediyor. Hak ediyor, çünkü burjuvazinin açıkça dile getiremediği kimi alçaklıklarını onun yerine dile getiriyor, çok da alkış alıyor.

Geçtiğimiz hafta Muğla’da yaşanan ve gencecik bir kadını, Pınar Gültekin’i aramızdan alan alçakça cinayetin ardından, Trier’in son filmi Jack’ın Yaptığı Ev’in tekrar dönülüp tartışılması gereken bir şey olduğunu düşündüm. Zira kadın düşmanlığının sermaye sınıfının asla vaz geçemeyeceği, temel bir ideolojik ezberi olduğunu düşünüyorum ve Lars Trier’in bütün kariyeri kadın düşmanlığı ile örülmüş olsa da, 2018’de çektiği son filmi Jack’ın Yaptığı Ev bu bağlamdan yola çıkarak, tartışılmaya değecek bir dip noktaya varıyor.

'Ama o da…'

Filmden bir diyalogla başlayalım. [İzlemeyenler için, filmin ana karakteri Jack bir psikopat katil ve cehennemin dibine yolculuğu sırasında Verge’e (Inferno’da Dante’ye Cehennemde kılavuzluk eden “erdemli pagan” Virgil’in isminin bozulmuş hali, aynı zamanda “uçurumun kıyısı” anlamına geliyor) işlediği onlarca cinayetin bazılarının öyküsünü anlatıyor.]

Verge: Öldürdüğün tüm kadınlar bana ciddi biçimde akılsız göründü.

Jack: Erkekleri de öldürdüm.

Verge: Ama yalnızca aptal kadınlardan bahsediyorsun. Ya da tüm kadınların aptal olduğunu düşünüyorsun.

Jack: Eee... Yani anlattığım öyküleri rassal olarak seçtim ama…

Verge: Kendini kadınlardan üstün görüyor ve şişinmek istiyorsun. Bu seni heyecanlandırıyor, öyle değil mi, Jack?

Jack: Yo, yo... Ama kadınlar daha kolay. Fiziksel olarak değil, üzerinde çalışılması daha kolay. Daha itaatkarlar.

Verge: Öldürülürken, yani?

Jack: Öyle de diyebilirsin.

Lars Trier filmlerinde ana karakterin ağzından konuşur, bu filmde de öyle. Dolayısıyla bu filmde de Jack’in ağzından konuştuğunu, Verge’ün yönetmenin sesi değil, yönetmenin kendi kendisiyle didişmesinin sesi olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Film boyunca Jack (Fatih Altaylı’nin 2011’deki “haberciliğinin” detay düzeyinde) tam da alıntıda tartışıldığı gibi, bir takım stereotipik kadınları nasıl öldürdüğünü anlatıyor. Erkekler de öldürülüyor, ama öldürülen erkekler “karakter” değiller. Kadraja girmeleri ve çıkmaları bir oluyor. Kadınlarla ise önce uzun uzun sohbet ediliyor, kedinin fareyle oynandığı gibi oynanıyor. Bu sırada kimi detaylar yoluyla kadınların erkeklere nasıl da bağımlı olduklarına dair kimi genellemeler yapılıyor. Yolda kalmış ve zor durumda olduğu için karşısına çıkan ilk erkekten sınırsızca yardım talep etmeyi kendinde hak gören, erkekleri kullanmayı adet haline getirdiği belli ve dilinin kemiği olmayan kentli/modern kadın; kocası öldüğü için emekli maaşının iki katına çıkabileceği yalanına hemen kanıp, rozet gösteremeyen bir polisi evine alan yaşlı dul kadın; iki çocuğuna yeni baba arayan, bulduğu potansiyel aile reisini ikna etmek için birlikte gidilen pikniği şölene dönüştüren, çocukları öldürüldüğünde kaçma çabasını bile bırakan boşanmış kadın; hakarete uğrayıp aşağılansa ve şiddet görse de ilişkiyi bitirmeyen aptal sarışın…

İlerici anlamda eleştirel hiçbir içerik yok burada. Burnu büyük bir orta sınıf ideoloğu olan Trier, sık rastlanan kadının erkeğe bağımlılık pratiklerini karikatürize ederek uca çekiyor ve “bu kadar bağımlı olursan, sana her şey yapılır” diyor. Kendisini özne zannettiği için, nesneleşmeyi kadının aptallığına, kolaycılığına, itaatkârlığına bağlıyor. Oysa insanın, bilhassa da zayıfların, yoksulların nesneleşmesi sınıflı toplumun temel insanlıktan çıkma halidir ve insanlar öylesi kolay olduğu için değil, tek başlarına başka çareleri olmadıkları için bu nesneleşmeye boyun eğer.

