Bir Kore romanı: Çocuk Geliyor

Hakkında çok şey duyup az şey bildiğimiz bir coğrafyadan bize çok tanıdık gelen hikâyeler var 'Çocuk Geliyor'da. 1980'de Gwangju Meydanı'daki çocuklarla Erdal Eren, Berkin Elvan, Ali İsmail'in gülümseyişleri aynı. Emin olun katillerin cinayetleri işlemesi için 'emri ben verdim' diyen sesleri de...

Erkan Yıldız

Kore hakkında neler biliyoruz? “Kuzey”de olduğunu. İnsanlar için hayatı çekilmez hale getiren her uygulamanın “Kuzey Kore diktatörlüğü”ndeki uygulamalara benzediğini, ülkenin başındaki zalim diktatörün “eniştesini köpeklere yedirdiğini”, “öldüğünü”, “ölmüş gibi yaptığını”, yok yok bu sefer “kesin %99 öldüğünü”, ekranda görünenin dublörü olduğunu, aslında gerçek Kore’nin “Güney Kore” olduğunu, demokrasisinin geliştiğini, “ekonomi modeli” nin çağ atlattığını, arabalarının, tv’lerinin, hele de telefonlarının acayip olduğunu… Dünyanın bütün “büyük” ve yalancı basın yayın organları, istihbarat servisleri, siyasetçileri, sağcıları, solcu gibi görünen akıl daneleri bu masalı anlatıyor. Eksiği var fazlası yok.

Bir de gerçekler var. Uzaklaştıkça kurtulamadığınız, insanlığın, tarihin, tek tek herkesin yakasına yapışan, peşini bırakmayan, bir şekilde yolunuza çıkan gerçekler. Bu gerçeklere Kore söz konusu olduğunda pek çok nedenden dolayı ulaşmakta güçlük çekiyoruz. Han Kang’ın Çocuk Geliyor* isimli romanı, belli bir zaman dilimi için, ulaşmakta güçlük çektiğimiz gerçeklere kapı aralıyor.

Roman, 1980 yılının Mayıs ayında, kendisi de bir darbeci olan G.Kore Devlet Başkanı Park Chung-Hee'nin suikast sonucu öldürülmesinin ardından gerçekleşen darbenin hikâyesine odaklanıyor. Darbenin gerekçesi, aynı yıl kendi darbesini yaşamış Türkiye'ye yabancı değil. “Oluşan iktidar boşluğunda gerçekleşen işçi ve öğrenci eylemlerine son vermek.”

Roman, “son söz” ile birlikte toplam yedi bölümden oluşuyor. Yazarın kurgusu, bu yedi bölümü, birbirini tamamlayan yedi farklı öykü olarak okumayı da mümkün kılıyor.

“Yağmur yağacak gibi.
Kendi kendine mırıldanıyorsun.”

Kang, eserine anlatıcının yukarıdaki seslenmesiyle başlıyor. İkinci tekil şahsa, bir çocuğa ve sanki okura sesleniyor anlatıcı. Okur olarak sahip olduğunuzu düşündüğünüz dışarıdan bakma ayrıcalığını elinizden alan bir seslenme bu. Okuru şaşırtan, sendelemesine neden olan bir hal var burada. Sendelemeye sadece bir okur olarak sahip olduğunuz alışkanlıklar neden olmuyor.

Yazarın ilk kitabı Vejetaryen’in taşıdığı “tekinsiz” anlatım bir yana, yaşadığınız dünya ve ülkenin “Sonuçta bir çocuğun başına ne gelebilir ki” demenize izin vermemesi de bu sendeleme duygusuna ulaştırıyor sizi.

1980 yılının Mayıs ayında gerçekleşen darbede en vahşi katliamının yaşandığı Gwangju kentinin ticaret odası binasının giriş katında bir çocuksun artık. “Sen” askerlerin katlettiği cesetlerin kayıtlarını tutuyor, tanınmaz hale gelmiş cesetleri, aileleri için bir kez daha kayıp olmasınlar diye tasnif ediyorsun. Vücut bütünlüğü zarar görmüş cesetler arasında hem kendi arkadaşını arıyor, hem de çocuklarını arayan ailelere yardım ediyorsun. Oysa “sen” kitabı eline alırken böyle bir durumun parçası olacağını düşünmüyordun. Huzursuz oluyorsun.

