Bir derbiyi büyüten nedir?

Aslında futbolun da her tarafında kendini hissettiren toplumsal tutkal, hiç kuşku yok ki emektir. Her ne kadar ligin hemen başında, sessiz bir derbi izlemiş olsak da, bu toplumsal tutkalı tribünde, sokakta, okulda ya da bir kahvehane köşesinde yeniden keşfetmek olanaklıdır.

İsmail Sarp Aykurt

Bu toprakların derbi tarihi bildiğimiz takımlarla başlamıyor. Bilmediklerimiz de var. 

Bizans döneminde halkı eğlendirmek için yapılan atlı araba yarışlarında da bir ‘derbi’ havası yaşandığı biliniyor. Adları Maviler, Beyazlar, Kırmızılar ve Yeşiller olan dört takımın Sultanahmet Hipodromu’nda yaptıkları yarışlarda ciddi bir rekabet yaşadıkları ve aralarında kimi kültürel ve inançsal farklılıklar barındırdıkları bir gerçek. 

Aralarında tezatlıklar var... Mesela, bir takım esnafa ve sokağa yakın diye iddia ediliyor. Farklılıklar birinin Monofizit görüşlü, diğerinin Ortodoks ve iktidara yakın olduğunu anlatıyor.

Bizimkilere en benzer karşıtlık ise birinin Asya tarafında Kadıköy merkezli, diğerinin de Avrupa’da Ayvansaray merkezli oluşu… 

İşte bu, bize bir şeyler çağrıştırıyor.

Bu toprakların hamurunda gerçekten bir derbi nüvesi bulunuyor.

Erken Türkiye’nin büyüyen derbisi

Türkiye derbiler tarihinde kentlilik önemli bir kıstas. Kentler, günden güne genişleyince büyük ve farklı yerleşimlerde cereyan eden maçlar ‘derbi’ olarak kabul görmeye başlıyor.

Sermaye birikiminin ve gelişen kapitalizmin en gelişkin olduğu yer olan Marmara bölgesi, ekonomik yoğunlaşma, göç alımı, nüfus özellikleri ve sınıfsal kompozisyon ile de İstanbul, futbol derbileri denildiğinde başa yerleşiyor.

Ama her şey şöyle başlıyor:

“Tezgahtâr mahirane bir el hareketi ile kumaşların dalgalarını birbirleriyle birleştirdi. Bir saka kuşunun başıyla kanadının yarattığı neşeli pırıltıya benzer bir parlaklık oldu. Ateşin içindeki renk oyunlarını görür gibi olmuştuk. Sarı kırmızı alevin takımımız üstünde parıldamasını tasavvur ediyor ve bizi derhal galibiyetten galibiyete götüreceğini tahayyül ediyorduk. Öyle de oldu…”

Mektebi Sultani’de bir araya gelmiş liseli gençler, Şişman Yanko’nun dükkânında, kurdukları isimsiz takımın renklerini tüm benlikleriyle hissediyorlardı. Artık bir kuruluş amacı da eklemeleri gerekiyordu, bu yeni varlığa. 

Bu amaç, “İngilizler gibi toplu halde oynamak, bir renge ve isme malik olmak ve Türk olmayan takımları yenmekti”. Türk olmayan takımları yenmek, o dönemlerde ezilmiş ve kendi topraklarında yabancı hisseden yurttaşlar için oldukça önemli bir misyondu. Futbol ise bu misyonun en önemli aracı haline dönüşmek üzereydi.

Abdülhamit patentli İstibdat döneminin boğucu günlerinde, bir korku ikliminde geçen futbol kovalamacası artık kendisine Anadolu’dan ve Avrupa’dan yeni alıcılar eklemişti.

“1 Ekim 1905'te mektebin beşinci sınıfında edebiyat öğretmenimiz merhum Mehmet Ata Bey’in dersi esnasında birkaç arkadaş baş başa vererek Galatasaray’da bir futbol kulübü kurmaya karar verdik.” 

Mektebi Sultani’nin ünlü avlusu Grand Cour’a doluşan gençler futbol oynamaya çalışıyorlardı. 

Çalışıyorlardı da, sadece kendileri değildi çalışan. Tokatlar, uyarılar, yasaklar… 

Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun jurnalciler ve hafiyelerin sıkı takibinden de kaçmıyordu.

"Mekteb-i Sultanî-i Şahane talebesinin kale kurup birbirlerine top endaht ettiklerinin görüldüğü bera-yı sadakat arz olunur."