Başka bir yazıda daha detaylı tartışmıştım1, Trier filmlerinde kadınları salt cinsellikleri üzerinden idealize ederek tanımlıyor ve bu onun insan düşmanlığı ile alakalı. Dünyanın mutlak anlamda kötücül bir yer olduğunu düşünüyor. Her filminde bunu anlatıyor ve rezilliklerine bahane olarak bunu gösteriyor. Nitekim Jack’ın Yaptığı Ev’in de “hayatın kötücül ve ruhsuz olduğu fikrinin bir kutlaması” olduğunu söylüyor. Bu dünyada erdemli olan tek şeyin “kadın” olabileceğini düşünüyor (saygısı ya da takdirinden değil, kendi arzu nesnesi kadın olduğu için). Ve filmlerinde hayalindeki kadına taşıyamayacağı roller biçip, hayal kırıklığına uğradığında o kadını genelde öldürüyor, bir iki örnekte de katil ediyor.

“Sevdiklerini” zannettikleri kadına şiddet uygulayan milyonlarca sıradan erkek gibi.

Sığlaşan dünyada kendi mahvını inşa eden 'sofistike' orta sınıf entelektüeli...

Öte yandan, kadını kadraja koyarak onun şahsında tüm insanlığa edilen bu hakaretlerin sözcüsü olan Jack, film boyunca kerameti kendinden menkul bir derinlik, bir sofistikasyon örneği sergiliyor. Etrafındaki herkesi aptal yerine koyuyor, narsist bir entelektüel pozisyondan aşağılıyor ve sonuçta yaptıklarının bedelini kesinlikle ödemiyor. Film boyunca inşa etmeye çalışıp bir türlü doğru malzemeyi bulduğuna ikna olmadığı, bu yüzden ya taslak aşamasında ya da yarı inşaat halinde yıktığı evini filmin sonunda öldürüp dondurduğu insanların cesetlerinden inşa ediyor ve böylelikle “hayatının işini” tamamlamış oluyor. Filme ismini veren ninnide olduğu gibi2, her parça birbirine eklenerek bir sonuca ulaşıyor, Jack’in aşağılayarak ve tarifsiz işkencelerle öldürdüğü, cesetlerine poz verip fotoğraflarını çektiği, “Bay Sofistikasyon” imzasıyla bu fotoğraflarını basına ve polise gönderdiği kurbanları son bir nesneleştirme eylemiyle Jack’in Yaptığı Ev’in malzemeleri oluyor. Verge’ün “küçük, güzel ve tam anlamıyla kullanışlı” sıfatlarıyla övdüğü bu ev Cehennem’e açılan bir kapı oluyor ve Jack böylelikle kapıya dayanmış polisi bir kez daha atlatıp, kendi sonuna kendi iradesiyle yürüyor. Trier’in Jack vasıtasıyla sayıklayıp durduğu “mutlak özne” olma iddiası o kadar şiddetli ki, Jack’in Cehennem’deki kalıcı lanetlenmesi dahi son bir kurtulma denemesinin başarısızlığa uğramasıyla gerçekleşiyor (hatta bir röportajında Trier, Jack’i oradan da kurtarıp cennete ulaştırmayı düşündüğünü, ama nihayetinde filmin sonunu mevcut haliyle çektiğini söylüyor).

İnsanlığın mevcut halinden hayal kırıklığına uğrayan eğitimli orta sınıfa sıradan, kaba insanları öldüren sofistike, sanatsever seri katil pazarlanması yeni bir fikir değil. Kuzuların Sessizliği’nden beri bu fikir bin kere tekrarlandı, Trier de bin birincisini yapmış. Ama bu bayatlamış senaryo şablonunu boş verip öze dair bir tartışma yürüteceksek, filme getirilmesi gereken biri genel, diğeri özel iki itiraz var.

Genel olanı şu: Diyalektik özne olmayı egosuna yediremeyip mutlak özne olmaya soyunan orta sınıf entelektüelinin cehenneme giden kapısı başka insanların sığlığı değil, kendi narsist yalnızlığıdır.