Okurken, Han Kang “Bunu bana niye yapıyor?” diye sormadan edemedim. Neden “sen”? Okuru da bir gerilim unsuru haline getirip, hikâyeyi okur açısından daha sürükleyici, tetikte bekler hale getirmek için mi?
Hang Kang'ın kişisel tarihinde de önemli bir yer tutuyor darbe, darbede yaşananlar. Acaba, sadece kendi çocukluğuna seslenmenin aracı mı ilk öyküde dile gelen “sen”? Olabilir ama sanki bu cevapların dışında bir cevaba daha ulaşmak mümkün.

Darbeden zamansal olarak uzaklaştıkça, geniş kitlelere o günlerde yaşanan şiddeti anlatan anılardan, filmlerden, romanlardan başka çok da bir şey kalmıyor. Bir yandan yaşananlara bakıp dehşete düşerken diğer yandan şimdiki zaman diliminde kendimizi daha güvende ve “normal” bir yaşamın parçası olarak görmeye, uygulanan vahşetin istenen sonuçları vermesini sağlayan ve halihazırda o sonuçları sürdüren kişileri de hayatımızın normal birer parçası olarak algılamaya devam ediyoruz. Her şey, darbe döneminde kurulan işkence tezgahlarında, idam sehpalarında, katliamlarda olmuş bitmiş gibi. Türkiye'den örnek verecek olursak şayet Kenan Evren'le Tayyip Erdoğan, Ali Koç ya da Hacı Sabancı arasında hiçbir ilişki yokmuş gibi...

Bana kalırsa Han Kang, ilk öyküdeki ikinci tekil seslenişiyle bu durumu kısmen sabote ediyor. 1980 yılında yaşanan darbenin orta yerindeki çocukla, evinde ayaklarını uzatmış, darbecilere lanetler okuyarak iyi edebiyatın tadını çıkarmaya hazırlanan “sen” arasındaki görünmez hale gelen çizgiyi görünür hale getiren, darbenin hem toplumsal hem kişisel sonuçları açısından sürekliliğine işaret eden bir anlatım biçimi bu. 

Darbe, uyguladığı şiddetin ardından başka hallerde devam ediyor. Kaçınılmaz olarak darbenin şiddetine maruz kalanların kişisel hayatında ve ekonomik, kültürel, toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde. Kang, bölümler arasında tarihsel sıçramalara yer vererek bu değişimin ve sürekliliğin izini sürüyor. Kurgusal bir sözlü tarih çalışması okuyoruz adeta. Darbenin fiziksel olarak da muhatabı olan öğrenciler, işçiler Kang'ın öykülerinde dile geliyor. Tıpkı ilk öyküde olduğu gibi anlattıkları ile bizi sadece 1980 Mayısı'nda Gwangju Meydanı'nda yaşananlara götürmüyorlar. O meydandan çıkıp, geride izler bırakarak hikâyelerini anlattıkları 1985'e, 1990'a, 2010'a ve 2013'e de geliyorlar.

Yaşanan olaylar oldukça ağır. Bu ağırlıktan uzaklaştıkça iki durumla karşılaşmak mümkün. Birincisi, yaşanan vahşetin kaçıncı dereceden olursa olsun failleri ile uzlaşmak, her şeyi unutup bir arada yaşamak eğilimi. İkincisi ise toplumsal atmosfer değiştikçe yaşananların gerçekliğine şüphe ile bakılması.

Kang'ın dili, aradan geçen zamanın ve bu arada anlatılan masalların çokluğunun yaratabileceği şüpheye büyük bir sahicilikle karşı koymayı beceriyor. Yaşananların ağırlığına sığınmayan, dolayısıyla herhangi bir cümlesinde ajitasyona yer vermeyen bu dil bir hesaplaşma çağrısı içermiyor belki ama kararlı bir şekilde “uzlaşma” eğiliminin de karşısında duruyor. Ve son olarak bu sahicilik başka şeylerle beraber Kang'ı iyi yazarlar arasına sokarken hikâyesinde anlattığı darbenin evrenselliğini de gözler önüne seriyor.

Uzun lafın kısası...

Hakkında çok şey duyup az şey bildiğimiz bir coğrafyadan bize çok tanıdık gelen hikâyeler var “Çocuk Geliyor”da. 1980'de Gwangju Meydanı'daki çocuklarla Erdal Eren, Berkin Elvan, Ali İsmail'in gülümseyişleri aynı. Emin olun katillerin cinayetleri işlemesi için “emri ben verdim” diyen sesleri de...

*Çocuk Geliyor
Yazan:Han Kang
Çeviren:Göksel Türközü
Yayınevi: April
Basım Tarihi: Eylül 2019