Teneffüslerden çayırlara uzanan bu oyun üzerindeki baskılar Tevfik Fikret’in okula müdür olarak gelmesi ile son buldu. 

Artık bambaşka bir dönem açılmıştır.

Mektebi Sultani’de kurulan bu lise kulübünün misyonu belli olsa da henüz bir adı yoktur. Şişman Yanko’nun dükkânında karşılaşılan renklerde karar kılınmış gibidir ancak lise dersliklerinin bir tanesinde ilk tohumları atılan bu takımın bir isim ihtiyacı olduğu kesindir.

Ansiklopedist Şemsettin Sami’nin oğlu Ali Sami, o dönemler futbol takımlarına yabancı isimler yakıştırıldığından Gloria (Zafer) ya da Audace (Cüret) isimlerini hatırına getirmiştir. Ancak çevre muhit, bu sorunu bir sorun olmaktan çıkarır. 

İzlediklerine adı onlar koymakta çekinmez.

Futbol takımını kuranların kimler olduğunu öğrenen ahali onlara ‘Galata Sarayı Efendileri’ diyerek seslenmektedir. Bahsettiğimiz gibi, isim kuranlar tarafından değil; izleyenler tarafından konulmuştur liselilerin takımına…

Kuruluştaki motto, büyük ölçüde tamamlanmış oluyordu artık. Takımın ileri gelenlerinin aklındaki tek eksik netleşmiştir. 

Artık sıra, zaferler kazanmaktır ‘ecnebi’ görülen takımlara karşı.

1905’te başlayan tarih, 1907’ye uzanır. Galata Sarayı Efendileri artık daha serpilmiş, lisenin duvarlarını biraz olsun aşmıştır. 

Ancak çok bariz bir eksiklik kendisini iyiden iyiye açığa vurur.

1907’nin güzel bir gününde karşı kıyıda bir hareketlilik göze çarpmaktadır. St. Joseph’li gençler Moda Beşbıyık Sokak 3 numaralı evin selamlık katında yaptıkları bir görüşme sonucunda kuracakları takımın ilk tohumunu atmışlardır yemyeşil kıyılara. 

Kadıköy’den yükselen ses duyulmaktadır.

Gençler için o gün, yurtdışından getirilen, önü ve kolları düğmeli, sarı beyaz yollu bol formaları, lacivert şort pantolonları ve sarı löverli yün çorapları ile artık yepyeni bir takım vardır bu saf Anadolu kıyılarında. 1899’dan beri süregelen bu çaba, en önemli meyvesini vermiştir artık.

Işıksız fener artık ışıksız, çiçeksiz bahçe artık çiçeksiz ya da yalnız değildir…

Pera’daki Galatasaraylılardan Ali Sami, Fenerbahçe’nin kuruluşunu işitmiş, bundan büyük heyecan duymuş ve bunu hiç gizlememiştir. 

Heyecanlıdır, meraklıdır, keyiflidir…

Hani, günümüzdeki anlamsız ve temelden yoksun tartışmalar var ya, hepsi bir zırvalıktır. Çünkü Fenerbahçe ile Galatasaray arasında hep bir dayanışma, iletişim, yardımlaşma olmuştur.

Bu yüzden 1907, hem bir kuruluş hem de bir kardeşliğin doğum yılıdır bu iki güzide kulüp için…

Bu durum, iki kulübün tarihlerinin birbirine içkin olduğunu da net bir biçimde göstermektedir. Karşı kıyıların iki kardeş takımın birbirine destek olması da, birbirlerine imrenmesi de dönemsel olarak meşru ve olanaklıdır. 

Fenerbahçe’nin doğumu herkesi heyecanlandırmış ve memnun etmiştir, buna eşlik etmemek zaten imkânsızdır. Özellikle de ‘Galata Sarayı Efendileri’ için…

“Fenerbahçe ilk kurulduğunda bizim için yabancı memlekette rastlanılmış bir vatandaş gibiydi. Ona manen ve maddeten ihtiyacımız vardı.”

Keza, hâlâ vardır…

Birbirini tamamlayanların hikâyesi

Fenerbahçe kulübünün ilk amblemi Fenerbahçe burnundaki ışık saçan beyaz fener, ilk renkleri ise sarı-beyaz olmuştur. İçinde Fenerbahçe yazılı beyaz yuvarlak çerçeve, temizlik ve açık yüreklilik ifadesi olarak, kırmızı fon ise Fenerbahçeliler arasındaki sevgi ve bağlılığı belirtmek için tasarlanmıştır. 