Filme özel olan ise eserin temel toplumsal iddiasının tarih tarafından nasıl yanlışlandığıyla alakalı. Trier, gülünç biçimde, neredeyse tamamen kendi entelektüel egosuyla ilgili olan bu filmin bir Trump Amerikası eleştirisi olduğunu iddia ediyor. Her filminde olduğu gibi bunda da sıradan, yoksul emekçi insanlara düşman olan ve görünüşe göre Trump’ı bu insanların verdiği oyların iktidara getirdiğini düşünen Trier; filmdeki beş cinayet öyküsünün ilk dördünü kadınlara ayırdıktan sonra beşincisinde hedefe siyahları koyuyor. Katil Jack, Sovyetler Birliği’ni işgal eden Nazi askerlerinin az mermiyle çok idam gerçekleştirmek için uydurduğu bir yöntemi3 tekrarlamak üzere beş insanı arka arkaya bağlıyor ve tek bir metal zarflı mermiyle beşini birden vurma denemesi yapıyor. Merminin ilk delip geçeceği siyahi ise “o mermi metal zarflı değil hepimizi öldürmez” diyor.

Siyahlar Trump’a ne kadar oy verdi bilmiyorum, ama bugün, Jack’ın Yaptığı Ev’in ilk gösteriminin üzerinden henüz daha iki yıl dahi geçmemişken, Trier’in “hem kendilerini hem de herkesi yaktılar” iddiasının aksine siyah emekçiler tartışmasız biçimde ABD’de mücadelenin en ön safında bulunuyor ve ABD devletinde cisimleşmiş tüm gaddarlık ve adaletsizliğin karşısına dikilmiş halde bütün dünyaya örnek oluyorlar.

Bütün bunları biraz da, günümüz Türkiyesi’nde AKP iktidarında cisimleşen tüm alçaklıkların sorumlusu olarak “onlara oy veren cahil halkı” gören eğitimli orta sınıfın mızmızlanmaları artık kabak tadı verdiği için yazıyorum. Tarihin hiçbir noktasında, hiçbir birey “mutlak özne” olmadı ama tarihsel eyleme geçen her insan kendince diyalektik öznedir. Bunun sorumluluğunu üstlenip, geri bulduğu insanlarla onları ilerletecek bir karşılıklı ilişki kurmayan entelektüelin ne denli “sofistike” olduğu ise tarih önünde çöp kadar dahi değer taşımıyor.

Sonsöz

Boka batmış bir çürüme çağı bizimkisi, bu çağı bir devrimle kapatıp yenisini açmadıkça da içinde olduğumuz çukur her gün derinleşiyor. Trier ise depresif bir entelektüel domuz olarak bokun içinde yuvarlanıyor ve sürekli kendinden övgüyle bahsedip etrafa sıçratıyor, ilgi çekmeye çalışıyor. Dolayısıyla Cannes’daki gösterimde film bitirmeden salonu terk edenler de, dakikalarca ayakta alkışlayanlar da onun egosunu okşamış oluyor.

Oysa ortada pek büyütülecek bir şey yok. Trier insanlıkla tüm olumlu ilişkisini kesip, kendisini onu aşağılayarak yüceltebileceğini sanan milyonlarca çöküş entelektüelinden biri sadece. Dolayısıyla eserleri de yalnızca bu insanlık halini çözüm getirmeksizin betimleyen birer örnek olarak değer taşıyor.

Serbestçe kendine malzeme ettiği Dante ise, onun gibi her konuya kendini merkeze koyarak bakan, tarihsel olaylarda taraf olmayıp kendi çıkarını gözeten oportünistleri Inferno’nun dibine değil, giriş holüne yerleştirmişti. Cezaları bir yandan eşek arıları tarafından kovalanırken, asla altında birleşip ait olmanın mutluluğunu yaşayamayacakları bir bayrağın peşinden sonsuza dek koşmaktı.

  • 1. "Lars Trier sineması: İnsana düşmanlığın estetize hali", https://shorturl.at/osNX8
  • 2. “The House That Jack Built” (Jack’ın Yaptığı Ev) bir İngiliz ninnisi ve kümülatif bir öykü niteliği taşıyor. Biraz “suya düştü, inek içti, dağa kaçtı” tekerlemesini andırıyor ama ondan farklı olarak öykünün sonunda her şey “yanıp bitip kül olmuyor” onun yerine bir sürü olaydan oluşan bir dizge Jack’ın Yaptığı Ev’de son buluyor.
  • 3. Böyle bir yöntem gerçekten uygulandı mı bilmiyor ve merak da etmiyorum. Ama Jack’in ağzından konuşan Trier’in mutlak özne olma sevdasıyla bir kez daha, tarihin gördüğü insanları en fazla nesneye indirgeyen, en kaba iradeci ideoloji olan Nazizmi övüyor olduğunu not etmek istiyorum.