Ortadaki sarı renk ise Fenerbahçe için duyulan gıpta ve kıskançlığı, kalp şeklindeki lacivert renk ise asaleti temsil etmektedir. 

Sarı-laciverte dönüşen renkler ise olsa olsa şunu ifade edebilirdir açıkça: Güç ve kudret!

Galatasaraylılar ile Fenerbahçelilerin birbirlerine ihtiyaçları olduğu kesindir. Dönemin koşullarında ikisinin varlığı hem yabancı takımlara karşı bir birlik hem de aralarında tatlı bir rekabet demektir. Ebedi kardeşlik işte böyle başlamıştır. 

Ali Sami Bey’in o dönemi yansıtan ifadesinde olduğu gibi; “Bunca ecnebi ve gayrimüslim takımın olduğu yurdumda Fenerbahçe’yi görmek ecnebi memlekette rastlanılan bir dost gibiydi.”

Bu, iki köklü, doğumları Meşrutiyet öncesine dayanan ve baskı ile iç içe büyümüş geleneğin tarihi belki de başka kulüplere nasip olmayacak şekilde birbirine bağımlı ve kardeşçe koşullarda gelişmiştir. 

Bu iki kulüp, birbirini büyütmüş ve birbirlerini gözlemlemişlerdir Boğaz’ın farklı yakalarından. 

Şimdiki körleşme, hem bilinçlidir hem de anlamsızdır.

Ne anlaşılmazlık yaşanan şilt meselesi, ne kazanılan/kaybedilen karşılaşmalar ne de başka bir yapay "çekememezlik" sebebi tarihin bize gösterdiğini unutturmaya yetmeyecektir. 

Tonlarında farklılık olsa da "sarı"lar aynıdır, nasılsa…

Yılların geçmesi bir şeyler götürmemiştir rekabetten. Tam aksi geçerliydi aslında; büyüyen bir mazi, kaybolan eskiler ancak yepyeni efsaneler vardı yeşil sahalarda artık. Birisi, Galatasaray bir diğeri ise Fenerbahçe sevgisinin hiç duraksamadan büyümesinin en önemli nedeni olmuştur. 

Birisi İzmir’in diğeri ise Büyükada’nın yetiştirdiği eşsiz futbol yetenekleri ve emekçi kimlikleri ile parıldayan gözde insanlar olarak öne çıktılar.

Lefter, emekçi bir ailenin çocuğudur, aynı Metin Oktay gibi. Ayrımları ise sarı-lacivert ya da sarı-kırmızı renkler olmamıştır. Topluma dokunan ve iz bırakan olan insanlar olmalarının nedeni, emekçi karakterleri ve amatör bilinçleridir.

Hedefsizlik ile sarmalanmış, koyu fanatizmin ya da saçma bir "renk alerjisinin" kırıntısı yoktur içlerinde…

Hatırlayalım, Lefter’e 6-7 Eylül olaylarında çektiği acıyı, utancı hangi futbol maçı ya da renk unutturabilir?

Utanç, Lefter’e ait değildir ama Lefter’i daha çok utandırmıştır yaşananlar:

“15 gün önce gol attığımda omuzlardaydım. O gün ise kayalar ve boya tenekeleri ile karşılaştım. En kötüsü, harçlık verdiğim çocuklar evime saldırdı. Evde ne pencere, ne kapı kalmıştı. Kızlarım küçüktü, onları öldürmeye kalktılar. İstanbul’dan emniyet müdürü gelmişti. Gece gördüğü manzara karşısında “Aman Allahım” demişti. Sonra çok sordular kim yaptı diye, ama o gün de söylemedim, bugün de söylemeyeceğim.”

Diğer tarafta “10 dakikalığına Fenerbahçe forması giyer misin” sorusuna “Şeref duyarım” demekten gocunmayan, ağları delen golünden duyduğu mahcubiyeti gizleyemeyen ve “O gol bugün bile hatırlanıyor ise bu Fenerbahçe'nin büyüklüğündendir ” diyebilecek kadar asilce düşünebilen insanlar da vardır, Metin Oktay gibi.

Şimdi bunların hayal ürünü gibi gelmesi, toplumsal çürümedendir.

Bir derbi öncesinde Fenerbahçe baş kaptanı Galip Kulaksızzade’nin (Kulaksızoğlu) Galatasaraylılara, “Oberle kardeşler hasta, Hasan da sakatlanmış. Sizi karşımızda eksik kadroyla görmek istemiyoruz. Dilerseniz maçı erteleyelim” diyebilecek olgunluğa ulaşmış bir "rekabetin" ilk nüveleridir bunlar… 20 Ekim 1914 tarihinde böyledir karşı kıyıların insanları.

Küçük bir örnek olsun, baş kaptan Galip Kulaksızzade (Kulaksızoğlu) hakkında bir anı vardır dillendirilen. Galatasaray takımını idman yaparken dışarıdan takip eden ve Ali Sami’nin deyişiyle "terbiyeli ve mahcup" bir genç vardır dikkat çeken. Bir müddet için Ali Sami tarafından takıma davet edilen bu genç sporcu, arkadaşlarının Fenerbahçe isminde bir takım kuracaklarını öğrenince oraya geçmek için izin istemiştir Ali Sami’den… 

Ali Sami Bey ise bunun "Galatasaray için de iyi olacağını" söyleyerek mahcup ve terbiyeli bu beyefendiyi oraya gidebilmesi için serbest bırakmıştır. Galip Bey’in gittiği yer neresidir ki sanki? Orası Kadıköy’ün güzel gençlerinin bin bir çaba ve emek ile kurduğu "kardeş" kulüp Fenerbahçe’dir. 

Böyle anlatılır ve iyi ki de böyledir!

Nâzım ile maç izlemek mümkün olsa…

Nâzım da böyle anlatmamış mıdır sanki?

Sene 1936’dır.

“Geçen gün bir dostum dayattı, ‘İlle de gidip Fener-Galatasaray maçını seyredelim’ dedi. Bende kıramadım dostumu, gittim maçı seyrettim. Futbol denilen şey dört bir yanında binlerce insanın toplandığı bir meydanda yapılıyor. Meydana, teker teker saydım, yirmi iki delikanlı çıkarılıyor. On birinin üstünde sarı-kırmızı yollu yollu gömlekler; öteki on birinde sarı-lacivert fanilalar…

Ne yalan söyleyeyim, bu hengâmede ben de heyecanlanmadım değil. Fakat benim heyecanlanmam etraftaki binlerce seyircinin coşkunluğu yanında devede kulak kabilinden. Oyunu seyredenler ikiye bölünmüşler. Herkes dilediği gibi bağırıp çağırıyor. Ortalıkta bir söz, bir düşünce hürriyeti, alabildiğine…

Bu, Galatasaray ve Fenerbahçe için şunu göstermektedir. Tarihlerinde sayısız kez bir araya gelmiş bu iki köklü kulübün birbirleriyle sporcu alışverişinde bulunması, birbirlerine destek olması, birbirlerinden feyz alması kadar doğal bir olay yoktur ve tüm bunlar, tarih boyunca mümkün olmuştur.

Bu durum, bir diğerini küçültmemiş, aksine büyütmüştür. 

Derbinin büyük bir derbi ve tarihsel anlatı haline dönüşmesi işte bu saiklerle mümkün hale gelmiştir.

Fanatik olma fikrine gelince, toplumsal çürümemiz arttıkça ve düşünme hürriyetimiz kısıtlanınca geriye korkunç bir düşmanlaşma kalmıştır. 

Halbuki bir kulübü çok sevmek için diğerinden nefret etmek mi gerekir?

Hani hepimizde vardır ya saklanan, saklandıkça ortaya çıkma hevesi artan ve bize enerji ikmal eden küçük mutluluklar…

Oysaki bahsi geçen bu mutluluk sadece böyle bir maçın, böyle görkemli tarihi olan kulüplerin sadece var olmasıyla, yaşamasıyla ilgilidir. 

Bizi mutlu kılan bu histir.

Kazanmayla, böbürlenmeyle, hakaret yarışına girmekle, emekçi karakterdeki geçmişleri istatistiklere feda etmekle hiçbir tarihsel olay ya da anlatılar büyük olmaz. 

Büyüklük, koskoca bir çınar gibi olgunlaşmış bir gelenek ile büyümekle, büyürken de onu nesiller boyu takip edenlerin büyütmesiyle, bizlere anlatmasıyla vücut buluyor.

‘Hangimiz daha büyüğüz’ tartışması yapanların ise anlaşılıyor ki ellerinden büyük işler gelmiyor.